Böyle bir konu ilk bakışta günümüzün sorunlarıyla ilgisiz
gibi görünebilir.
Ancak bu konu, zıt gibi görünenlerin aslında hiç de zıt
olmadıklarını görmemizi ve o zıtların sürdürdüğü dövüşün, bir kayıkçı dövüşü
olduğunu anlamayı ve kayıkçı dövüşünün kendisine karşı bir mücadeleye başlamamızı
sağlayabilir.
Bu ortak kabulleri ve kayıkçı dövüşünü, onların Allah ya da
Tanrı konusundaki ortak kabullerinde görmek mümkündür.
Örneğin Yaradılışçılar ve Darvinciler veya evrimciler
kavgasını ele alalım.
İkisi de çok farklı ve birbirine karşı tezleri savunuyor
görünürler. Bir taraf Allah’ın varlığını, diğerleri Allah’ın yokluğunu
kanıtlamaya çalışır.
Ancak bunların getirdikleri argümanlara baktığımızda, aynı
ortak kabullerle konuyu tartıştıklarını görürüz.
Allah’ın varlığının ya da yokluğunun fiziksel veya biyolojik argümanlarla kanıtlanacak bir şey olduğunda
anlaşmaktadırlar. Yani Allah’ın varlığını fizik ve biyolojinin konusu olarak el
almaktadırlar. Diğer bir deyişle, Allah’ı fiziksel veya biyolojik bir olgu
olarak tartışırlar.
Ama daha da derin ve kategorik olarak tanımlarsak şunu
görürüz: bu çatışmayı mümkün kılan temel
ve ortak yanlış: ikisinin de Allah’ın varlığının ya da yokluğunun epistemolojik bir sorun olduğunda
anlaşmaları; bu aynı ortak varsayımı paylaşmalarıdır.
*
Biz Marksistler ise, bu ikisinin anlaştığıyla anlaşamıyoruz.
Yani Allah’ın ya da Tanrının varlığı veya yokluğu sorunu
fizik ve biyolojinin konusuna girmez, fiziksel veya biyolojik bir olgu
değildir.
Daha da kategorik olarak, Tanrı’nın var olup olmadığı, epistemolojik
bir sorun değildir.
Allah sosyolojik bir
olgudur.
Ve sosyolojik bir olgu olarak Allah’ın var olup olmadığı
ise, fizik ya da biyolojiden getirilen argümanlarla tartışılamaz.
Sosyolojinin konusu, Allah’ın var olup olmadığının neden
böyle epistemolojik bir konu olarak ele alınıp tartışıldığı; neden fizik ve
biyolojiden getirilen argümanlarla kanıtlanmaya çalışıldığıdır.
Çünkü bu olguların kendisi, yani Allah’ı epistemolojik bir
sorun olarak ele almanın kendisi de epistemolojik bir olgu değil; sosyolojik
bir olgudur.
Aynı şekilde Allah’ın varlığını veya yokluğunu doğa
bilimlerinden delillerle kanıtlamaya kalkmanın kendisi de biyolojik veya
fiziksel değil; sosyolojik bir olgudur.
Tıpkı bu tartışmalar gibi, bu tartışmaların kendisinin
konusu da, Allah da sosyolojik bir olgudur.
Sosyolojik bir olgu olarak ise, Tanrı’nın varlığı tartışma
konusu olmaz. Çünkü tanrıya inananlar vardır. O halde sosyolojik bir olgu
olarak tanrı da vardır.
Yani tanrının var olmadığını fizik veya biyolojiden veya
epistemolojiden getirdiği argümanlarla kanıtlamaya çalışan bir pozitivistin
aksine bir Marksist, Tanrı’nın var olduğunu kabul eder.
Ama tanrı var veya yok diyenlerden, tanrının nasıl bir olgu
olduğu noktasında ayrılır.
Bir Marksist açısından sorun neden Allah diye bir şeyin var
olduğunu, niye insanların böyle bir şeyin varlığını kabul ettiğini; kimi
insanların niye ona inanmadıklarını; kimi inananlar ve inanmayanlar arasında
neden aynı varsayımlara dayanan tartışmalar olduğunu vs. açıklamaktır.
Yani Allah’ın sosyolojik bir olgu olmasına rağmen neden
sosyolojik bir olgu olarak ele alınıp tartışılmadığı da sosyolojik bir olgudur
ve sosyolojik bir olgu olarak ele alınmayı bekler.
*
Peki, sosyolojik olarak Allah’ın (Tanrının) var olması nedir?
Bu nasıl bir “şey”dir?
Bununla ne demek istiyoruz?
Tanrının sosyolojik olarak bir olgu olmasını en iyi,
ulusçular ve uluslar örneğinde ve bunun da en gerici dile, soya, ırka dayanan
versiyonlarında göstermek ve böylece kavramak mümkündür.
Bu analoji aracılığıyla aynı zamanda uluslara ve ulusçuluğa
karşı mücadeleyi de daha iyi açıklamak mümkün olabilir.
Nasıl Allah’a inananların Allah’ı anlatışlarından hareketle
Allah’ın ne olduğu anlaşılamazsa; ulusçuların ulusu anlatışlarından hareketle
de ulusların ve ulusçuların ne olduğu anlaşılamaz.
Ulusçuların anlattığı biçimiyle uluslar yokturlar.
Ulusçular ulusun fiziksel, kültürel, tarihsel, biyolojik vs.
bir şey olduğunu söylerler. Ulusçuların anlattığı tarih ve hikâyelerin hepsi
saçma, uydurma, gerçek karşılığı olmayan şeylerdir.
Örneğin Türk ulusunu ele alalım. Orta Asya’dan gelmişlerdir,
Anadolu’ya 1071’de gelmişlerdir vs. şeklinde bildiğimiz bir Türk tarihi var.
Bu tarih baştan aşağı uydurmadır, fiziksel, biyolojik,
olgusal hiçbir karşılıkları yoktur. Ve bizzat bu tarihi yaratmak için bir Türk
Tarih Kurumu bile kurulmuştur.
Ama işte ulusçuların olmayan bir şeyi anlatması ve onun
varlığını kabul etmesi ve hatta kendini o ulustan görmesi; bir Türk devletinin
olması, onun hapishaneleri, polisleri, bütün bunlar bir toplumsal bir gerçektir
ve ulusları sosyolojik bir olgu olarak var kılar.
Yani ulusçuların anlattığı gibi bir ulus yoktur: Ama bu
olmayan ulusun anlatılması ve onun gerçek olarak kabulü, bunu kabul edenlerin
bir ulus ve devlet olarak varlığı bir gerçektir.
Bu nedenle kendini Türk kabul edenlerin yani Türklerin
anlattığı gibi bir Türk ulusu yoktur, ama bu anlatının ve olmayışın kendisi
toplumsal bir olgu olarak vardır ve bu nedenle de Türk ulusu diye bir toplumsal
gerçek vardır açıklanmayı bekleyen.
Sorun anlatılan şeyde değildir; neden öyle bir şeyin anlatıldığında
ve bunun kabulündedir.
Sosyolojik olarak sorun bu anlatının ve kabulün neden
toplumsal olarak var olduğunun açıklanmasındadır.
Benzer durum Tanrı ya da Allah için de geçerlidir.
Bugün Tanrının varlığını kabul edenlerin ve reddedenlerin ezici
çoğunluğu, Allah’ın fizik veya metafizik bir varlık olduğunu veya onun
epistemolojik bir sorun olduğunu düşünürler ve onu öyle anlatırlar.
Tanrı’nın fizik veya metafizik bir varlık olarak var olup
olmadığının, ya da epistemolojik bir sorun olup olup olmadığının, yani
anlatılan şeyin kendisinin, tıpkı uluslarda olduğu gibi, sosyolojik açıdan
önemi yoktur.
Ama Tanrı’yı böyle anlatanlar, bu anlatıya inananlar, böyle
olduğunu kabul edenler vardır.
Yani örneğin Müslümanlık, Hıristiyanlık, Ateistlik diye bir
şey vardır. Sosyolojik olgu bunların varlığıdır.
Dünya’da kendini Türk ulusundan kabul eden kimse olmasaydı
Türklük diye bir şey olmazdı.
Benzer şekilde örneğin, Müslümanlar veya Hıristiyanlar veya
Ateistler olmasaydı onların anlattığı ya da kabul ettiği biçimiyle Allah ya da
Tanrı diye bir şey de olmazdı.
Bu ilişkiyi ulus ve ulusçuluk ilişkisini açıklayan önerme
çok güzel ifade eder.
Bu önermeye göre:
Uluslar olduğu için
ulusçular değil; ulusçular olduğu için uluslar vardır.
Aynı şekilde Tanrı
olduğu için inananlar değil; inananlar olduğu için Tanrı vardır.
Ama gerek ulusçular, gerek inananlar, ulus olduğu için
kendilerinin, yani ulusçuların var olduğunu; tanrı olduğu için kendilerinin var
olduğunu söylerler.
Ve işte tam da bu nedenle ulusların ne olduğu ulusçulardan;
tanrının ne olduğu inananlardan öğrenilemez.
*
Ulus ve tanrı paralelliği üzerinden gidersek, Ulusçuların
anlattığı ulus tarihleri (Bu tarihlerin nasıl yaratıldığı “Geleneğin İcadı” gibi kitaplarda ve üniversitelerdeki nice
çalışmada ayrıntılarıyla gösterilmektedir.) ne kadar saçma olursa olsun, soru
şudur: niçin bu saçmalıklar ortaya çıkmıştır; niçin insanlar veya devletler bu
saçmalıkları savunmaktadır; bu olguların ortaya çıkışını, varlığını, gücünü
nasıl açıklayabiliriz?
Sosyolojik olgu olmak ile fiziksel ve biyolojik olgu olmak
farkını göremeyen ve gözetmeyen, Arkeologlar ya da tarihçiler sosyolojik
olguların ardında hep fiziksel; coğrafi, biyolojik “maddi” bir gerçeklik
ararlar.
Nuh’un yeryüzünde ilk panteonu kuran devrimci olduğunu ve
gemisinin de ilk panteon, o gemiye alınan hayvan ve bitkilerin de çeşitli
kabilelerin totemleri, putları olduğunu anlayamayanlar, Nuh Tufanı için,
Mezopotamya topraklarındaki kazılarda bir selin izlerini kanıtlayacak
çökeltileri ararlar örneğin. Veya bu girişimlerin en son versiyonunda olduğu
gibi, Nuh Tufanı’nı, İstanbul boğazının yıkılması ve Karadeniz’in Marmara ile
birleşmesiyle açıklamaya çalışırlar.
Veya hepimizin, yani Homo Sapiens türünün bugünkü genetik
yakınlığını; 70.000 yıl önceki birkaç yüz ya da bin kişilik bir popülâsyondan
ve aynı “Mıtokondriyal Havva”dan geldiğini, bir “şişe boğazı”ndan geçişle (“dar
geçit” diye çevirmek daha mı doğru olur acaba?) ve bunu da Toplum denen yeni
bir canlı türünün ortaya çıkışıyla, bu muazzam devrimle açıklayamayanlar, yine
o kadar zaman önce Endonozya’da patlayan Toba Volkanı ve bunun yol açtığı
iklimsel değişmenin bu küçük kabile haricinde bütün Homo Sapiens popülâsyonlarını
yok etmesiyle açıklamaya çalışırlar.
İster bu teoriler kabul edilsin, ister reddedilsin, bütün bu
teorilerin sorunu, ele aldıkları sorunu sosyolojik bir olgu olarak ele
almamalarıdır.
Hep aynı temel metodolojik yanlış vardır ortada: sosyolojik
olgular, fiziksel, biyolojik, coğrafi, jeolojik vs. “maddi” olgular olarak ele alınmış
olurlar. Temel metodolojik yanlış budur.
*
İşte pozitivistler de, inananlar da aynı metodolojik
yanlışta anlaşıyorlar: tanrıyı toplumsal bir olgu olarak ele almamakta ve onun
neden var olduğunu anlamamakta, sorunu böyle koymamakta.
Elbette nasıl biz Marksistler, Tanrı’nın toplumsal bir olgu
olduğunu bunlara karşı savunuyorsak, benzer biçimde örneğin Müslümanlar içinde
de, Allah’ı toplumsal bir olgu olarak anlamak gerektiğini savunan küçük ama
sağlam bir akım da bulunmaktadır.
Nasıl Marksistlerin ezici çoğunluğu kaba maddeciler ve
pozitivistlerse; Müslümanların büyük çoğunluğu da tersinden öyledir.
Bu nedenle gerek ulusçuluğa (Ki neredeyse bütün Marksistler
de kendi iddialarının aksine ulusçudurlar çünkü ulusçuların ulus tanımını kabul
ederler); gerek karşı devrime uğramış İslam anlayışına karşı mücadele, aslında
aynı metodolojik yanlışa karşı mücadelenin iki farklı veçhesidir.
Allah’ın toplumsal hayatı düzenlemek için işlevinden
hareketle İslam’ı savunanlar; yani onu bir epistemolojik sorun olarak veya
biyoloji ve fizik üzerinden tartışmayı reddeden ve böyle tartışanları
eleştiren; İslam’ın ne olduğunun özünü kavramış ve Müslümanların ezici
çoğunluğu tarafından Müslüman kabul edilmeyenler ile biz Marksistler aslında aynı
tanrı kavrayışında birleşiyoruz.
Allah toplumsal bir olgudur. Ve insanları eşitlemek için,
Firavunların ve Nemrutların gücünü ve keyfiliğini yok etmek için var olmuştur.
Bu nedenle Allah’ın varlığının epistemolojik bir sorun
olarak tartışılmasına; Ulusçuluğa ve Diktatörlere karşı mücadele aslında aynı
metodolojik ilkenin savunulmasından başka bir şey değildir.
11 Mart 2017 Cumartesi
Demir Küçükaydın
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
Videolarımız şu adreste:
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder