Nesnel çıkarları demokrasiden yana olan tüm toplumsal
güçleri birleştirmenin biçimsel koşullarını önceki iki yazıda ele aldık.
Bunların birincisi, farklı öznelerin bir araya gelmesi ve kendini o taleplerde bulabilmesi
için, programın, (taleplerin veya tekliflerin) Radikal, Kapsamlı ve Sistematik olması gerektiği idi. İlk yazıda bunun
ne anlama geldiğin göstermeye çalışmıştık.
İkincisi, farklı dillerin
(burada linguistik anlamda dilden söz etmiyoruz, farklı paradigmalar; gizli
veya açık varsayımlar, problematikler, söylemler, ideolojiler anlamında
kullanıyoruz dil kavramını) bir araya gelebilmesi için, sadece somut, herkesin aynı şeyleri anlayacağı bir program olması gerektiğini
yine somut örneklerle göstermeye çalıştık.
Ancak bunlar son duruşmada biçimsel özelliklerdir. Bunlar
içeriğin ne olması gerektiği üzerine yol gösterici olabilirler ama somut bir
şey söylemezler.
Ama bu biçimsel özellikler üzerinde hemen başlangıçta bu
kadar durmamızın nedeni, ancak doğru bir içeriğin bu biçimsel niteliklere sahip
olabileceğidir. Dolayısıyla bu biçimsel özelliklerden hareketle bir içeriğin
doğru olup olmadığı da anlaşılabilir. Bu yazıda demokrasi kavramının en temel
özelliklerinden hareketle bunu somutlamayı deneyelim.
*
Program en soyut ve genel ifadeyle demokrasi olmalıdır.
Peki demokrasi nedir sosyolojik olarak?
Demokrasi insanların (ya da yurttaşların) biçimsel (hukuki, siyasi) eşitliği
demektir.
Gerçek (iktisadi, sosyal)
eşitlik ise, sosyalizm, diğer bir
ifadeyle“komünizmin alt aşaması”; veya tek tanrılı dinlerin bölüşüm ve tüketim
alanında tedbirlerle kurmak istediğidir.
Eşitlik kavramının veya zorunluluklar âleminin ötesi ise komünizm, diğer bir ifadeyle “komünizmin
üst aşaması” veya tek tanrılı dinlerin “Cennet”
olarak tanımladığıdır.
Yani demokrasi, iktisadi ilişkiler içindeki konumları
haricinde, siyasi, hukuki ve kültürel vs. bakımdan insanların eşit olmaları
demektir.
Bu iki farklı eşitlik, yani sosyal (gerçek veya iktisadi)
eşitlik ile biçimsel (hukuki, siyasi) eşitlik arasındaki ilişkiler elbette son
derece önemlidir. Bu ilişkilere hangi yasaların yön verdiği ise ancak tarihten
ve toplumsal ilişkilerin gözleminden çıkarılabilir ve en kısa ve özlü biçimde
şöyle özetlenebilir.
Biçimsel bir eşitlik olmadan gerçek bir eşitlik mümkün olamaz.
Ama bir sosyal yani gerçek eşitlik (ya da sosyal eşitsizliklerin nispeten daha
küçük farkları) olmadan da biçimsel bir eşitliğin kalıcı olmadığını ve
olamayacağını tarih göstermiştir. Örneğin, tek tanrılı dinler, özellikle Hıristiyanlık
ve İslam, Allah aracılığıyla insanları biçimsel olarak eşitler. Ancak tarih bir
süre sonra Allah’ın devletin ve eşitsizliklerin bir aracı haline getirildiğini
göstermiştir. Bu aslında sosyal eşitlik olmadan biçimsel eşitliklerin fazla
yaşayamayacağı yasasının bir tezahüründen başka bir şey değildir.
Ama bu konuyu ve ilişkiyi şimdilik bir kenara koyalım. Şimdi
esas sorun biçimsel eşitliğe (Demokrasiye) ulaşmak. Çünkü o, işin olmazsa olmazı.
Biçimsel eşitlik şu anlama gelir: kimse, dininden, dilinden,
renginden, etnisinden, siyasi fikirlerinden, estetik zevklerinden, kültüründen
vs. dolayı farklı bir muameleye uğrayamaz ve uğramamalıdır.
Bunun tek yolu da, Politik olanın, yani devletin dili, dini,
kültürü, estetik zevki, rengi olmaması; diğer bir deyişle devletin dil, din,
etni, ırk, soy, sop, kültür vs. körü olması veya tersinden bir formülasyonla
dilin, dinin, rengin, etninin, soyun, kültürün vs. politik bir anlamı ve
sonucunun olmamasıdır.
Bu kadar sade ve basit.
Bu kadar sade ve basit.
Ama bu basitlik hala Türkiye’de hiçbir partinin programında
olmadığı gibi, entelektüel dünyada bile ne tartışılır ne de bir yankı bulur. Bunu
bugün Türkiye’de somut ve açık olarak savunan hiçbir politik güç, entelektüel
akım vs. yoktur. Esas sorun da zaten buradadır. Bütün politik çıkmazların,
toplumsal muhalefetin ve demokratik hareketin zayıflığının nedeni de budur.
*
Türkiye’de devlet Türk’tür ve Sünni Müslüman’dır.
Dolayısıyla Türkiye’de demokrasiden söz edilemez.
Demokrasi ancak devletin Türk ve Müslüman olması son
bulduğunda; devletin dili ve dini olmadığında olabilir.
Böyle Türklük ve Sünni İslam’la tanımlanmış bir devlet ve
ulusta, ancak, tıpkı eski İyonya (Yunan) ve Grek (Helen) kentlerinin birer köle
sahipleri demokrasisi olması gibi, Türklerin ve Sünni Müslümanların demokrasisinden
söz edilebilir.
Ama demokrasinin kendisi insanların ve yurttaşların biçimsel
eşitliği anlamına geldiğinden, “Türk Demokrasisi” veya “Müslüman Demokrasisi”
gibi bir kavram, “yaşayan ölü” gibi bir oksimorondan başka bir şey olamaz.
(Burada bir başka sonuç daha çıkar. Devletin herhangi bir
dilinin, dininin, etnisinin., ırkının, tarihinin vs. bulunduğu devletler ve
uluslar demokratik değildir ve olamazlar. Aslında bunlar demokrasiye karşı
birer karşı devrimi temsil ederler ve karşı devrimin ürünüdürler. Diğer bir
deyişle, demokrasi mücadelesi aslında bir karşı devrimi ortadan kaldırma
mücadelesidir.)
Şimdi bu radikallik,
kapsayıcılık ve sistemli olma niteliklerini örneğin dil konusunda (Burada
lingüistik anlamıyla dilden söz ediyoruz) somutlayalım.
Demokrasi dil konusunda her şeyden önce şu anlama gelir: devletin dili olamaz. Yani demokrasinin
aracı olan bir devlette resmi dil olamaz.
Çünkü Resmi Dil, insanların öğrenmek ve konuşmak zorunda oldukları bir dildir.
Çünkü devletin dilinin olması demek, bu dilin diğer diller
karşısında imtiyazlı olması demektir. Eşitsizlik demektir. Demokrasinin en
temel ilkesinin, biçimsel eşitliğin, bunun dillerdeki ifadesi olan dillerin
eşitliğinin yok edilmesi demektir.
Demokraside, herkesini istediği dili ana dil olarak seçme ve ana dilinde eğitim, konuşma, yazma hakkı olur. Herhangi bir dili öğrenme ve
konuşma zorunluluğu olmaz. Çünkü
böyle bir zorunluluk o hakkın inkârı ve çiğnenmesi anlamına
gelir.
Demokratik bir ulusta, devletin görevi, insanların bu
hakkını gözetmek, garanti etmek, çiğnenmesini engellemek, yani bu eşitliği
sağlamak ve korumaktan ibaret olur.
Görüldüğü gibi, Demokraside Radikallik (devletin dilinin, resmi dilin olmaması); Kapsayıcılık (Hiçbir dilin resmi
olmaması); ve Sistemlilik (Devletin dili
gibi, dini, soyu, tarihi, kültürü vs. de olmaması) birbirinden ayrılmaz bir
bütündür.
Şimdi, HDP programına bakarsanız şunu görürsünüz; Devletin
Türklükle ve Türk diliyle tanımlanmış olmasını, yani bir resmi dilin olmasını
ve bu dilin de Türkçe olmasını sorun etmediği gibi; özyönetimlerin de kendi
resmi dillerinin olmasını; hatta her dili politik bir tanıma konusu haline
getirmektedir.
Ayrıca bunu da, en küçük bir somutluk olmadan somut herkesin
aynı şeyi anlayacağı somut talepler olarak değil; ilkeler bildirisi biçiminde bunu yapmaktadır.
“Partimiz, Türkiye
gibi çok kimlikli, çok kültürlü, çok dilli ve çok inançlı bir ülkede tüm
farklılıkların hiçbir baskı ve ayrımcı uygulamaya maruz kalmadan varlığını
korumasını ve geliştirmesini savunur. Halklarımızın eşit ve özgür yurttaşlık hukuku
içerisinde yaşama hakkına sahip olduklarını temel bir ilke olarak kabul eder.
Partimiz,
halklarımızın eşit, özgür ve barış içinde gönüllü bir ortak gelecek
kurabilmelerinin önündeki başlıca engel olan, farklılıkların inkârına dayanan
‘tek’çi anlayışın ortadan kaldırılmasını gerekli ve zorunlu görür, asimilasyona
ve inkârcılığa karşı her düzeyde mücadele eder.
Kürt halkının kendi
kaderini tayin hakkını savunan ve bunu ilkesel yaklaşım çerçevesinde
değerlendiren partimiz, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kürt halkının varlık
ve haklarının mutlak inkârıyla çözümsüzlüğe mahkûm edilen Kürt sorununun,
barışçı, demokratik, eşit haklara ve gönüllü birliğe dayalı çözümünü savunur ve
bunun için mücadele eder.”
Bu koca koca lafların ve paragraflar boyu ilkelerin bir tek
anlamı vardır: Devlet diğer kültür ve dilleri de tanısın. Yani devletin bir
resmi dili olması reddedilmemekte; ama diğer kültür ve dillerin tanınması,
onlara ayrı muamele yapılmaması talep edilmekte; yani aslında diğerleri de
politikleştirilmekte; bu alanın politika dışına çıkması talebi bulunmamaktadır.
Dilin politik alandan dışlanması başka bir şeydir; bütün
dillerin politize edilmesi başka bir şeydir. Bu tıpkı, devletin diğer dinleri
de tanımasını, onlara farklı muamele yapılmamasını istemek gibidir. Bu
demokratik değildir; gerici bir taleptir.
Bu durum HDP’nin de benimsediğini söylediği, Demokratik Toplum
Kongresi’nin yeni kabul edilen bildirge programında çok daha açık olarak
görülmektedir:
“7. Her kademede eğitimin özyönetimlere bırakılması. Türkçe’nin yanı
sıra bütün anadillerin de eğitim ve öğretim dili olması. Eğitim müfredatında
genel müfredat dışında yeni demokratik anayasa, evrensel değerler ve insan
hakları çerçevesinde yerelin tarihi, kültürel ve toplumsal özgünlükleri ve
ihtiyaçları temelinde müfredata eklemeler yapılması. Türkçenin yanında yerel
dillerin de resmi dil olarak kabul edilmesi.
Şimdi bir de yıllardır bizim “Çatı Partisi”, “Demokrasi
İçin Birlik Hareketi”, HDK ve HDP’ye defalarca önerdiğiniz, ama bir
kere gündeme alınmasına, okunmasına bile keyfi olarak müsaade edilmemiş
programın bu konudaki son derece basit iki maddesine bakalım:
“Gerçek bir eşitlik için;
ulusun tanımından her türlü dil, din, tarih, "etni", soy, kültür,
"ırk" belirlemesi kalkmalı, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı
tanımlanmalıdır.”
Başlığı altında, konumuzla ilgili bağlamda programatik
bir metin olarak son derece somut şu üç talep bulunmaktadır.
“• Herkesin
istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır.
• Ortak bir
konuşma ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil
olacağına demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler.
• Okullarda
herkes ana dilinde, ama aynı ortak tarihi, edebiyatı vs. okumalıdır. Bu kitaplar
ülkedeki ve komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden,
kültürlerden, cinslerden eşit miktardaki temsilcilerce ortaklaşa yazılmalıdırlar.”
Son derece net, açık, bütün
kaçış ve farklı yorumlama yollarını tıkayan, biçimsel kurallardan ibaret; son
derece devrimci, demokratik ve radikal; ulusun Türklükle veya herhangi bir
dille tanımlanmasına son veren üç madde.
Burada radikalliğin nasıl
somutluğu ve iç tutarlılığı zorladığı somut olarak görülmektedir. Radikal,
tutarlı veya gerçek bir demokrat olmadığınızda; ister istemez ağzınızda lafı geveler,
nereye çeksen oraya gidecek ilkeler koyarsınız.
*
Diller konusuna girmişken önce, çok karıştırılan, ortak bir anlaşma dili (Lingua Franca) ve Resmi Dil farkına kısaca değinelim.
Bu farkı göstermek için, Altın para ve kâğıt para iyi bir
analoji sunabilir.
Para’nın malların mübadelesinde bir eşdeğerdir. Eşdeğerler ticareti muazzam kolaylaştırır.
Ortak anlaşma dili, tıpkı ekonomide paranın eşdeğer
fonksiyonu gibidir. Örneğin zaman zaman tuz, sığırlar vs. kullanılmış olsa da
en bilinen biçimiyle Altın, içinde taşıdığı yüksek emek miktarı, kolayca küçük
parçalara ayrılabilirlik, bozulmazlık, kopya edilemezlik gibi nedenlerle eşdeğer, yani para olarak kullanılır.
Bu bağlamda Altın yani para, siyasi değil, iktisadi
zorunluluklar; pratikliği nedeniyle eşdeğer olarak kullanılır. Bu nedenle, ortak anlaşma dili (Lingua Franca),
Altın’a benzetilebilir. Lingua Franca
siyasi bir zorunluluğa ve baskıya dayanmaz.
Resmi Dil ise, bir takım kâğıt parçalarının, devletin zoru ve tekeli ile ortak
eşdeğer olarak kabul ettirilmesine benzer.
Birincisinde siyasi ve idari bir zorunluluk yoktur, tamamen
gönüllü ve pratik olarak bir sorunun çözümüdür. Diğerinde ise, zorunluluk
vardır. Basılmış parayı kabul etmeyip, altın istediğinizde o devlet sizi polis
ve jandarma zoruyla hapse atar. Altını herkes emeği ile üretebilir; ama parayı
sadece ve sadece devlet basar. Basmaya kalkanı da kalpazan diye içeri atar.
Evet, ekonomik ihtiyaçlar, aynı yerde yaşamanın dayatmaları
vs. insanları ister istemez bir ortak dil bulmaya zorlar. Ama bu zorlama, pratik,
günlük hayata ilişkin ve iktisadi bir zorlamadır ve gerçek bir demokraside de öyle
kalmalıdır; siyasi bir zorlama (devletin bir zorlaması) olmamalıdır.
Yani diyelim ki, demokratik bir cumhuriyette resmi dil olmaz
ama yurttaşlar işleri kolaylaştırmak için, tamamen pratik, siyasi olmayan
nedenlerle oturdular tartıştılar ve bir herkesin öğrenebileceği bir ortak dilin
belirlenmesinin, siyasi, iktisadi, bürokratik, insani vs. işleri çok kolaylaştıracağında,
muazzam bir ekonomi sağlayacağında anlaştılar. Ve kendi vergilerinden oluşan
devlet bütçesinin bir bölümünün de bu ortak anlaşma dilinin öğrenilmesine imkân
sağlanması için ayrılmasına karar verdiler. Bu resmi bir dil değildir. Çünkü
burada siyasi bir baskı yoktur; ana dilinde eğitim, konuşma, yazma hakkının ortadan kaldırılması yoktur.
Hak bakidir.
Bu ortak bir dil (Lingua
France), herkesin anadilinde konuşma ve öğrenme hakkını hiçbir şekilde
çiğnemez ve çiğneyemediğinde demokrasinin bir aracı olabilir. Hatta
demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesi için bile çok önemlidir.
Yani somut olarak bu şöyle bir anlama gelir: herkesin ana
dilinde eğitim ve konuşma hakkı veridir. Ama devlet anlaşılmış ortak dilde de (Lingua
France) eğitim olanağı sunmak zorundadır. İnsanlar bu ortak dili öğrenmek ve
konuşmak zorunda değildir. Yani bu olanak (ortak bir dille işleri kolayca
halletme olanağı) hakkı (Ana dilinde
eğitim ve konuşma hakkını) ortadan kaldırmaz. Hakkı kullanıp kullanmamaya bu
hak sahipleri karar verir.
Bu baskı olmadığında, normal olarak her uygar insan hem
kendisi hem başkaları için kolaylaştırıcı, daha az zaman ve enerji israfına yol
açacağı için zaten gönüllü olarak Lingua
Franca’da işlerini yürütmekte bir mahzur görmez.
Bu durumu daha iyi somutlayabilmek için bugün dünyadaki İngilizcenin
durumuna bakalım. Globalleşmiş dünyada, ulusal devletlerin dışındaki iktisadi,
kültürel ve siyasi ilişkilerde kimseye İngilizce öğrenme zorunluluğu
getirilemez. Ama insanlar tamamen pratik nedenlerle, ilişkilerin de
zorlamasıyla İngilizce öğrenirler ve konuşurlar. Siyasi bir zorunluluk ve baskı
olmadığından kimse bu siyasi olmayan ama fiili İngilizce konuşma zorunluluğunu
bir baskı olarak hissetmez. Aksine konuşamamayı kendi eksikliği vs. olarak
görür.
İşte gerçekten demokratik bir ülkede de durum mutatis mutandis (gerekli değişiklikler
yapıldığında) tam da böyle olur ve olmalıdır.
Demokratik bir ulusta da aynı durum olur. Devletin dili
olmaz. Resmi dil olmaz. İnsanların ana dilinde eğitim hakkı olur. Herkesin isterse öğrenebileceği bir ortak dil (ki o
ülkede konuşulan bir dil olması da gerekmez. Örneğin Hindistan’daki İngilizce
gibi) resmi dil değildir. Devletin görevi bu dili öğrenme imkânı sağlamak olur.
*
Burada yine çok karıştırılan ve ulusu bir dille tanımlayan
ve bir resmi dili zorunlu görenlerin biraz da kasıtlı olarak karıştırdığı;
resmi dilin Demokrasinin gerçekleşmesi için zorunlu olduğu şeklindeki çarpıtmaya
ve ideolojik argümana değinelim.
Demokrasi, insanların eşitliği ise, toplumun sorunları
hakkında yurttaşların bilgi sahibi olmaları ve kararlara katılabilmesi gerekir.
Çok farklı dillerden insanların olduğu yerlerde bunun nasıl zor bir sorun
olduğu ve olacağı açıktır. Birçok farklı dilden insanların bulunduğu bir
toplantıda bir konuyu tartışmaya ve karar almaya çalışın bakın, nasıl korkunç
pratik zorluklarla karşılaşırsınız. Her şeyden önce çeviriler nedeniyle korkunç
bir zaman ve enerji kaybı. Ama bir de çeviriler esnasında anlamların değişmesi
gibi bir yığın sorun.
Özellikle kapitalizm öncesi tarım ve köy ekonomisine dayanan
dünyada, pazar ilişkilerinin (ve kısmen de büyük merkezi imparatorlukların)
yokluğu nedeniyle, demokrasi, yani yurttaşların sorunlar hakkında tartışıp,
ülkedeki sorunlar üzerine partilerin, farklı programların oluşması ve kararlar
verilebilmesi pratik olarak da neredeyse olanaksızdı. Biraz da bu nedenle demokrasi
ancak küçük ve doğrudan topluluklarda (köy komünlerinde, kentlerde, burglarda
(örneğin Hansestad’larda) mümkün olabiliyordu.
Fransız Devrimi olduğunda Fransa’nın onda biri “Fransızca”
konuşur durumdaydı. Bu durumda, Fransız Devriminin yurttaşlık ideali ile
dillere bölünmüşlük arasında bir gerilim, bir çelişki de vardı. Bu nedenle, o
zamanlar belli bir dilin öğrenilmesinin zorunlu kılınması; devrimin eski toplum
üzerinde zorla egemen olmasının, örneğin tıpkı krallığı veya asillerin
imtiyazlarını tasfiye etmenin, bir aracı, eşit ve kendi hakkında kararlar
verebilecek yurttaşları yaratmak için bir ilaç gibi görülüyordu.
Orada amaç, bir dil aracılığıyla başka dilleri baskı altına
almak değil; aksine, imtiyazlara, ortaçağın köleleşmiş ilişkilerine karşı modern
yurttaşlar yaratmaktı. Tam da böyle olduğu için, örneğin Alsace Loren’deki
Almanca konuşanlar Fransız yurttaşı olmaya ve Almanca konuşup öğrenmeye devam
ediyorlar; Fransızcanın resmi dil olmasını bir baskı olarak algılamıyorlar;
aksine eski rejimin baskısından kurtuluşun bir aracı olarak görüyorlardı. Yani
o durumda bile bu standartlara ulaşma ve demokrasiyi mümkün kılma aracı olarak
bir resmi dil, diğer bir dili konuşanlara karşı bir baskı aracı değildi;
devletin ve ulusun bir dille tanımlanması anlamına gelmekten uzaktı.
İşte bu tamamen eşitlikçi kaygılardan kaynaklanan bu tarihsel
olguya bakarak, Türk devleti ve milliyetçileri, devletin ve ulusun dil
üzerinden (Türkçe) tanımlanmasını devrimcilik olarak göstermeye çalışıyorlar.
Burada hem Fransız deneyiminin yan etkileri önceden görülememiş tedbirlerinin (Bir
resmi dilin, dillerin eşitliği ilkesini zedelediği) olumsuz etkileri
(reziletleri) birer ideal gibi (Fazilet) koyulmaktadır; hem de Fransız
Devrimi’nde demokrasinin ve eşitliğin aracı olarak düşünülmüş bir araç;
eşitsizliği savunmanın bir aracı haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Zaten bütün karşı devrimler, devrimlerin bayraklarıyla iş
görürler. Onların içeriğini boşaltıp, bütünüyle gerici bir anlam ve işlev
yüklerler.
*
Bu dil örneğinde hemen görüleceği gibi, radikallik, en ideal
demokrasiyi istemek demektir.
Ve herkese ana dilde eğitim istediğinizde ancak tüm dili
nedeniyle ezilenleri birleştirebilir ve egemen dilden olanları da birer
demokrat olmaya; yani kendini dönüştürmeye davet edebilirsiniz.
Her bir bölgede çoğunluk olanların kendi dillerini o bölge
için resmi dil yapmaları ve dillerinin tanınması için mücadelelerinin demokrasi
ile ilgisi yoktur. Bu amaca ulaşıldığında, yani devlet diğer dilleri de tanıdığında,
o insanlar, birer milliyetçi (Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Arap vs.) olmaktan çıkıp
birer demokrata dönüşmüş olmazlar.
HDP’nin ve DTK’nın programı ve talebi ise özünde, tam da
budur. Türklerin çoğunlukta olduğu yerde Türkçe; Kürtlerin çoğunlukta olduğu
yerde Kürtçe “resmi dil” olsun demektedirler. Bu demokratik bir program
değildir.
Ezilen bir dilin mensuplarının, kendi dillerinin de resmi
bir dil olması için mücadelesi Alevilerin Cemevi de ibadet yeri olarak tanınsın
demesine benzer. Demokratik değil, özünde gerici bir taleptir. Hem demokratik,
hem de tüm ezilen dinlerden olanları birleştirebilecek ve ezen dinden olanları
da birer demokrata dönüştürebilecek olan talep, Camilerin de tanımamasıdır. Camilerin,
imamların, müezzinlerin bütünüyle cemaatin gönüllü bağışlarıyla tıpkı cem
evleri ve dedeler seyitler gibi olmasıdır.
Ya da diğer dillerin de tanınması ve resmi dil olması, tıpkı
ortaçağdaki köylü isyancıların, yıktıkları krallar yerine isyanın önderini yeni
bir Kral yapmalarına benzer. Çin’deki Taipingler özünde bir köyü isyanının
ortaya çıkardığı bir hanedandı. Benzer şekilde, bugün dünyadaki ulusal kurtuluş
savaşlarının neredeyse hepsi, bir dil, din vs.’ye dayanan birer ulusal hareket
olmaktan çıkmazlar ve tam bu nedenle de birer demokratik devrim başaramazlar ve
başaramamışlardır.
*
Burada yine çok karıştırılan, eğitimin içeriği konusuna, yani okulların
ayrılması konusuna kısaca değinelim. Bu konuda HDP ve DTK aslında fiilen
okulların ayrılmasını talep etmektedirler. Bu aslında son derece gerici bir
taleptir. Bütün dünyada en gerici partiler tarafından savunulmuştur ve
savunulur.
Okulların ayrılmasına Marksistler ve tutarlı demokratlar her
zaman temelden karşı çıkmışlardır. Okulların ayrılması, diyelim Kürtlerin Kürt
okuluna, Ermenilerin Ermeni okuluna, Rumların Rum okuluna Türklerin Türk
okuluna gitmesidir. Bu her zaman en gericilerin talebi ve uygulaması olmuştur.
Okulların ayrılması nedir? Önce bunu netleştirelim.
Okulların ayrılması, okulların mekân olarak ve/veya dil
olarak ayrılması ile karıştırılmaktadır.
Okulların ayrılması mekânların ve binaların ayrılması
değildir sadece. Genellikle bir ırkçılığın olduğu yerlerde bu biçimlere de
bürünür. Siyahların beyazların okullarına gidememesi gibi. Türkiye’de (“azınlıkların”)
örneğin Ermenilerin okullarının ayrı olması gibi.
Keza herkesin ana dilinde eğitim hakkı okulların ayrılması
gibi algılanmaktadır.
Elbette aynı ana dile sahip olanlar aynı okula ya da sınıfa
giderler. Farklı ana dillerin aynı dershanede eğitim görmesi ancak çok sınırlı imkânlarda
zorunlu olarak başvurulabilecek bir çözüm olabilir. Ama bu okulların ayrılması
anlamına gelmez. Okulların ayrılması ana dilde öğrenilenin içeriğine
ilişkindir.
Aynı binada hatta aynı dilde, diyelim ki resmi bir dil var
ve herkes dersleri Türkçe görecek, buna mecbur. Ama her dile ve kültüre, Türkçe
dilinde farklı bir tarih, edebiyat, dersi verilecek. Örneğin resmi dilde (Türkçede),
Kürtler Kürt Tarihi ve edebiyatı, Türkler Türk Tarihi ve edebiyatı, Ermeniler
Ermeni Tarihi ve edebiyatı okuyorsa, bu okulların ayrılmasıdır.
Ya da şöyle de olabilir bu okulların ayrılması: Türkler Türkçede
Türk Edebiyatı ve Tarihi, Kürtler Kürtçede, Kürt Edebiyatı ve Tarihi, Ermeniler
Ermeni edebiyatı ve Tarihi okuyorlarsa elbette bu da okulların ayrılmasıdır.
Burada herhangi bir dil üzerine baskı yok gibi görülür. Hepsine eşit muamele
varmış gibi görülür. Ama burada Tarih, Edebiyat ve Dil aslında politize olmuştur.
İçeriği devlet belirlemektedir. Ve bu eşitsizlikleri ve ulusal, kültürel düşmanlıkları
besler.
İşte HDP ve DTK’nın savunduğu aşağı yukarı böyle bir şeydir.
Devletin bütün dilleri ve kültürleri tanıması özünde okulların ayrılmasından
başka bir anlama gelmez.
Demokratik bir cumhuriyette, herkes, kendi ana dilinde (yani
mekânlar pek ala ayrı olabilir) ama aynı
tarihi, edebiyatı vs. okur. Yani eşitlik esas olduğundan örneğin bu
dillerden birinin tarihi ve edebiyatı olmayacaktır ve olamaz.
Herkesin ana dilinde ama aynı tarihi ve edebiyatı okumasının
bir tek biçimsel çözümü olur: tüm dillerden, dinlerden, kültürlerden,
cinslerden eşit sayıda ve onların içindeki farklı eğilimleri de yansıtacak
çoklukta yine o dilden olanlarca seçilmiş bir heyetin yazacağı ortak tarih ve
edebiyat okutulur. Tıpkı herkesin kendi dilinde ama aynı fiziği, biyolojiyi
okuması gibi.
Yani aslında bu tarih, pratik sonucu itibariyle dillerin
veya ulusların bir tarihi olmadığına dair bir tarih olur. Edebiyat fiilen bir
dünya edebiyatı olur.
Devletin belirleyebileceği budur.
Elbette kendini Türk olarak veya Kürt olarak veya Ermeni
olarak kabul edenler; kozmopolit ve ulussuz kabul edenler vs. “kendi” tarihlerini araştırmak, okutmak, yaymak; edebiyatını yaşatmak vs. için birlikler
kurabilir, dersler, kurslar, sempozyumlar düzenleyebilir, yayınlar yapabilir
vs.. Ama bunlar tıpkı farklı dinlerin ve cemaatlerin faaliyetleri gibi olur. Devlet
buna karışamaz ve içeriğini belirleyemez. Bu fikir ve örgütlenme özgürlüğünün
somut bir biçiminden başka bir anlam taşımaz.
Bunun dışındaki her türlü çözüm okulların ayrılması anlamına
gelmektedir. Ve ancak böyle bir çözümle Türkler de bu demokrasi mücadelesine
kazanılabilirler ve demokrata dönüştürülebilirler; yani kendi imtiyazlarına
karşı bir mücadeleye çekilebilirler.
*
HDK ve HDP’nin programı dolayısıyla stratejisi baştan aşağı
yanlış olduğu; demokrat olmaktan uzak olduğu için Kürt hareketi Türkiyelileşememektedir.
Türkiyelileşme Kürtlerin üzerindeki Ulasal baskıya karşı mücadeleyi esas sorun
olmaktan çıkarma gibi algılanmaktadır. Bunu sadece Türkler ve Türk ulusçuları
değil; Kürt ulusalcıları da böyle algılamaktadır. Aslında bütün zıt görünümlerine
rağmen ikisi de aynı anlayıştadır.
Türkleri aptal yerine koyup, korkmayın biz ayrılmak
istemiyoruz diyerek Türkler kazanılamaz. Hem Türkler hem de Kürt ulusalcıları bunun
bir tür “takiye” olduğunu düşünmektedir.
Türklere açıkça şunu söylemelidir Kürt Hareketi: evet Kürtlüğün
de tanınması eninde sonunda bölünmeyle sonuçlanır. Devlet ve ulus yani politik olan
Kürtlük ve Türklük ile tanımlandığı sürece, Türkler veya Kürtler birlikte
yaşama iradeleri kendilerine ait olacağından bugünkü konjonktürde birlikte
olsalar bile, eninde sonunda ayrılırlar büyük bir olasılıkla. Ve bu ayrılmayı,
Kürtlerin isteyeceğini sanmak da yanlıştır. Muhtemelen, Avrupa Birliği’ne kapağı
atmak isteyen Türkler, tıpkı İtalya’daki Liga Nord gibi veya Katalan gibi, bunu
ilk isteyenler olacaktır.
Bu açmazdan çıkmanın tek yolu, Kürtlerin ve Türklerin,
demokratlaşmalarıdır; Türklüğün ve Kürtlüğün hiçbir politik anlamının olmadığı;
demokratların ulusu Kürtlük ve Türklükle tanımlamak isteyenlere karşı mücadele
ettiği ve onlar üzerinde bir diktatörlük kurduğu bir ülkede bölünme olmaz.
Bunun tek yolu da Kürtlüğün de tanınması değil; Türklüğün de
tanımamasıdır.
Sorun “Kürt Sorunu” değil, Türk sorunudur; ulusun ve
devletin Türklükle tanımlanmış olmasıdır.
Tüm dillerin eşitliği ve herkesin ana dilinde eğitim,
konuşma ve yazma hakkıdır.
Okulların ayrılması değil, herkesin ana dilinde aynı ortak
tarihi ve edebiyatı okumasıdır.
Bu kadar basit.
“Demokratik Modernite”, “Demokratik Cumhuriyet”;Demokratik
Ulus budur.
Ne var ki, HDP ve DTK bunların hiç birini somut olarak
savunmamaktadır.
Kongre ve Konferansların yapması gereken ilk iş sistemli,
radikal, kapsamlı, somut taleplerden ibaret bir programdır.
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder