7 Ekim 2015 Çarşamba

Bilim, Sanat, Politika ve Milliyetçilik

Bu yılki Nobel kimya ödülünü, İsveç’ten Thomas Lindhal, Amerika’dan Paul Modrich ve yine Amerika’dan (Mardin doğumlu ve çifte vatandaş) Aziz Sancar kazanmışlar.
Türkiye’de muhalif ve demokrat olduğu düşünülenlerin bile nasıl gerici birer miliyetçi olduğu, Sancar’ın Türk mü, Kürt mü, Arap mı olduğu tartışmalarına yansımış.
Milliyetçiler insanların tıpkı gölgeleri gibi olmaszsa olmaz milliyetleri olacağını varsayarlar ve gerici milliyetçiler de bu milliyetin dille ya da soyla veya ırkla, dinle belirlendiğini varsayarlar.
Ama bu gerici milliyetçilik sadece Türkiye’de yok. Bütün dünyada bu milliyetçiler aynıdır. Sadece kiminde daha rafine ve ince, kiminde daha kabadır.
Aşağıda Almanya’da bu işin daha rafine ve ince biçimde yapıldığına dair eski bir yazımız yer alıyor.
Bu vesileyle Albert Einstein’i de anmadan geçmeyelim. Yüz yıl önce, 1915’te, bu yazıda söz konusu da olan Albert Einstein Genel Relativite Teorisi’ni son şekliyle formüle etmişti. 25 Kasım 1915’te yayınlanan bu teori, üç buçuk sayfa kadardı.

Bu vesileyle bu büyük dâhiyi de anmış olalım.
Bilimi bilim olarak ele almak, demokratik bir politikanın hem olmazsa olmaz koşuludur; hem de sonucudur.
Tam da bu bağıntı hedeniyle bizim politikamız bilimsel, bilimimiz politiktir; ahlakımız politik, politikamız ahlakidir; bilimimiz ahlaki; ahlakımız bilimseldir.
07 Ekim 2015 Çarşamba
Demir Küçükaydın

 “Almanların En İyisi” Olarak Marks Veya Yenilgide Zaferi Kutlamak

Geçenlerde Almanya’da Alman ZDF televizyon kanalının düzenlediği “Almanların en iyisi” adlı programda Marx, Adenaur ve Luther’in ardından üçüncü geldi. Bunu birçok sosyalist önemli bir zafer olarak gördü. Eğer Marks birinci gelseydi, ki uzun süre de önde götürdü, sosyalistler bunu da bir zafer olarak kutlayacaklar ve bundan gurur duyacaklardı.
O sosyalistlerin anlamadığı ve bizzat kendileri o paradoksun ifadesi oldukları için anlamayacakları, Marx’ın “Almanların en iyisi” veya en iyilerinin üçüncüsü olarak seçilmesi “zaferinin”, Marx’ın ve Marksizm’in yenilgisi olduğudur.
Ama buna geçmeden önce yarışma ve sosyalistlerin hali pür melali hakkında birkaç saptama yapmak yerinde olacak.
*
Elbette böyle bir yarışma bir çok bakımlardan ele alınabilir.
Örneğin, şimdi hemen her ülkenin televizyonunda da tekrarlanan, “Almanya (veya her hangi bir ülke de olabilir bu) süper starını arıyor” tarzındaki aptallaştırıcı bir medya gösterisinin özgül bir versiyonu olarak ele alınabilir ve medya sosyolojisi açısından eleştirilebilir. Medyanın artık kendisini haber haline getirmesi ve kendi haberlerini de yaratarak gerçekliğin yerini alması ve bunun da bir gerçeklik haline dönüşmesi, (örneğin No Angels grubunun bizzat medya tarafından yaratılması çıkarılması gibi) dairenin tamamlanması olarak; bu sürecin özgül bir fenomeni olarak, ele alınabilir. Zaten Der Spiegel, Die Zeit gibi ciddi burjuva gazete ve dergileri, olayı bu açıdan değerlendiren haber yorumlar yayınladılar ve programı Alman televizyonlarında görülen en kötü programlardan biri olarak tanımlamakta ve alayla karşılamakta gecikmediler.
Bu anlamda, zaten, Marx’ın medyanın aptallaştırıcılığının bir aracı olarak üçüncü olması, başlı başına bir zaferde yenilgidir. Ve bu anlamda, üçüncülüğü kutlayanlar, yenilgilerini zafer olarak kutlamaktadırlar.
*
Ya da bu program ve yarışma, “Gösteri Toplumu”, “Eğlence Toplumu” gibi kavramlarla ifade edilen, Türkçe’de Yaşantı denebilecek (“Event”, “Erlebnis”)in, yaşamın (Leben) ve tecrübenin (Erfahrung) yerini almasının somut bir örneği olarak ele alınabilir.
Modern kapitalizm ve medya her şeyi öylesine metalaştırmıştır ve tıpkı metalarda olduğu gibi ambalaj ve vitrin öylesine belirleyici olmaktadır ki, tıpkı ambalajın içindeki kullanım değerinin, adeta ambalajın bir aracı haline gelmesi gibi, yaşam ve tecrübe de yok olmakta, bir tür ambalaj gibi olan yaşantı (“event”) hayatın biricik amacı ve kendisi haline gelmektedir. Bu program elbette böyle bir anlama da sahipti. Artık örneğin Marks ya da fikirleri değildir artık önemli olan, yarışmanın bir yaşantı olarak kendisidir. Artık, Marks, yarışma dolayımıyla bir anlama sahiptir.
Bu anlamda ele alındığında da bir yenilgiden başka bir şey değildir. Burada Marx, Marx olarak yoktur artık. O sadece eğlenceye ve gösteriye hizmet eden bir araçtır. Zafer olarak kutlanacak bir yanı yoktur. Baştan aşağı yenilgidir.
*
Ya da bu programı, nispeten daha tarihsel bir bağlamda, Almanların ruhunda ve anlayışlarındaki bir dönüşümün belirtisi olarak ele alabilirsiniz. Savaş sonrasında, ellilerin başında yapılan benzeri bir ankette birinciliği Birmarck, ikinciliği Hitler alıyordu. Hitler ancak altmışlardan sonra, biraz da hileyle, Alman değil Avusuturyalı olduğu söylenerek ve oyun dışında tutularak aşağılara düşürülmüştü. Böyle bir bağlamda ele alındığında, bu yarışma, Almanların artık, “bakın biz de uygar uluslar ailesinin diğerlerinden farklı değiliz, artık geçmişimizi İsa’nın çarmıhını sırtında taşıdığı gibi taşımamıza gerek yoktur” demeleri olarak ele alınabilir. Dolayısıyla da, Alman Burjuvazisinin artan kendine güveninin ve güneşin altındaki yerini isteyişinin bir ifadesi olarak da yorumlanabilir.
Böyle bir bağlamda da; Marx’ın üçüncü olmasının, De Gaulle’nin “Sartre Fransa’dır”, veya Demirel’in onu taklit ederek “Yaşar Kemal Türkiye’dir” demesinden farkı yoktur. Bu, “Marks Almanların en iyilerinden biridir” diyecek cesaret ve kendine güvene tekrar ulaştığını gösterir Alman burjuvazisinin. Burada, burjuvazinin, kendine güveni ve en muhalif unsurları bile kültürün ve ulusal kimliğin bir aracı olarak kullanışı söz konusudur ki, yine bir yenilgidir.
“Majestelerinin komünistleri” gibi bir durum söz konusudur. Bir zamanlar Engels, İngiliz sosyalistlerindeki burjuvalaşmayı anlatırken, Burjuvazinin kendileri hakkındaki övücü ifadeleriyle gururlandıklarını söyleyerek onlarla alay ederdi. Engels döneminin sosyalistleri, hiç olmazsa, Lortların ya da Kraliçenin övgüleriyle gururlanıyorlarmış ama hiç olmazsa burjuvazi tarafından övülmek için yarış içinde değillermiş. Şimdikiler Alman burjuvazisinin, kendilerini övmesi için, övülecek değerde olduklarının anlaşılması için çabalıyorlar. Bu çabayı gösterenler ister Gysi gibi, Marx’ı Birmarck karşısında programda savunanlar, ister oy vermeye çağıranlar, ister oy verenler olsun fark etmez. Engels’in zamanının sosyalistleri ne kadar masummuş bu günkülerin yanında. Bu anlamda, yani burjuvazinin kendisine güveni, “Marks Almanya’dır” demesi; onu kendi kültürünün bir unsuru olarak görmesi anlamında bir yenilgidir. Zafer olarak görülecek bir yanı yoktur.
*
Ya da bu programı, benzer bazı diğer gelişmelerle birlikte, bir “Zeitgesit” (Zamanın Ruhu) ifadesi olarak ele alabilirsiniz. Son zamanlarda, Almanya’da, Bern Mucizesi (Alman Futbol takımının savaş sonrasında ilk kez şampiyon olması); Lengede Mucizesi (Bir maden ocağındaki göçükte kalanların kurtarılması, her ikisi de savaş sonrasındaki yükselişin başlangıç yıllarından) gibi, Alman ulusunun zor zamanlarda pek durarak dayanışma içinde, ulusal bir ruhla mucizeler başarabileceği mesajları veren filimler; moda desinatörlerinin defilelerini “Mutter Erde Vater Land” (Ana Yeryüzü, Baba Vatan) gibi bir konuyla vermeleri ve Kartal (Almanya’nın sembolü), D Harfi (Deutschland’ın D’si), siyah, kırmızı ve sarı renkleri (Alman bayrağının renkleri) öne çıkararak Almanya’ya “ilanı Aşk” etmesi gibi, Almanya’daki “Zeitgeist”ı yansıtan fenomenler bağlamında ele alınabilir. Bu anlamda da, Marx da o “Alman mucize”lerinden biri olarak yerini almakta ve Almanya’ya ilanı aşkın sembollerinden biri olmaktadır.
Bir sosyalist için, bu anlamda da, bunun gururlanacak bir yanı yoktur. Marx’ın üçüncülüğünden sosyalizme pay çıkarmak, yenilgide zafer görmektir.
*
Ya da bu programı ve yarışmayı, onun sonuçlarını vs. bu günkü Alman toplumunun eğilimlerinin ve özlemlerinin bir ifadesi olarak da alabilirsiniz. Örneğin, Adenaur’un seçilmesi, şimdi sosyal devletin budandığı, geleceğe ilişkin belirsizliklerin ve korkularının arttığı bir dönemde, elli ve altmışların güvenilir, istikrarlı büyüme ve sağlam bir gelecek beklentilerinin bir ifadesi veya Hükümetin politikasına karşı bir protesto; Luther’in ikinci olması, artık terk edilen Keynezyan Sosyal Demokrat gelenek ve özlemlerin, Adenaur’a karşı bir dengesi. Marks da –büyük ölçüde PDS’in örgütlü çabalarıyla eski DDR eyaletlerinden oy aldığından- Doğu Almanların hayal kırıklıklarının ve protestosunun bir yansıması olarak görülebilir. (Yarışmada Marx’ı savunan Gysi bile eski Doğu Almanya olmasaydı Marx’ın ilk ona giremeyeceğini kabul etmişti.)
Bu yorumda bile, bir protestonun ifadesi olarak Marks, geleceğe yönelik bir vizyonu ve programı değil, geçmişe bir özlemi ve bir protestoyu ifade etmekten öteye gitmediği için, üçüncü ya da birinci olması, bir yenilginin, geleceği olmayışın bir ifadesi olarak, yine yenilginin bir zafer olarak görülmesinden başka bir anlama gelmez.
*
Ya da yarışma ve Marx’ın üçüncü olması, bütün bunların hepsi ve daha burada değinilmeyen nice yönlerin bir bileşkesi olarak ele alınabilir, bütün yukarıda sıralanan ve sıralanmayanlar, o karmaşık toplumsal fenomenin, anlayabilmek için bileşenlerine ayrılması, analiz edilmesi; çeşitli yanlarının birbirinden soyutlanması olarak görülebilir.
Ciddi burjuva basını, bizim yorumumuz olan yenilgi olarak görme kısmı hariç, bu yönlerden birini veya bir kaçını öne çıkararak yorumlar yapmıştır. Burjuvazi, her biçimde kendi egemenliğine hizmet eden bu programla bile alay edebilmektedir. Aslında bizzat burjuva basınında ifadesini bulan bu yorumlar, Alman burjuvazisinin, ne kadar kendine güvenli olduğunun, gereğinde kendisiyle alay edebildiğinin bir ifadesidir.
*
Burjuvazi, her bakımdan kendisinin ideolojik ve politik egemenliğine ve zaferine hizmet eden böyle bir programla aynı zamanda alay edebilirken, sol basın burjuvazinin bu zaferine nasıl katkıda bulunacağıyla uğraşmaktadır. Esas korkunç olan ve büyük yenilgi buradadır.
Sol basın, Marx’ın oy oranlarının nasıl arttırılacağına ilişkin taktikler vermektedir bu yarışmada, tıpkı Türkiye’nin Hürriyet gazetesinin, Time’ın yaptığı yarışmada veya Eurovizyon yarışmalarında Türkleri oy vermeye çağırması ve bunun için taktikler vermesi gibi.
Örneğin, Neues Deutschland gazetesi şöyle yazıyor:
“Neues Deustchland günde elli binden fazla satıyor ve yuvarlak hesap 200.000 insan tarafından okunuyor. Eğer bu okuyucuların yarısı, 24 sente kıyıp, Marx için otomatik seçim numarasını çevirirse (013769090-98) Marx’ın en iyi üç arasındaki yeri garantilenir. Ve bu 28 Kasım’a  kadar kalan beş günde, herkes günde bir kere Marx’a telefon ederse, bütün telefonlar sayıldığından, büyük bir olasılıkla, Marks en iyi olacaktır. Bu, iyi bir iş için, kişi başına  toplam 1,20 Euro masraf demektir ki, politik atmosferi etkilemek için küçük ama çok değerli bir sinyal yollamış olursunuz. Gerçi bundan Telekom da kazanıyor ama olsun. Bir çok kez telefon etmenin pek de dürüst olmadığını düşünenlere de şu denebilir: Televizyon demokrasisi böyle oluyor, yoksa D. Küblböck 16 ıncı olamazdı. Veya, Marx’ın Hegelci Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde dediği gibi, “kendi şarkımızı söyleyerek taşlaşmış ilişkileri dans etmeye zorlamalı”yız. O halde Marx’la birlikte dansa. Başkaları da gelebilir.”
“Final günü olan 28 kasım, aynı zamanda Marx’ın arkadaşı Friedrich Engels’in 183’üncü doğum günüdür. (Telefonla arayarak) Sosyalist hümanizmin büyük teorisyenlerinden biri için Doğum günü hediyesi de vermiş olursunuz.”
Eh Hürriyet’in sosyalisti de böyle olmalı, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nden alıntılar yapıp biraz da medya eleştirisi katmalı ki, bu pisliği  böyle baharatların kokusuyla egzotik bir yemek gibi yutturabilsin.
Bizzat ciddi burjuva basınının kendine güveni ve alayı ile şu sosyalist basının aktarılan sefaleti, yarışmanın kendisini bir yana koysak bile, yarışma karşısındaki bir tavır olarak, sosyalistlerin var olan toplum karşısında tüm eleştirelliği yitirdiklerinin, onun basit bir avadanlığı haline dönüştüklerinin, insanların güvenini kazanmaya layık olmadıklarının bir kanıtından başka bir şey değildir. Bu sefil durum üzerine düşünecek ve kafa patlatacak yerde, “Türk’e Türklük propagandası” yapar gibi, Marx’ın üçüncü seçilmesinde iman tazelemek için vesile arayanların da son duruşmada çözümün değil sorunun bir parçası oldukları açıktır.
Ama esas yenilgiye gelmedik daha, şimdiye kadar olayın nesnel, toplumsal anlamı alanındaydık, Sosyolojik boyutundaydık. Araçların tarafsız olamayacağı boyutundaydık. Bu boyutlarda bile bir yenilgi olduğuna kısaca değinmeye çalıştık.
*
Ama bir de ideolojik, programatik yenilgi var, daha doğrusu yenilgi de değil, teslimiyet, karşı tarafa geçmişlik ve bunun bile bilincinde olmamak var. Esas korkunç olan bu. Daha korkunç olan bu yenilgiyi kutlamak. Ama ondan da korkunç olanı sosyalistlerin kendilerinin yenilgisi için savaşması.
Ama esas yenilgiye geçmeden önce, yarışmanın adının bir analizini de yapmak gerekiyor ki, daha sonra söyleneceklerde bir karışıklık olmasın.
Yarışmanın adı: “Almanların En İyisi”dir. Niye bu ad? Ve bu ad ne demek? Niye “en iyisi” de “en büyüğü” değil. Önce bunu anlayalım. Ondan sonra, “Almanlar”a geçelim.
“İyi” kendi başına ele alındığında, ahlaki bir kategori olarak, kötünün zıddıdır. İyilik denen eylemi yapan ya da o şeye (iyiliğe) sahip olandır. İyi, insanın önündeki bir sıfat olarak, daima kötünün zıttı olarak, ahlaki bir kategori olarak kullanılır ve anlaşılır.
Ama “iyi” sözcüğü, sıfat olarak bir dizilişte nicelik ya da nitelik bakımından üst bir konumu belirlemek için de kullanılır. Örneğin en iyi koşucu, en iyi koşandır. Ama her şey böyle nicel ölçülebilir olmadığından, bu anlamda, derecelemedeki üst durumu ifade etmek anlamında iyi yerine büyük sözcüğü kullanılmaktadır. En büyük koşucu denildiğinde, herkes bundan en iyi koşucu kastedildiğini anlar. Bu nicelik olarak ölçülebilir bir iyiliktir. Ama sanat ya da bilimde böyle değildir örneğin. En büyük müzisyen dendiğinde, bundan en yaratıcı, en güzel eserleri vermiş müzisyen kastedildiğini açıklamaya gerek yoktur. Burada nesnel bir ölçü aramak mümkün değildir. Bu kişiye göre değişebilir.
Ama bu bize şunu gösterir, iyi, insan hariç başka niteliklerin önünde sıfat olarak kullanıldığında, özellikle “en iyi” olarak kullanıldığında, “en büyük” anlamını taşımaktadır. Ahlaki bir kategori olarak “iyi” olmakla bir ilişkisi bulunmamaktadır. Yani iyi bir müzisyen veya koşucu olmanız sizin iyi ahlaklı bir müzisyen olduğunuz anlamına gelmez. İyi müzisyen dendiğinde, bundan o kişinin müzikal bakımdan iyiliği anlaşılır, insani olarak iyiliği değil. Bir müzisyenin insani, ahlaki olarak iyiliğinden söz edileceği zaman, “iyi insan” denir. Çünkü her hangi bir alanda iyi olmak ile iyi ahlaklı veya iyi insan olmak arasında kanıtlanmış bir ilişki yoktur. (Tabii burada iyi insanın ne olduğu konusunu bir tarafa bırakıyoruz.)
O halde, “en iyi Alman” veya “Almanların en iyisi” ile kastedilen, en iyi ahlaklı Alman değil, en büyük Almandır. Yani Alman ulusuna en çok katkı yapmış olandır.
Peki yarışmanın adı niye “En Büyük Alman” veya “Almanların En Büyüğü” değil de “En İyi Alman” veya “Almanların en iyisi”, hatta çoğu yerde “En iyimiz(“Unsere Besten”). Çok açık ki, burada, iyi ile kastedilen, insani iyilik, ahlaki iyilik değildir. Eğer böyle bir şey olsaydı, hayırseverlik, insanların iyiliği için uğraşma gibi kriterlerle bir yarışma yapmak gerekirdi. Böyle bir bağlamda, adaylar ve argümanlar bambaşka olurdu. Her halde Bismark veya Bach veya Beethoven, sıradan diğer insanlardan daha iyi değillerdi. Onların bu yarışmada öne çıkmalarının iyi insan olmakla, ahlaki bir kategori olarak iyi olmakla ilgisi bulunmamaktadır. Kimse Bismark, Beethoven ya da Goethe’nin çok iyi bir insan olduğunu, öne sürmemekte ve karşı tarafı bu anlamda çürütmeye çalışmamaktadır. Onların büyüklüğünden söz edilmektedir. O zaman, Almanların en iyisinin, Almanların en büyüğünü kastettiği açıktır.
Peki niye büyüğü değil de iyisi? Burada açıkça, “artık normal olduk, güneşin altındaki yerimizi istiyoruz, günahlarımızın kefaretini ödedik, hala bizi geçmişimizle suçlamayın” diyen Alman burjuvazisinin aslında hiç de normal olmadığını ele verdiğini görüyoruz. “Dil ağrıyan dişi kurcalar” derler. Bu “iyi” de tam o ağrıyan dişi gösteriyor: Faşizm ve Hitler.
“İyi”nin Hitler’i büyükler arasındaki klasmandan dışlamak için koyulduğu ortada. “En Büyük Alman” ya da “Almanların En Büyüğü” dense, Hitler’in de klasmana girme, hatta biraz örgütlü bir çabayla birinci gelme olasılığı var. Onu dışlamak için, mantık yanlışıyla hile yapılıyor. Büyüğün arandığı yarışmaya iyi aranıyormuş gibi bir ad veriliyor. O büyük olamaz, çünkü “iyi” değil, “kötü”. Onun için “büyük” yerineiyi” sözcüğü.
Güçlü bir felsefe ve analitik düşünce geleneği olan Alman burjuvazisinin böyle çelişkileri görmemesi beklenemez. Ama bile bile lades. Ve zaten bu program böyle incelikleri gizlemeye yarayan toplu aptallaştırma seanslarından biri değil mi? Yani “iyi” ayrımı sadece, Hitler’e karşı düşünülmüş bir engellemedir. Altmışlı yıllarda, Alman değil Avusturyalı diyerek klasman dışında tutulurken şimdi “iyi” ile daha rafine bir biçimde dışarda tutulmakta ve en büyük Almanlardan biri olarak seçilmesi tehlikesinin önüne geçilmektedir.
Ama tam da bu büyük yerine “iyi”yi kullanma Alman Burjuvazisinin “Aşil Topuğunu” veya ağrıyan dişini göstermektedir.
*
Ama sadece bu kadar değil. Gerçekten, “Almanların En İyisi”, ahlaki anlamda, iyilik yapma anlamında bir yarışma olsaydı bu. İyiliğin kendisi, uluslardan azade olduğundan, burada Almanların en iyisi değil, Almanların içindeki en iyi insan aranmış olurdu. Yani burada Almanlığa katkı değil, insanlığa katkı bir ölçü ve hedef olurdu. İnsanlığa iyilik olarak en çok katkıda bulunmuş Alman aranırdı. O zaman, tartışma, hedef insanlık olduğundan, Alman’a ve Almanlığa karşı bir anlam içerirdi. Aydınlanmanın hümanizmine uygun olurdu. Ama yarışmadaki anlamıyla, “En İyi Alman” Aydınlanmanın hümanist geleneğine bile karşıdır.
Bunu yarışma adaylarının alanlarına aktardığımızda şunu görürüz. Örneğin, Almanların En Hızlısı olsa, tıpkı ahlaki anlamıyla en iyi gibi, burada söz konusu olan, dünyadaki hızlı koşanlara Almanların içinden en çok katkı yapan söz konusu olurdu. Burada Almanlık değil, Hız önemlidir. Ve dünyadaki hızlılığa Almanların katkısı söz konusudur. Burada alman olmak veya Almanlık, seçim alanını belirler hedef değildir. Halbuki yarışmada yarışanlar, alanlarındaki dünya çapındaki katkıları açısından değil, Almanlığa katkıları açısından yarışmaktadırlar.
*
Ama “Almanların En iyisi” deyip de, en hızlı, en yaratıcı, en politikacı Almanlar arasında bir yarışma yaptığınızda, yani o alandaki en büyük Alman’ı aradığınızda, hızın, yaratıcılığın, politikacılığın derecesi bile önemli değildir artık, Almanlığa katkıdır önemli olan burada. Yani ister sanat, ister spor, ister politika olsun, her şey Almanlığa katkının bir aracı olarak ele alınmaktadır. Burada tam anlamıyla, aydınlanma hümanizminin kırıntısı bile bulunmayan tam bir milliyetçilik yarışmasıdır söz konusu olan. Yani insanlığa en büyük katkı yapmış Alman değil, Almanlığa en büyük katkı yapmış Alman aranmaktadır.
(Daha iyi anlaşılması için, Türkiye ile bir paralellik kuralım. “Türklerin en büyüğü”, dendiğinde, ki bu “Almanların en iyisi”nin karşılığıdır, burada insanlığa en büyük katkıda bulunan Türk değil, Türklüğe en büyük katkı yapan Türk aranıyor demektir. Ve şimdi Türkiye’de böyle bir yarışmada, Kıvılcımlı, Deniz Gezmiş ya da Mahir Çayan’ın bu yarışmada aday olduğunu ve sol basında üst sıralara tırmanması için taktikler verildiğini göz önüne getirin.)
*
Son olarak Almanların en hızlısı, en büyük filozofu gibi  bir anlamda tartışıldığında, ortada Almanlık değil, o spesifik alanda en çok katkı yapan Alman söz konusu olurdu. Bu o milliyete ya da millete katkının değil, o spesifik alana, iyilik, hız, teori vs. katkının tartışıldığı bir yarışma olurdu. Burada milliyet ve millet değil, tartışılan o alanın kendisine katkı olurdu.
Yani en büyük Alman filozofu veya düşünürü kimdir diye bir tartışma olsa, burada Marx’ın üçüncü seçilmesi veya birinci gelmesi bile bir ölçüde anlaşılabilir. Bu anlamda, Marx’ın diyelim ki Hegel ve Kant’dan sonra üçüncü olması veya birinci olması, bütünüyle ulustan bağımsızdır, (ulus burada amaç değil, seçimin sınırlarını belirlerdi) felsefi ve teorik bir anlama sahip olurdu. Böyle bir yarışmada, onun Almanlığa değil, felsefeye katkısı, teoriye katkısı tartışılırdı.
Ama yarışma, “iyi” ile “büyük” kastedildiği daha önce kanıtlandığına göre, Almanların en büyüğünü seçmeye yöneliktir. Burada, artık felsefe, spor, sanat, bilim veya iyilik konusunda yapılan katkılar söz konusu değildir  artık, tek bir ölçü vardır, her şeyin kendisine kurban dildiği Almanlık; Almanlığa yapılan katkı tek ölçüdür..
Bu çok açıktır. Yarışmanın bir diğer adı da, “Unsere Besten” (En iyimiz)dir. Burada “biz”, Almanlığı, Alman oluşu tanımlamaktadır. “İyimiz” de büyüğün karşılığıdır. En büyüğümüz!
*
Bu durumda, bu yarışmaya girdiğiniz andan itibaren, Marx’ın Almanların en iyisi, en büyüğü olduğunu savunuyorsunuz demektir. Onun felsefi ya da bilimsel veya hatta insani katkıları, hep Almanlığa katkının araçları olarak anlam taşırlar artık.
Böylece, Marx’ı Almanların en iyisi olarak savunmak, aslında, Alman Milliyetçiliğini savunmak, buna en büyük katkıyı Marx’ın yaptığını savunmak demektir. İstediğiniz kadar kendinize sosyalist deyin, siz bir milliyetçisiniz demektir.
Ama sadece bir milliyetçi değil, hümanizmden ve demokratik geleneklerden zerrece nasip almamış bir milliyetçisiniz, milliyetçiliğin de en gerici ve tehlikeli versiyonusunuz demektir. Çünkü, Almanlar içinde En büyük Alman Filozof veya dünyada Felsefeye en büyük katkı yapmış Alman olarak tartışılsaydı, burada Marx’ı savunurken yine milliyetçiliği savunmuş olurdunuz ama, bu milliyetçilik, genel bir milliyetçilik olurdu, özel bir Alman milliyetçiliği olmazdı, getireceğiniz argümanların felsefeye katkı bakımından anlamı olurdu, Almanlığa değil. Elbette bunda da insanların milliyetsiz olamayacakları gibi bir gizli var sayıma, milliyetçilerin var sayımına hizmet ederdiniz. Ama En büyük Alman olarak yarıştığınızda, artık genel anlamıyla milliyetçilik değil, Alman milliyetçiliği söz konusudur.
İşte tam burada korkunç gerçekle karşılaşıyoruz. Almanya’da hiçbir sosyalist, sorunu burada bizim ele aldığımız gibi ele almadı. Sorunu bu açıdan tartışmadı. Bu şu demektir. Bütün sosyalistler milliyetçidir. Burjuvaziyle, Alman ulusuna kimin daha büyük katkı yaptığı konusunda, en büyük Almanın kim olduğu konusunda bir yarış içinde bulunmaktadırlar. Ve bunu sosyalizm sanmaktadırlar. Onlar burjuvazinin ideolojik egemenliğinin basit araçlarından başka bir şey değildirler.
Ama sadece Alman sosyalistleri mi, onların bu tavrında eleştirecek hiçbir şey bulamayan, Marks birinci olmadığı için Alman Burjuvazisini hile yapmakla suçlayan, diğer sosyalistler de milliyetçidir. Kendileri milliyetçi olduklarından, tabakhanede çalışan işçilerin ufunetin kokusunu hissetmemeleri gibi, bu milliyetçiliği görmemekte ve ondan rahatsız olmamaktadırlar.
Marx’ın bu yarışmada üçüncü olmasına sevinmek sadece sosyalizm karşısında milliyetçiliğin aldığı zaferi kutlamak değildir, düşmanın zaferine hizmet etmek onun için çabalamak da demektir. Kendi hakkınızdaki görüşlerinizin yani sosyalizme olan inancınızın burada bir anlamı yoktur, siz nesnel olarak, gerçek sosyalist için bir düşmansınız, siperlerin karşı tarafındasınız demektir. Ne farkınız vardır Bismark’ın değil de Marx’ın en büyük Almanlardan biri olduğunu savunurken, alman milliyetçilerinden ve burjuvaziden? Onun bayrağını yüceltmiş olmuyor musunuz?
İdeolojik egemenlik, varsayımların paylaşılmasıdır sonuçların değil. Siz o varsayımları paylaşarak ve onları savunarak o ideolojik egemenliğin bir aracı ve savunucusunuzdur.
*
Keşke bu kadar olsa, söz konusu olan Marks olunca ortaya daha da korkunç bir durum çıkmaktadır.
En büyük Almanlardan biri olarak savunulan Marks, “işçilerin vatanı yoktur” diyen bir insandır. Yani kendisini vatansız ve ulussuz kabul eden bir insandır. Marks Alman değildir.
Yani örneğin, Alman İşçi hareketinde ve Sosyalist harekette bir yeri ve adı olan Lassale olsaydı bu savunulan kişi, bir ölçüde anlaşılır olurdu bu. Lassale bir Almandı ve kendini de bir Alman kabul ediyordu. Ama Marks söz konusu olduğunda, böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü Marks Alman değildi. O bu gün Almanya denen topraklar üzerinde doğdu, Almanca ana dili oldu, Alman felsefe kültürüyle yoğruldu diye bir Almandır denemez.
İnsanların bilinçleri ve arzuları dışında bir uluslarının olduğu milliyetçilerin bir yalanıdır. Onlar insanların tıpkı gölgesiz olamayacakları gibi, ulussuz da olamayacaklarını düşünürler. İnsanların seçim ve eğilimlerinden bağımsız olarak bir uluslarının olduğunu düşünürler ve bunu zorlarlar.
Ama Marx’ın nasıl dini yok idiyse ulusu da yoktu. Nasıl elbette Hıristiyan bir çevrede büyümüş bir insan olarak Hıristiyan kültürüne sahip idiyse, ama bu onun kendini Hıristiyan olarak görmesi anlamına gelmiyorduysa öyle. Ya da Yahudi bir soydan gelmesine rağmen, kendini Yahudi kabul etmiyorduysa öyle.
Marx’ı Almanların en iyilerinden biri olarak savunmak, Marx’ı Hıristiyan veya Yahudilerin en iyilerinden biri olarak savunmaktan farklı değildir. Hıristiyanlık ya da Yahudilik söz konusu olduğunda saçmalığı açıkça görülen bu durum, milliyetçilik söz konusu olduğunda görülmemektedir. Çünkü sosyalistlerde, insanların kendi bilinçlerinden bağımsız tıpkı sınıfları gibi milliyetlerinin de olduğu yönündeki milliyetçilerin var sayımları egemendir. Ve Marx’ı sözde bir sosyalist olarak savunanların bizzat kendileri de milliyetçilerin millet hakkındaki, insanların seçim veya kabullerinin dışında bir milliyetlerinin olduğu; kimsenin milliyetsiz olamayacağı varsayımını paylaşmaktadırlar. Bu nedenle Marx’ı en büyük Almanlardan biri olarak savunmanın, bir ateisti en büyük Hıristiyan veya Müslüman olarak savunmaktan farklı olmadığını anlamamaktadırlar.
Ama bunun sosyalizmle ilgisi yoktur. Sosyalizm ulusların, kendinde şey olarak var olamayacağını; ancak kendi için şey olarak var olabileceğini kabul eder. Ama kabulü böyle yaptığınız zaman, Marx’ı en büyük Alman olarak savunmak bir yana; Marx’ın böyle bir yarışmaya sokulmasına karşı çıkmanız, onun ulusunun olmadığını, dolayısıyla Almanlığa bir katkısının söz konusu olmayacağını savunmanız gerekir. Bu takdirde ancak; yenilginiz bile zafer olur, çünkü milliyetçiliğin var sayımlarını tartışma konusu yapmış ve onun egemenliğini sarsmış olursunuz.
Durumun rezaletini görmek için şöyle bir örnek verelim. Bir adam düşünün, Allah'a inanmıyor ve hiçbir dinden değil. Dinlere karşı mücadeleye hayatını adamış. Belki onların yeterince bilimsel bir açıklamasını yapamamış ama onlara karşı olmuş. Sonra bu insan ölüyor. Onun takipçisi olduğunu söyleyenlerden, Hıristiyanlar içinde onun görüşlerini savunanlar, onun en büyük Hıristiyan olduğunu söylüyorlar. Burada söz konusu olan artık o takipçisi olduklarının değil, o takipçisi olduklarının kendisine karşı savaştıklarının zaferidir. Onlar artık, dine karşı savaştıklarını sanan Hıristiyanlardır; tıpkı bu günün milliyetçiliğe ya da burjuvaziye karşı savaştığını sanan sosyalist milliyetçileri gibi.
*
Bu körlük sadece Marx’ta görülmüyor. Diğer adaylar için de söz konusudur. Ve kendine sosyalist diyenlerin buna hiçbir itirazı yoktur. Milliyetçiliği karşı muazzam bir saldırı olanağı sunan bu yarışmada, bir tek sosyalistten bile, ne Marks ne de diğerleri için, onların milliyetinin olmadığı itirazı gelmemiştir; aksine bunu kabullenmişler ve o kabul içinde Marx’ın birinciliği için çalışmışlardır.
Yarışmadan birkaç ismi göz önüne getirelim. İkinci olan Luther’i düşünelim. Luther bir Alman mıdır? Hayır. Şeyh Bederettin ne kadar Türk ise, Luther de o kadar Almandır. Ne Bedrettin’in ne de Luther’in zamanında uluslar yoktu çünkü. Ulusların tarihi yoktur. Uluslar insanlığın tarihini yağma edip, oradan bir ulusal tarih yaratırlar.
Her hangi bir ortak soy anlamında veya ortak bir dili kullanmak anlamında eskiden insanlar belli kavimlerden olduğunu söyleyebiliyorlardı muhtemelen. Ama bunun, b.u günün milliyetçilerin anladığı anlamda hiçbir politik anlamı yoktu. Tıpkı şimdi, gözü yeşil olmanın, solak olmanın veya belli bir klandan olmanın hiçbir politik anlamı yoksa öyleydi.
Yani Luther Alman değildi. O zamanlar ne Alman ulusu ve ulusçuluğu vardı, ne Alman devleti ne de Almanca vardı. Luther’in Aşağı Saksonya lehçesine çevirdiği İncil’in lehçesi sonra Almanca adını aldı. Luther’in İncilinin baskıları ve dili bir Alman ulusunun ortaya çıkışında çok belirleyici oldu ama Luther’in ulusu yoktu. Bu henüz tek tanrıyı bilmeyen ama yaptıkları nesnel olarak tek tanrılı bir dinin ortaya çıkmasına etkide bulunmuş bir insanı o dinden kabul etmeye benzer.
Sosyalistler, bu durumu da kabul ederek, Luther’in de Alman görülmesine ve en iyi Almanlar arasında sayılmasına itiraz etmeyerek milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını ve onlara suç ortaklığı yaptıklarını itiraf etmiş olmaktadırlar.
*
Diğer bir örnek, Einstein.
Einstein bir Alman mıydı? Hayır. Almanlar onu Yahudi diye dışladı ve Amerika’ya gidip Amerikan vatandaşı oldu. Orada, Almanya’nın Atom silahı geliştirip tüm dünyaya egemen olabileceği ve Hitler'den önce Atom bombası yapılması gereği üzerine Rooswelt’e meşhur mektubu yazdı. Bir daha Almanya’ya dönmedi.
Einstein, Hem İsviçre hem de Amerikan yurttaşlığına sahipti. İsrail kendisine devlet başkanlığı teklif etmiş ve bunu reddetmişti ama aynı zamanda evrakını İsrail’e bırakmıştı. Ama aynı zamanda birleşmiş milletlere bir mektup yazarak bir dünya devleti kurulmasını önermişti.
Einstein’ın kendisini Alman kabul ettiğine dair ortada hiçbir veri yokken, bir ihtimal Yahudi veya Amerikalı iken, ama daha büyük bir ihtimalle o da ulussuz, kendini hiçbir ulustan kabul etmeyen bir insanken, yarışmada o da en büyük Almanlardan biri olarak tartışılıyor. Ve bırakalım Allah’ın bir tek kulunu Allah’ın bir tek sosyalisti bile buna da itiraz etmiyor.
Burada açık ki, milliyetçilerin insanlık tarihini, bilim tarihini ezilenlerin tarihini soyuşu söz konusudur. Bu anlaşılır bir şey. Ama sosyalistlerin buna bir ses çıkarmaması ve bu hırsızlığa hiçbir itirazda bulunmayarak, hatta Marx’ı da Alman yapıp burjuvazinin ve milliyetçiliğin çalmasına yardım etmesi ve sonra da bu hırsızlığı sosyalizmin bir zaferi olarak kutlaması anlaşılamaz.
Elbet bunun da anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Tek yapılması gereken şey sosyalistlerin milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını, yani milliyetçi olduklarını kabul etmektir. O zaman her şey yerli yerine oturmaktadır.
09 Aralık 2003 Salı


Hiç yorum yok: