14 Eylül 2015 Pazartesi

Olacağı Bilinen Bir Cinayetin Kroniği

Fantastik-Gerçekçi Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez’in Türkçeye “Kırmızı Pazartesi” adıyla çevrilmiş bir romanı vardır. Romanın orijinal adı “Cronica de Una Muerte Anunciada”dır;  “Olacağı Bilinen Bir Cinayetin Kroniği” ya da “İlan edilmiş (Açıklanmış) Bir Cinayetin Kroniği” diye çevrilebilir belki[1].
Roman, köydeki herkesin olacağını bildiği ve kimse tarafından olması istenmediği halde, nasıl olup da bir cinayetin engellenemediğini anlatır. Roman, birilerinin ölümü engellemek için bir şeyler yapacağını beklemenin nasıl bir kadere dönüştüğünün hikâyesidir.
Klasik trajedide, kahramanın kaderini engellemek için çabaları kaderin gerçekleşmesinin aracı olur. Bu Romandaki hikâyede ise, birilerinin bir şeyler yapacağını bekleyerek çaba göstermemesinin kendisi kaderin gerçekleşmesinin aracı olur.

Truvalı Kassandra’nın hikâyesinde[2], Kassandra’nın olacağa ilişkin söylediklerine kimse inanmaz.
Bu romanda ise, herkes olacakları bilmekte ve öngörmektedir. Yani bir bakıma herkes Kassandra’dır. Olacaklara inanmama değildir olacakları engellemeyen. Birileri nasıl olsa bir şeyler yapar diye hiç bir şey yapmama; böylesine aleni ve hiç kimsenin istemediği bir cinayeti, birilerinin açık edeceği veya engelleyeceği düşünüldüğü için ve bu nedenle kimse bir şey yapmadığı için cinayet gerçekleşir.
Yani olacağı görmek yetmez, ona herkesin inanması da yetmez, beklemeyi bırakmak, bir şeyler yapmak gerekir. Hiçbir şey yapamıyorsak, en azından yüksek sesle söyleyerek, bilineni faş edilerek, engelleme en azından denenebilir.
*
Bu günlerde tanıdık, tanımadık “ne olacak bu memleketin hali” diye konuşurken, söz dönüp dolaşıp, Cihan adlı atın bile sırtında tutmaya tahammül edemeyip attığı ama 80 milyonluk bir topluluğun başından atamadığı adamın, ihtirasları için her şeyi yapacağına; oradan da erken seçimlere geliyor.
Hala bütün anketler, HDP’nin oyunun düşmediğini gösteriyor. Hatta AKP’nin kalan son Kürt oylarını da yitirmesi ve HDP’nin yükselmesi bile söz konusu.
Sırttan atılamayan o adam ise her şeyi yapmayı göze almış; hiçbir zaman yenilgiyi kabul etmemiş; yenilgiyi zaferine çevirmek için hukuk, kanun, teamül, vs. gibi hiçbir engel tanımamış.
Bu durumda otomatikman şu soru ortaya geliyor: bu durumda ne yapacak?
Mantık sonucu olarak şu ortaya çıkıyor: AKP’nin tek başına hükümet kurmasını sağlayacak bir oy oranına ulaşamayacağını görünce, ya HDP’ye oy vereceklerin oy vermesini (temel olarak Kürtler) zorla engelleyecek, yani seçim olmayan bir seçim yapacak; ya da olağanüstü hal ilan edip, seçimleri erteleyerek ve böylece var olan durumun kendine sağladığı fiili başkanlık sistemiyle sürdürecektir. Ya da bunlara benzer başka bir şey.
Seçimleri erteleyip, fiili durumu sürdürmeyi meşru göstermek için neler yapabileceği noktasında herkes, adeta söz birliği etmişçesine, dile getirmekten de korkarak, kısık bir sesle Selahattin Demirtaş’ın bir suikasta kurban gitmesinin, öldürülmesinin, ona bunu sağlayacak tek yol olduğunu söylüyor.
Herkes böyle bir çılgınlık yapılacağını öngörüyor; ama kimse bir davranış göstermiyor.
Tıpkı Marquez’in romanındaki gibi, herkes gördüğü ama buna rağmen kimse bunu açıkça ve yüksek sesle ifade etmediği için, bu cinayetin engellenmesi mümkün olmayabilir.
O halde, o söylenmeyeni açıkça ifade ederek; davranış göstererek belki gerçekleşmesini engelleyebiliriz. Evet, Seçimlerde HDP’nin yüzde onun altında kalmayacağı kesinleştiğinde; seçimleri zorla, seçim olmayan bir seçim olarak yapmanın ortaya çıkaracağı komplikasyonlardan da kaçınmak için, olağanüstü hal getirilecek ve Seçimler ertelenecek;  bunun için de çok büyük, tüm toplumu alt üst edecek ve Olağanüstü Hale ve seçimlerin ertelenmesine gerekçe olacak bir şey olması gerekir.
Bütün veriler Selahattin Demirtaş’ın seçildiğini gösteriyor. Çünkü şu an tıpkı Hrant Dink cinayetinin öncesinde olduğu gibi Selahattin Demirtaş açıkça hedef olarak ilan edilmiş bulunuyor. Erdoğan, danışmanları, havuz medyası ısrarla Demirtaş’ı hedef göstermektedirler. Ama buna rağmen kimse çıkıp da bunun mantık sonucunu açıkça ifade etmemektedir.
*
Birkaç gün önce Fuat Avni, politik suikastlar yapılacağını yazmıştı. Daha önce de Demirtaş’ı “devreden çıkarma” planından söz etmişti.
Bunu görmek için Saray’dan özel haber alma kanallarına gerek yok. Sadece politik güçlerin konumlanışı, çıkarları, izledikleri yolların derli toplu bir gözlemi bile bu sonucu çıkarmayı sağlar.
O, atın sırından attığı ama milletin atamadığı adam, Ergenekon’la yani devletin içindeki tüm irinin, cerahatin yoğunlaştığı, gizli ve yasa dışı örgütlenmelerle kader ve çıkar birliği içindedir.
Çünkü nasıl bazı bakteriler oksijende yaşayamazlar ise, O ve Ergenekon, ikisi için de bu en kıytırık ve anti demokratik biçimiyle bile, yasalar çerçevesinde bir parlamenter sistem içinde yaşayamazlar. En anti demokratik kanunların uyulması gereken yasallığı bile, onlar için soluk alınamaz, var olunamaz bir koşuldur.
Ergenekon, hiç ummadığı bir anda, onun diktatörlük özlemleri ve tek adam ihtiraslarında devletin başına geçmiş bir müttefik bulmuştur. Onu desteklemek, orada tutmak, aslında eski konumuna gelmesi için paha biçilmez bir olanaktır. Bu nedenle Ergenekon, her şeyi yapmaya hazırdır ve yapacaktır.
Atın sırtından attığı adam da, bu güne kadar, her şeyi yapabileceğini ve her şeyi göze aldığını göstermiştir.
Aslında fiili bir darbe rejimi kurarak, “isyan” etmiştir ve şimdi isyanın kuralına uygun olarak “hücum, hücum, hücum” stratejisini uygulamaktadır. Durmanın veya en küçük bir geri adımın kendisinin sonu olacağını bilmektedir.
Ergenekon-Erdoğan kader ve çıkar birliğinin en son ürünü, Suruç’ta IŞİD’e mal edilen, ama IŞİD’in hiçbir şekilde üstlenmediği, otuzdan fazla gencecik sosyalist ve demokrat gencin öldürüldüğü katliamdır. Olay, bunların hiçbir sınır tanımadığının ve tanımayacağının çok açık bir şekilde göstermiştir.
Aslında aynısı seçimlerden önce, Diyarbakır’da HDP’nin mitinginde de yapılmak istenmişti. Ve orada da esas hedef, gecikme nedeniyle o sırada rastlantısal olarak patlamaya uzak bir noktada bulunan Demirtaş’tı.
Unutmayalım, bu Ergenekon, doksanların başında Turgut Özal, Adnan Kahveci, Eşref Bitlis, Uğur Mumcu, Madımak cinayetlerini işlemişti. Daha önce Abdi İpekçi gibileri vardı. Ve o işlere adı karışanlar bugün atın sırtından attığı adamın en yakın çevresinde.
O cinayetlerin hepsi yine böyle benzeri bir konjonktürlerde işlenmiş ve böylece 12 Eylül rejimi ve sonraki doksanların özel savaş rejimi oturtulmuştu.
Aynı çevrenin en son büyük işi, Hrant’ın öldürülmesiydi. Dedektifler seri katillerde, cinayetlerin ortak özelliklerinden de hareket ederler aynı katilin elinden çıkıp çıkmadığını anlamak için. Bütün o cinayetlerle, Hrant’ın öldürülmesinin öncesinde yapılanlarla şimdi Demirtaş’a yapılanlar arasındaki paralellikler görmezden gelinemez.
*
Demirtaş’ı kurtarmanın, Erken seçimlerin en azından 7 Haziran kadar “adil” yapılmasının bir tek yolu var: Erdoğan’ın bu seçimleri yaptırmayacağı; çünkü hala bütün anketlerin gösterdiği gibi bir AKP çoğunluğu sağlamayacağı noktasından hareket etmek.
O halde, seçimlere kadar gaflet içinde bekleyerek zaman kaybetmektense, Erdoğan’ın seçimleri ertelemesine karşı şimdiden harekete geçmek; seçimleri beklemeye odaklanmanın aslında seçimleri olanaksızlaştırdığını göstermek.
Erdoğan bugünkü yetkileri ve politik rahatlığı ve hareket kabiliyetiyle orada durduğu sürece, seçim, ya da adil bir seçim, ki Erdoğan’ın seçim kaybetmesi demektir,  bir hayaldir.
Ancak şimdiden Erdoğan’a karşı bir direniş bir hareket başlayabilirse, Erdoğan’ın hareket alanı daralır ve seçimleri erteleyecek ya da maniple edecek manevralar yapamaz. 7 Haziran seçimlerinden önce olan buydu aslında. Ne var ki, Erdoğan şimdi politik atmosferi tamamen tersine çevirmeyi ve yılgınlık yaratmayı başarmıştır.
Şimdi o koşulları tekrar sağlamalıyız. Ama bu sefer dizlerimiz üzerinde.
Yani bugün başlamak daha zor da olsa, Erdoğan’ın seçim istemeyeceği ve kaybedeceği bir seçim yapmayacağı varsayımından hareketle davranırsak ancak seçimlerin olmasını sağlayabiliriz.
*
Bugün seçimleri beklemek, seçimlerin olmamasına yol açmaktır; niyet ne olursa olsun Erdoğan’a el ve bel vermektir. Muhalefet seçimleri beklerken, Erdoğan boş durmamakta, ağlarını örmektedir.
İşin kötüsü Erdoğan’ın ağlarını nasıl ördüğünü anlatanlar bile bu sonucu çıkarmaya gelince çıkaramamaktadırlar ve böylece bir direnişin ortaya çıkmasını engellemektedirler.
İçinde bulunulan gafleti bu gün iki radikal yazarı yazılarında çok ilginç biçimde sergiliyorlar.
Örneğin Tarhan Erdem, “İktidarı koruma planında büyük adım!” başlıklı yazısında, Erdoğan’ın ta 2011’den başlayarak, nasıl adım adım ağlarını ördüğünü; en yakın arkadaşlarını tasfiye ettiğini, üç dönem kuralını kendi yoldaşlarını tasfiye için kullandığını; son kongreyi vs. birer birer anlatıyor. Ve ta bu güne kadar geliyor ama son iki cümlesinde şunları yazıyor:
“İktidar, Anayasa dışına bir adım daha atmıştır!
1 Kasım seçimlerinde, HDP baraj altına indirilebilirse, planın uygulamasında bir önemli adım daha atılacaktır.”
Bu iki cümlenin birbiriyle; son cümlenin ise bütün yazıda anlatılanlarla çeliştiğini ve mantık sonuçlarını görmüyor. Yapılacak çıkarsamayı yapmıyor. Şu soruyu sormuyor? Peki, HDP’yi baraj altına indiremezse ne olacak? Bu adamın yetkileri bırakıp Çankaya’ya çekileceği mi sanılıyor? Bu adam Külliye’yi terk ettiği an, hızlı ve kaçınılmaz düşüşü başlamış demektir. Bunu en iyi kavramış olan da kendisidir. O halde, işler oraya gelmeden, seçimde HDP’yi indiremeyeceğini gördüğünde, ya seçim yaptırmayacak ya a seçim olmayan bir seçim yaptıracaktır.
Bunun için ise, yapacağı çok açıktır. Kürtleri ve Türkiye’deki az çok demokratik kamuoyunu, can evinden vurmak.
Kendisinin başkanlık hesaplarının önündeki en büyük engeli, başkanlığa çıkışına basamak yapmak! Demirtaş’ı tasfiye etmek!.
O halde hala seçim tarihi odaklı çıkarsamalar yapmakla uğraşmamak; şimdi şu an seçimlerin engellenmesini engellemek için ne yapmak gerekir üzerine kafa yormak ve bunun için davranış koymak gerekiyor.
Aynı 1 Kasım’ı bekleme anlayışı, Murat Yetkin’in yazında da görülüyor. Başlığı, “Erdoğan kararlı, Davutoğlu mütevekkil, 1 Kasım sınavına...
O da yazısında aslında fiilen Erdoğan’ın başkanlığı korumak ve bunun için de AKP çoğunluğu için ne kadar kararlı olduğunu; hiçbir şeyi rastlantıya bırakmadığını anlatıyor. Ama çıkarsama sanki gidiş, “1 Kasım sınavı”na imiş gibi. Anlatılanlar ile çıkarsama ve sonuç arasında bir tutarsızlık olduğu görülmüyor.
Erdoğan neye kararlı?
Başkanlığı sürdürmeye. Hiçbir şekilde o mevkii terk etmemeye, Yasama, yürütme ve yargıyı fiilen tek elde toplamaya. 1 Kasım’da seçim yapmaya değil. Eğer 1 Kasım seçiminin bunun bir aracı olacağını görürse seçim yapar. Seçim onun amaçlarına hizmet ederse olur.
Eğer etmeyecekse zaten seçim olmayan bir seçim olur veya hiçbir şekilde seçim olmaz.
Bunun mantık sonucu ise, seçimden sonra nasıl koalisyonlar kurulacağı üzerine tahminlerde bulunmak değildir, olamaz ve olmamalıdır; Erdoğan orada durduğu sürece adil seçim olmayacağı veya seçim olmayacağı çıkarsamasını yapmak ve buna göre politika çizmek öngörüde bulunmak gerekir.
Seçimi beklemek seçimlerin olmamasına yol açar. Erdoğan orada olduğu sürece adil bir seçim olmaz veya seçim olmaz önermesinden hareket edildiğinde ise yapılacak iş bellidir. Şimdiden Erdoğan’ın başkanlık mevkiinden uzaklaşmasını sağlayacak direnişlere başlamak;  bu direnişler en azından Erdoğan’ın pozisyonunu zayıflatarak seçimi engelleyecek girişimlerde bulunmasını engelleyebilir.
Ama örneği sadece gazete yazarlarından vermeyelim.
Muhalefetin ayıkmazlığı ve içinde bulunduğu felç durumunu yansıtan bir başka örnek de Sırrı Süreyya Önder:
Şu haberi okuyalım:
“Sırrı Süreyya: Adaylığım için bu sefer faşist saldırıların en yoğun olduğu yerlerden birini önereceğim
HDP Ankara İl Örgütü, 1. Olağanüstü Kongresi’ni dün Neva Palas Hotel’de yaptı. Kongreye 473 delegenin yanı sıra aralarında DTK, ESP, Halkevleri, PSAD, İHD ve SYKP gibi sivil toplum örgütü ve siyasi parti temsilcilerinin de bulunduğu yüzlere kişi katıldı.
Kongrede konuşan HDP Ankara Milletvekili ve HDP İmralı Heyeti üyesi Sırrı Süreyya Önder, HDP’nin milyonların arkasında olduğu siyasi bir güce dönüştüğünü dile getirerek, “Ne mutlu bu mücadeleye omuz verenlere, mücadele diyenlere sonsuz borçluyuz” dedi.
AKP’nin savaş politikaları sonucu bölgede yaşanan asker ve polis ölümlerini bahane ederek HDP’ye ırkçı saldırıların düzenlendiğini hatırlatan Önder, “Dün canımıza kıydılar bugün de kıyabilirler. Ama siz vurdukça biz büyüyoruz. Siz vurdukça biz büyümeye devam edeceğiz” ifadesinde bulundu.
Önder, 1 Kasım seçimlerinde nereden aday olacağını ve sebebini şu sözlerle açıkladı:
"Geçen seçimlerde Ankara’yı önermiştim. Bu sefer Orta Anadolu’yu, faşist çete saldırıların en yoğun olduğu yerlerden birisini. Oradaki halkımız kendini yalnız, kimsesiz, sahipsiz hissetmemeli."
Burada Sırrı Süreyya’nın yaptığı nedir?
Adil bir seçim olacağı veya seçim olacağı hayalini yaymaktır. Bu ise fiilen seçime kadar olan dönemde inisiyatifin Erdoğan’ın elinde bulunması demektir.
Tarihsel haklılıklardan, fedakârlıklardan, sonunda er veya geç hakkın yerini bulacağından söz etmek, aslında somut duruma ilişkin bir somut öneride bulunamamanın; somut durumu kavrayamamanın bir dışa vurumudur genellikle.
Sırrı Süreyya’nın o Kongre’deki konuşmasında, böyle konuşmaması, alarm zilleri çalması; Erdoğan orada olduğu sürece seçim olamayacağı veya seçim olmayan bir seçim olacağını söylemesi gerekirdi. Bunun için şimdiden hareket geçerek; Erdoğan’ı seçimlerden önce, oradan uzaklaştırmaya yönelik bir hareketin başlatılması ve geniş bir bloğun kurulması gerektiğini söylemesi gerekirdi. Kendisine nereden aday olacağını soranlara, seçim olacağını nereden biliyorsunuz? Seçimleri beklemek, seçimleri olanaksızlaştırmaktır demesi gerekirdi.
Evet, bugün en büyük tehlike, seçimleri bekleme rehavetidir: seçimleri bekleme seçimlerin olmasını mümkün kılmaz. Ancak Erdoğan’ın adil seçimler yaptırmayacağından hareketle; Erdoğan’ı oradan uzaklaştırmaya yönelik, bugünden başlayacak bir hareket ve politika belki seçimlerin engellenmesini engelleyebilir.
Demir Küçükaydın
14 Eylül 2015 Pazartesi


[1] Marquez romanda, Vicario kardeşlerin Kız kardeşlerinin bekâretini bozduğu iddiasıyla genç Santiago Nazar’ı öldürmesini anlatır.
Aslında bütün köy, olayın gerçekleşeceğini bilmektedir. Cinayeti işleyecek olan da aslında bunu inandığı için değil, zorla, gelenek ve görev icabı yapma durumundadır ve herkesin bildiğini de bildiği için, birilerinin kendisini engellemesini beklemektedir. Bütün köyde herkes ise nasıl olsa birileri engeller diye hiçbir şey yapmamaktadır. Ama tam da bu nedenle, sonuçta hiç kimse hiçbir şey yapmadığı için, olacağını herkesin bildiği ve cinayeti işleyen dâhil kimsenin istemediği cinayet işlenir.
[2] Vikipedi’de hikâye kısaca şöyle özetlenir: Kassandra'nın en büyük arzusu geleceği bilmek ve rahibe olmaktı. Tanrı Apollon (diğer bilinen adıyla Phoibos) görür görmez bu güzel kızı arzuladı ve ona bir teklif sundu; Kassandra onunla birlikte olursa ona geleceği görme yeteneği verecekti.
Kassandra bu teklifi kabul etti. Apollon, Kassandra' nın ağzına tükürdü ve Kassandra geleceği görme yeteneğine sahip oldu. Ama Apollon ile birlikte olmadı. Bakire bir rahibe olma isteği Apollon'a verdiği sözden daha ağır basmıştı. Bir rivayete göre de aslında en başından beri Apollon ile birlikte olmaya niyeti yoktu, sadece geleceği görme yeteneği almak için Apollon'u kandırmıştı.
Apollon bu duruma çok sinirlendi ve Kassandra'yı lanetledi. Lanete göre; Kassandra geleceği görecek ama kimseyi buna inandıramayacaktı. Ve asıl ağır darbe; asla rahibe olamayacaktı. Tam tersine bir kadın olarak aşağılanacaktı.

Hiç yorum yok: