2 Mayıs 2015 Cumartesi

Cumhuriyet Komünist Manifesto’yi Niçin Ek Olarak Verir?

Cumhuriyet gazetesi 1 Mayıs’ta Komünist Manifesto’yu ek olarak verdi.
Nasıl Deniz Gezmiş’ler, Che Guavera’lar, Mahir Çayan’lar ulusalcıların ikonlarına dönüştürüldüyse şimdi, Marksizm de ulusalcı bir söylemin aracına dönüştürülüyor.
Ama bunu mümkün kılan nedir?
Yıllardır bunun mantığını açıklamaya; teorik olarak Marksizmi aydınlanmanın kalıntılarından arındırmaya; programatik ve politik olarak da onu ulusçuluk virüsünden kurtarmaya ve uluslara ve uluşçuluğa karşı bir bağışıklık kazandırmaya çalışıyoruz.
Bu da kategorik olarak özce şudur: Biçimsel eşitsizliğin olduğu bir yerde, biçimsel eşitsizliğe karşı mücadeleyi başa almadan  ekonomik eşitsizliği öne çıkarmak; o biçimsel eşitsizliğin sürdürülmesinin bir aracı olmakla sonuçlanır.
Marksizm biçimsel eşitliğin veri olduğu varsayımı üzerinde yükselir.
Ama kendine Marksist diyenler, bu varsayımın gerçek duruma tekabül etmediğini unuttuğu andan itibaren, biçimsel eşitsizliğe dayanan rejimlerin ve güçlerin bir aracı haline dönüşürler.
Sadece ulusların bir dille, dinle, kültürle, tarihle tanımlanmasına karşı değil; genel olarak uluslara; yani politik olanın ulusal olanla tanımlanmasına karşı mücadeleyi bayrağı yapmamış; bunu en acil görev olarak öne çıkarmamış bir Marksizm; biçimsel eşitliği yeryüzünde yerleştirmeyi öne çıkarmamış bir marksizmdir dolayısıyla ulusçuların ve ulusların varlığını sürdürmesinin bir aracı olarak kullanılabilir ve kullanılmaktadır.

Cumhuriyet’in Komünist Manifesto’yu ek olarak vermesi, bu teoremin doğrulanmasından başka bir şey değildir.
Bu vesileyle bu konuyla doğrudan bağlantılı 2013 Mayıs’ında yazılmış bir yazıyı teoremin açıklaması için aşağıya tekrar aktarıyoruz.
1.Mayıs.2015

Marksizm “Sınıf Mücadelesi Kuramı” mıdır?

İşçi Hareketinin yükseldiği 1960’lı yıllarda Türkiye’nin aydınları, gençleri, işçileri büyük bir açlıkla Marksizm’i öğrenmeye çalışıyorlardı. Şimdi Marksizm’i öğrenen ve bilen yok. İkinci el kitaplardan bayağı klişeler Marksizm diye öğreniliyor. Eskiden kalanlar ise öğrendiklerini bile unutmuş bulunuyorlar. Bunu somut ve basit bir örnekle gösterelim.
Geçenlerde, “Devrimci 24 Nisan – Karşı Devrimci 1 Mayıs” diye bir yazı yazmıştık. O yazıda, 1 Mayıs’ın kutlanmasının bugünün Türkiye’sinde, 24 Nisan’ı gölgeleyen, somut olarak karşı devrimci bir işlev gördüğünü yazmış ve Türkiye’nin bütün işçi ve sosyalistlerini 24 Nisan’ı 1 Mayıs veya 1 Mayıs’ı 24 Nisan yapmaya çağırmıştık. Bu öneri ve önermelerin somutluğu (Bugünün Türkiye’si ve somut olarak 1 Mayısların gördüğü nesnel işlev) göz ardı edilerek, 1 Mayıs’a kategorik olarak karşı devrimci dediğimiz türden, aslında hiç de söylemediklerimizi bize atfeden eleştiriler yapanlar oldu. Bunların üzerinde durmuyoruz.
Bu eleştirinin yapıldığı bir yazıda, “Demir Küçükaydın'ın (…) yazılarında toplumların tarihlerini belirleyen ana temanın sınıf savaşları olduğu kuramı Marksizm'in dışına düştüğünü (…) görüyoruz” diye bizi eleştirirken aynı zamanda bir Marksizm tanımı da yapılmış oluyor.
Buna göre Marksizm: “Toplumların tarihlerini belirleyen ana temanın sınıf savaşları olduğu kuramı” imiş.
Bir “tema”nın toplumların tarihlerini nasıl belirleyeceği ayrı bir konu ve çok temel kategorik bir yanlış olmakla birlikte, bunun üzerinde de durmayalım, esas vurgulamak istediğimiz konuya gelelim.
Marksizm’i bir sınıf mücadelesi öğretisi olarak tanımlamak çok yaygın bir görüştür. Yukardaki satırlarda da bu yaygın, ama gücü yüygınlığından gelen  yanlış görüşün tekrarlandığını görüyoruz.
Yeni kuşaktan kulaktan dolma Marksistlere veya eskiden biraz Marksizm öğrenmiş de artık bildiğini unutmuş olanlara garip gelebilir ama Marksizm'in Sınıf Mücadelesi Öğretisi olduğu görüşü veya tanımı baştan aşağı yanlış bir Marksizm tanımı ve anlayışıdır.
Marksizm bir sınıf mücadelesi öğretisi değildir. Ya da toplumun tarihini sınıf mücadelesiyle açıklamaz veya daha dakik olarak formül edersek, böyle açıklamak onun ayırt edici özelliği değildir.
Ne Marks, ne Engels kurdukları bilimi, yani toplumun ve tarihin hareket yasalarını inceleyen bilimi, bir sınıf mücadelesi öğretisi olarak tanımlamamışlardır.
Aksine onlar öğretilerinin ayırt edici özelliğinin bu olmadığını her zaman vurgulamışlardır.
Örneğin Engels’in, Marks’ın ölümünde, mezarının başında yaptığı ve Marks’ın teorik katkısını özetlediği konuşmasında bir tek sınıf sözcüğü geçmez. Katkıyı şöyle özetler:
“Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marks da insan tarihinin gelişme yasasını, yani insanların, siyaset, bilim, sanat, din, vb. ile uğraşabilmelerinden önce, ilkin yemeleri, içmeleri, barınmaları ve giyinmeleri gerektiği; bunun sonucu, maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve böylece, bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin, devlet kurumlarının, hukuksal görüşlerin, sanatın ve hatta söz konusu insanların dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve buna göre, bütün bunların şimdiye değin yapıldığı gibi değil, ama tersine, bu temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki, daha önce ideolojik bir saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o temel olguyu buldu.” (Engels bu konuşmada bir de Ekonomi Politik alanındaki Artı Değer’in kaynağına ilişkin teorik katkısından söz eder.)
Engels böyle.
Peki, Marks öğretisini nasıl tanımlamış? O da öğretisini ve onu o yapan özelliği sınıflar ve Sınıf Mücadelesi olarak tanımlamayı reddetmiştir. Örneğin meşhur satırlarında öyle yazar:
"Ve şimdi bana gelirsek, modern toplumda sınıfların varlığı ya da bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetme onuru, haliyle bana ait değildir. Benden çok daha önce burjuva tarihçileri, bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yeni olarak tanıtladığım şey: 1) sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı, 3) bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız topluma geçişten ibaret bulunduğu gerçeğidir." (Karl Marks)
Görüldüğü gibi, Marks’ın öğretisini Sınıf Mücadelesi Öğretisi olarak kavramak, aslında Marksizm'in burjuvazinin ufku çerçevesindeki bir kavranışından öte bir anlama gelmez.
Bunu da biz demiyoruz. Lenin diyor.
“Marks'ın öğretisinin özü, sınıf mücadelesiymiş. Durmadan söylenen ve durmadan yazılan şey, budur. Ama, bu doğru değildir. Ve Marksizm’in oportünist çarpıtmaları, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getirmeye yönelen çarpıtmalar, kolayca bu yanlışlıktan kaynaklanırlar. Çünkü sınıf mücadelesi öğretisi Marks tarafından değil, ama Marks'tan önce burjuvazi tarafından ortaya konmuştur; ve bu öğreti, genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıf mücadelesini kabul eden biri, bundan dolayı bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizm’i sınıf mücadelesi öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Ancak, sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kişi bir Marksist’tir. Marksist’i bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan temelden ayırt eden şey, işte budur. Marksizm’in gerçekten anlaşılıp kabul edildiğini, işte bu denektaşı ile sınamak gerekir“ (Lenin; Devlet ve Devrim; 2 ciltlik Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 182, Berlin 1955, Alm.).
Peki, Proletarya Diktatörlüğü nedir?
Sanılır ki Proletarya Diktatörlüğü diktatörce bir yönetimdir. Burada daha sonra Bürokrasinin kendi diktatörlüğünü bir proletarya diktatörlüğü olarak tanımlarken yaptığı ucuz bir hile vardır.
Diktatörlük kavramının bir sosyolojik, bir de politik anlamı vardır.
Sosyolojik olarak her demokrasi bir diktatörlüktür. Örneğin, demokrasinin kendisi bile demokrasiye karşı olanlar, örneğin diktatörlükten yana olanlar ve diktatörce bir yönetim karşısında bir diktatörlüktür. Demokrasinin temeli olarak yurttaşların eşitliğini savunmak,  yurttaşların eşit olmadığı bir düzen ve anlayış özerinde diktatörlüktür ve diktatörlük olmak zorundadır. Tersi de aynı şekildedir. Yani insanları eşit görmeyen bir düzen de eşit görenler üzerinde bir diktatörlüktür.
İslam bunu Allah’a Şirk koşmama biçiminde ifade etmiştir.  Yani bir toteme tapıyorsanız, bir aşiretin hukukunu kabul ediyorsanız, Allah'a tapmıyorsunuz Allah’ın hukukunu ve ilişkileri düzenleyen kurallarını kabul etmiyorsunuz demektir. İkisi bir arada bulunamaz. Allah’ın kuralları ve hukuku geçerliyse, aşiretlerin, putların, totemlerinki geçerli olamaz.
Bütün insanları eşit kabul eden bir düzen, insanları eşit kabul etmeyen bir düzen ve anlayışla bir arada olamaz. Bunun tersi de geçerlidir. Yani bunlar birbiri üzerinde diktatörlük olmak zorundadırlar.
Özetle Proletarya Diktatörlüğü, sosyolojik anlamıyla İslam’ın Allah’a Şirk koşmamak dediğinin, bu sosyolojik ilişkinin ve bağın modern siyasetin kavramlarıyla ifadesinden başka bir şey değildir.
Bu diktatörlük kavramının, siyasi bir kavram olan, bir rejim biçimini tanımlayan, demokrasinin zıttı anlamındaki diktatörlük kavramıyla ilişkisi yoktur.
Ama aynı sözcüğün kullanılmış olması, Bürokrasinin kendi egemenliğini Marks’ın teorisine uygun davranıyormuş gibi göstermesini de kolaylaştırmıştır.
Özetle Sosyolojik olarak Proletarya Diktatörlüğü ve Proletarya Demokrasisi özdeştir.
Politik olarak Diktatörlük ve Demokrasi zıttır.
Peki, Proleter Demokrasisinin Burjuva Demokrasisinden farkı nedir?
Proletarya Demokrasisi, Burjuva demokrasisinin hala hiçbir ülkede bile tam anlamıyla uygulanmayan tüm özelliklerine sahiptir, bunun üstüne, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin kaldırılmasının sağladığı ek eşitleyiciliği de koyar.
Yani burjuva demokrasisinde zenginlikler belli ellerde toplandığından dolayı örneğin, fiili olarak burjuvazinin bir üstünlüğü olur. Bunu ortadan kaldırır. Yani biçimsel eşitliğe sosyal eşitliği ekler. Ama bu biçimsel eşitliği yok etmez, önemsizleştirmez, aksine onu sonuna kadar da götürür.
Marksizm biçimsel eşitliğin veri olduğu varsayımından hareket eder. Bunun üzerine sosyal veya iktisadi eşitliği de getirmeye çalışır.
Ama ya biçimsel eşitlik yoksa?
Bugünkü dünyada yoktur? Çünkü insanların eşitliğinin yerini ulusların eşitliği almıştır.
Ulusların eşitliğinin egemen olduğu bir dünyada, insanların eşitliği mümkün değildir. Ulusların eşitliği insanların eşitliği üzerinde bir diktatörlüktür.
İnsanların eşitliğini sağlamak, yani ulusları ve ulusal sınırları yok etmek ise, uluslar ve ulusların eşitliğine dayanan sistem üzerinde bir diktatörlüktür.
O halde Proletarya Diktatörlüğü, uluslar ve ulusal devletler ve ulusların eşitliği üzerinde bir diktatörlük olmak zorundadır. Yani politik bir birim olarak ulusu kabul etme üzerinde bir diktatörlüktür Proletarya Diktatörlüğü.
Peki Marksizm her şeyden önceproletarya Diktatörlüğünü kabul etmek ve bunun için mücadele etmek olduğuna göre; var olan devlet cihazı, yani ulusa göre tanımlanmış devletler sınıfsız topluma gidişin araçları olamayacağına ve parçalanması gerektiğine göre, Marksist olmak, uluslara ve ulusal devletlere karşı savaşı en baş görev olarak öne almak demektir.
Tekrarlarsak, İnsanların eşitliğini sağlamak için ana şart, ulusları yok etmektir. Ancak böylece biçimsel eşitlik sağlanabilir.
Yani Proletarya Diktatörlüğü öncelikle biçimsel eşitliği sağlamak zorunda olduğundan ancak Dünya Cumhuriyeti olabilir. Yani Proletarya Diktatörlüğü için savaş, uluslara ve ulusal devletlere karşı savaş olmak zorundadır. Çünkü ancak uluslar ve ulusal devletler yıkıldığında, bir tek dünya cumhuriyetinin yurttaşları arasında gerçek bir biçimsel eşitlik sağlanıp sosyal bir eşitliğin koşulu yaratılmış olabilir.
Yani 1 Mayıs, her şeyden önce, eğer Marks’ın öğretisine uygun davranılacaksa, uluslara karşı bir gün olmalı ve insanları uluslara karşı mücadeleye ve ulusal devletleri yıkıp bir tek Dünya Cumhuriyeti kurmaya çağırmalıdır. Bunun da ön koşulu, herkesin öncelikle “kendi” devletine ve ulusuna karşı savaşması ve insanları bu savaşa kazanmak için mücadele etmesidir.
Ne Türkiye’deki ne de dünyadaki başka 1 Mayıslarda böyle bir acil hedef ve temel parola görülmemektedir. Bu biçimsel eşitlik yokken sanki varmış ve mümkünmüş gibi insanları ulusal devletler çerçevesinde kapitalizme karşı savaşa çağırmak (Şimdi yapılan bütün 1 Mayıslar böyledir) sadece ham hayaller yaymak değildir ayın zamanda anti Marksist bir anlayışı savunmak ve uygulamak demektir.
Türkiye’ye gelirsek. Durum daha vahimdir.
Ulusların eşitliği insanların eşitsizliğinin temelidir ama bir de ulusların içinde, ulusu bir dille, dinle, etniyle, tarihle, ırkla tanımlayan uluslarda, ulusların içinde de biçimsel eşitlik yoktur. Yani bir ulus içindekilerin eşitliği de yoktur. Örneğin Türkiye’de Ermeniler, Süryaniler, Kürtler vs. Aleviler, Ezidiler, Hıristiyanlar vs. Türklerle ve Sünnilerle eşit değildir.
Böyle bir ülkede de en azından asgari olarak işçilerin savunması gereken, ulusun bir dille, dinle, soyla, ırkla, kültürle, tarihle tanımlanmasına karşı çıkmak, bütün bunların politik alının dışına atılması için mücadeledir.
Yani Türkiye’de 1 Mayıs’ta işçilerin yapması gereken, işçilerden ve işçi haklarından söz etmek değil; bütün bu ulus içinde bile eşitsiz olanların sorunlarını ve eşitsizliğini bayrağına yazıp bunun için mücadele etmektir.
Ancak o zaman Müslüman ve Türk işçiler birer Demokrat haline gelmeye başlarlar.
Sanılanın aksine, işçiler işçilerin sorunlarıyla ve ekonomik mücadeleyle ilgilenirlerse sosyalist olmazlar. Onlar toplumdaki tüm gayrı memnunların sorunlarıyla ilgilendikleri zaman sosyalist olabilirler.
Yani Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler, Ezidiler, Hıristiyanlar, kadınlar, Eşcinsellerin eşitliği için mücadele edip birer demokrat olduklarında işçiler ancak gerçekten sosyalist olmaya başlarlar.
Lenin’in Ne Yapmalı’da anlattığı hep budur.
Proletarya Partisi işçi partisi olmaz. Devrimcilerin, tüm gayrı memnunlardan ve sınıflardan devrimcilerin partisi olur.
O halde, gerçek bir sosyalist, gerçek bir devrimci, gerçek bir işçi için, Türkiye’de ulus Türklükle ve Sünni Müslümanlıkla tanımlanmış olduğundan, buna karşı mücadele ve bunun önemini vurgulamak, programlaştırmak için, sembolik olarak 24 Nisan’da 1 Mayıs yapmak, tamı tamına Marksist öğretiye uygun davranmaktır.
Bizi “sınıf mücadelesi öğretisi” olan Marksizm'i reddetmekle eleştirenlerin kendileri vulgar Marksistler bile değildirler.
13 Mayıs 2013 Pazartesi
Demir Küçükaydın



Hiç yorum yok: