23 Aralık 2014 Salı

1960’lı Yıllar - Türkiye’de Sosyalist Hareketin Tarihi Üzerine Yazılar ve Tanıklıklar (3)

İlk iki yazıda ( “Türkiye’de Sosyalist Hareketin Tarihini Yazacaklar İçin Tezler” ve “Sosyalistler ve “Sosyalist Hareketin Tarihinin Metodolojisi”) ağırlıkla bu tarihi ele almanın metodolojik sorunları üzerinde durulmuştu. Bu yazıyla birlikte Metodolojik sorunlardan bizzat o tarihe ve o tarihe ilişkin tanıklıklara doğru geçiyoruz. Bu yazıda hem metedoloji, hem tarih, hem de tanıklıklar var.
1960 sonrasındaki tarihi neredeyse bire bir yaşadık da sayılır. Bu nedenle yazdıklarımız ilerde bu tarihi ele alacaklar için bir belge anlamına da sahiptir.
Aşağıdaki yazıyı 1980’lerin başında Niğde hapishanesinde Kıvılcımlı’nın bir eleştirisine önsöz olarak yazmaya başlamıştık. Ancak cezaevindeki sürgünler nedeniyle devam edememiştik. Bu nedenle yarım kalmış bir yazıydı.
Ama yazının yazıldığı tarih ile bugün arasında otuz yılı aşkın zaman geçmiş. Sosyalist harekein tarihi üzerine bu yazı bizzat o tarihe ait bir belge olmuş. Bunca zaman geçince aynı zamanda tezlerinin doğruluğunun bir kanıtı haline de dönüşmüş bir belge.

Öte yandan bu belgenin de bir tarihi oluşmuş bu arada. Bu yazının tarihi de o tarihin bir parçası olmuş.
Bu nedenle yazıyı ve yazının tarihine ilişkin yazılanları da olduğu gibi aktarıyoruz.
23 Aralık 2014 Salı

Kıvılcımlı’nın Eleştirisine Önsöz

12 Eylül darbesinden sonra, Niğde Cezaevi'nde Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın bir eleştirisini hazırlamaya başlamıştık. Eleştiri kafamızda hazırdı ve bu eleştirinin çekirdeğindeki temel fikirleri içeren çok kısa bir versiyonunu Almanya'da çıkan Yol dergisinde yayınlanmak üzere bir üçüncü şahsın ağzındanmış gibi kaleme almıştım. (Bu metne şimdi şu adresten ulaşılabilir[1]: http://www.comlink.de/demir/yazilar/kivilcim/yol.htm)
Bu arada bu geniş kapsamlı eleştiri için bir de Önsöz kaleme almaya başlamıştım. Bu Önsöz’ü de bütün diğer yazılar gibi, doğrudan doğruya tükenmez kalemle ve küçücük harflerle kağıt mendillere yazıyor ve ceketlerin omuz bölgelerine dikerek dışarıya çıkarıyorduk. Bu Önsöz'ün de ilk yazılan kısımlarını bu yöntemle dışarıya çıkarmıştık.
Ne var ki, bu Önsöz’e devam etmek mümkün olmadı. Bir süre sonra Topluca Malatya Özel E Tipi Cezaevi’ne naklolduk. Her şeyimize el koyuldu. Sürekli terör altında “Müşahade hücreleri”nde aylar geçmeye başladı. Yazma olanağı fizik olarak yok olmuştu.
Dışarıya çıktıktan sonra ise, olaylar başka sorunları öne çıkardığından konuya bir daha dönmek ve kafamızdakileri yazıya dökmek mümkün olmadı.
Yıllar sonra, Cezaevinden gizlice çıkardığımız kağıt mendile yazılmış bu Önsözü bulduk. O dönemde, fotokopi ile çoğaltıp bir kaç tanıdığımıza vermiştik.
Simdi bu Önsöz'ün yazılmış bölümünü elimizde kalan son fotokopi nüshasından dijitalize ediyoruz. Bu yazıyı dijitalize ettikçe kısım kısım yollayacağız. İlgi uyandıracağını sanıyoruz.
Bu Önsöz'ü muhtemelen 1981-82 yılları içinde yazmış olmalıyım. Bu bakımdan tarihsel bir belge özelliği de taşıyor. Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin tarihi üzerine yine artık o tarihin bir parçası olmuş bir belge. Bugünün sorunlarıyla ilgisiz olduğu anlamına gelmiyor bu tabii.
İlginç bulunacağını sanıyorum.
Demir Küçükaydın
26 Ocak 2001 Cuma

Bu kitapta yer alan Kıvılcımlı'nın eleştirisi aynı zamanda bir özeleştiridir de. Özeleştiridir, çünkü bu satırların yazarı 1970-80 arasında, tam on yıl, Kıvılcımlı'nın görüşlerini savunmuş; daha doğrusu anladığı kadarıyla savunmaya çalışmıştır. On yıl boyunca savunduğumuz ya da savunmaya çalıştığımız görüşler, en eksiksiz ve en sistematik anlatımını Kıvılcımlı'nın eserlerinde bulduğundan, özeleştirimiz aynı zamanda, Kıvılcımlı'nın bir eleştirisi biçimindedir.
Bu eleştiri/özeleştiri bir "reddiye" değil, Kıvlcımlı'yı eleştirel bir şekilde aşma çabasıdır. Albert Einstein bilimlerin ilerlemesini, eski teori ve kavramların yerine yenilerinin -daha dakik ve doğru olanlarının- geçişini anlatırken, bu sürecin bir binayı yıkıp yerine bir başka bina yapmaya değil, daha ziyade bir tepeye tırmanmaya benzediğini söyler. Hareket noktası hep aynıdır, ama yükseldikçe daha geniş bir alan görülür. Bu eleştiri/özeleştiri de böyle, Hegel'in içinde taşıyarak aşma tarzında tanımladığı türden bir diyalektik "inkar" olma çabasıdır.
Diğer bir deyişle, bu eleştiri, bir binayı yıkıp yerine başka bir bina yapmamaktadır. Kendi hareket noktamız bakımından, bilgisizlikten bilgiye giden süreçte, yeni ve daha üst bir aşamanın ifadesidir. Bu bilgilenme süreci politik olarak da Ütopizmden Devrimci Marksizme giden bir sürece karşılık düşmüştür.
Bilgi süreci, ya da bilimlerin ilerlemesi bir dağa tırmanmaya benzetildi. Ne var ki, bilgi süreci ya da bilimlerin ilerlemesi dosdoğru bir yol izlemez; zaman zaman duraklar; aşılmaz gibi görülen kimi problemler karşısında geriler; kimi zaman o problemlerin etrafından dolaşır; kimi zaman da ileriye atılır. Diğer bir değişle, bu gidiş de evrendeki tüm süreçler gibi diyalektik, karmaşık, çelişkili bir karakter taşır. Kişi olarak bizim evrimimiz de bu yasanın dışında değildir, dümdüz bir yol izlememiştir.
"Troçkist" diye adlandırılan Devrimci Marksist görüşleri benimsedikten sonra, içinden geldiğim "Doktorcu" gelenekten arkadaşlar tarafından “yalpalamakla” suçlandım. Aslında onlara “yalpalama” gibi görünen şey, kişisel teorik-politik evrimimizin bu doğrusal olmayan karakteriydi. Onlar bu evrime damgasını vuran temel eğilimi kavrayamıyorlardı. Aslında bu anlamda tüm Doğa, Toplum, Bilimler "yalpalamakta"dır. Bilimsel sosyalizmin kurucuları, haklı olarak, sosyalist devrimi, üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkileriyle en derin çelişki içinde olduğu Batı'nın gelişmiş kapitalist ülkelerinden bekliyorlardı, ama devrim tuttu Avrupa'nın en "Asyai", en geri, en doğulu ülkesinde oldu. "Toplumun evrimi yalpaladı" denilebilir mi?
Başlangıçta bu önsöz çerçevesinde, Kıvılcımlı'nın eleştirisine temel olan görüşlere, namı diğer "Troçkizm"e, hangi koşullarda, hangi problemlerin çözümünü ararken, nasıl vardığımızı; daha doğrusu onu bilmeden nasıl yeniden keşfettiğimizi anlatmayı düşünüyorduk; ancak sözü edilen "yalpalama" ithamı devam ettiğinden, konuyu daha bir açıklığa kavuşturabilmek için, onbeş yıllık teorik ve pratik evrimimizi anlatmanın daha doğru olabileceği sonucuna ulaştık. Ayrıca böyle yaparak bir yan ürün de elde edilebileceğini düşünüyoruz.
1974 sonrasında savaşa katılan binlerce devrimci, Türkiye'deki devrimci ve sosyalist hareketin tarihi ve ondan çıkan dersler hakkında hemen hemen hiç bir şey bilmiyor. Bu bilgisizlik sadece çıkarılacak dersler, teorik sonuçlar bakımından değil, olgular bakımından da söz konusu. Bu nedenle geçmişin tecrübeleri özümlenemediğinden, aşılamamakta; yeni kuşaklar eskileri çarpan problemlere değişik görünümler altında takılıp kalmaktadırlar. Her kuşak, olmadı baştan, “Amerika'yı yeniden keşfetmek” zorundadır. Geleneksizlik Doğu'nun geleneğidir.
Gerçeklik bu olduğuna göre, bugün Devrimci Marksistlerin önündeki en önemli görevlerden biri, hiç olmazsa son yirmi yıllık mücadelenin derslerini sistematik olarak incelemek; o sonuçlar ışığında kendimizi ve yeni kuşakları eğitmek; bu "fasit daire"yi kırmaktır.
İşti, bu önsöz çerçevesinde, nispeten uzunca bir dönem içeren kendi evrimimizi; ne gibi problemlere bağlı olarak hangi aşamalardan geçtiğimizi anlatarak, bir ölçüde, tecrübelerin incelenmesi ve dersler çıkarılması görevinin taslaklaştırılmasına da katkıda bulunabileceğimizi düşünüyoruz.
***
Bu önsözde anlatmaya çalışacağımız kişisel evrimimiz, gerekli değişiklikler yapıldığında, bir kuşağın ve 1960 sonrası devrimci/sosyalist hareketin de evrimi sayılabilir. Elbette herkes aynı yolu aynı hızla geçmedi. Kimileri belli bir dönemin veya aşamanın problemlerine takılıp kaldı ve o problemler çerçevesinde bir evrim yaşadı. Böylece devrimci/sosyalist hareketin gelişiminin farklı aşamalarına denk düşen hareketler aynı zamanda ve bir arada varoldular ve birbirleri üzerinde karşılıklı etkiler yaptılar. Bir kısım yaşayabilmek için, yeni koşullara uyabilmek için görünümlerini, biçimlerini değiştirdi ama anatomileri, yani onların varoluşundaki temel problemler ve varsayımlar aynı kaldı. Böylece "Devrimci Hareket" dediğimiz şeyin zengin çeşitliliği ortaya çıktı.
Bu soyut ifadeyi somutlayabilmek, daha iyi açıklayabilmek için karmaşıklığı toplumsal evrime en yakın olan biyolojik evrimden benzetmeler yapılabilir.
Bilinir ki, canlılar, tek hücrelilerden yumuşakçalara, omurgalılara, memelilere ve sosyal hayvan İnsan'a doğru giden -ve halen de devam eden- bir evrim geçirmiştir. Ne var ki, bu evrimin alt konaklarını (aşamalarını) oluşturan canlı varlıklar yok olmamışlardır, varlıklarını sürdürmektedirler. Örneğin, insanın yanı sıra süngerler, yumuşakçalar, sürüngenler, kuşlar vs. varolmaya devam ediyorlar. Hatta onlar varlıklarıyla kendilerinden daha üst konaklardaki canlıların varolabilmesinin temelini oluşturdukları gibi, üst konaktaki canlılar da onların kendi türleri çerçevesinde bir evrim geçirmelerinin ve varoluşlarını sürdürmelerinin temel koşullarından birini oluşturmaktadırlar. Örneğin et yiyen memeli hayvanlar olmasaydı, atın atası köpek benzeri hayvan hızlı koşabilen bugünkü at haline dönüşmeyebilirdi. Ama atın bu evrimi, onun temel anatomik yapısı bakımından daha üst bir aşamaya geçmesi anlamında da bir evrim değildir. Ortada canlıların genel evriminin yanı sıra bir de atın at olarak evrimi vardır. At bugün de maymunlardan bile daha geri bir aşamanın ifadesi olarak varlığını sürdürmektedir.
İşte, tabiri caizse, burada genel olarak canlıların evrimi söz konusu olacaktır, At'ın At olarak kendi türüne özgü evrimi, yer yer örnek vermek için değinilse bile, burada konumuz değildir.
Ancak evrimlerden hangisinin gerçek canlıların evrimine denk düştüğü de oldukça relatifdir. Canlıların evrimini eğer atlar yazsa idi, gözümüzün önüne bambaşka bir tablo çıkardı. Elbet onların esas konusu kendi evrimleri olurdu. Bu arada maymundan insana doğru giden evrimi muhtemelen bir sapma olarak değerlendirecekler ya da İnsan'ı kendi kriterlerine vurup geri bir tür olduğu sonucuna varacaklardır. Bu bakımdan anlatmaya çalışacağımız evrim At'ları hiç ilgilendirmeyebilir.
Koşulların değişimiyle kimi türlerin görünümlerini değiştirdiklerinden ama anatomilerinin aynı kaldığından söz edildi. Bunu açabilmek için bir örnek daha verilebilir. Yılan bir sürüngendir. Sürüngenler ise balıklara göre kurbağa ve semenderlerden sonraki bir üst aşamaya denk düşerler. Ne var ki, kimi yılan türleri, örneğin su veya deniz yılanları, tekrar sulara dönmüşlerdir. Vücutlarında onların bu yeni koşullara uyumunu sağlayan bazı değişiklikler de olmuştur. Ama bu değişiklikler onların temel anatomik özellikleri bakımından bir değer taşımazlar. Örneğin su yılanlarının da ciğerleri vardır ve ancak havadaki oksijeni soluyabilirler. Diğer yandan, kimi balık türleri de, örneğin yılan balıkları, görünümleriyle yılana benzerler. Fakat görünüşe aldanmamak gerekir. Ne kadar yılanlara benzerlerse benzesinler, onlar temel anatomik özellikleri bakımından balıktırlar ve yılanlara göre iki basamak aşağıdaki canlılardır.
Devrimci hareket içinde de benzer bir durum vardır. Kimi hareketler değişen koşullara bağlı olarak görünümlerini değiştirmişlerdir, varlıklarını sürdürmelerini sağlayan müthiş bir uyum yeteneği göstermişlerdir. Ama devrimci hareket içinde herhangi bir hareketi ele alırken, onların görünümlerine bakıp aldanmamalı, yılan balıklarını yılan, su yılanlarını da balık sanmamalı.
Türkiye devrimci hareketinde var olan hareketlerin hem çokluğunu hem de gerçek niteliklerini anlayabilmek için yukarıda benzetmelerle anlatılmaya çalışılan metodolojik yaklaşımı bir çözümleme aracı olarak kullanmak gerekmektedir.
Burada şu sorun ortaya çıkmaktadır. Hangi özellikler bir hareketin gerçek niteliği, anatomik özellikleri hakkında görünüşe aldanmaktan kurtulmamızı sağlayacak ölçütler olarak ele alınmalıdır? Kanımızca bir hareketin teorik temelinde bulunan problemler ve teorik varsayımlar bize gerekli ölçütleri sağlayabilir. Bu kriterlere göre incelendiğinde örneğin Partizan hareketinin problemleri ve dayandığı temel varsayımlar bakımından hemen hiç bir değişim göstermediği, adeta yaşayan bir fosil olduğu hemen görülebilir. (Burada onların radikalizmlerini kastetmiyoruz. Kriterler teoriktir, politik değil.)
Bu metodolojik yaklaşım olmadan ne günümüz dünyasını ne de Türkiye devrimci hareketinde var olan hareketleri, onların çokluklarını ve ayrılıklarını anlamak mümkün değildir. Aslında Modern biyoloji artık günümüzde canlıların evriminin genel ve soyut şemasıyla yetinememektedir. Evrim ve canlılar sistemi, çeşitli aşamalardaki canlıların karmaşık, karşılıklı ilişkileri içinde olarak, canlılar tarihinin daha doğru, daha somuta yakın bir kavranışına doğru bir eğilim görülmektedir. Bu eğilim bilginin kendi dinamiğinden olduğu kadar somut toplumsal ihtiyaçlardan da beslenmektedir (örneğin ekoloji sorunları).
Vülger olmayan Marksizm de kökeninde toplum tarihine benzer bir yaklaşım içindeydi. Daha sonradan unutulan bu metodolojik yaklaşımı yeniden canlandırmak gerekmektedir. Değişim gelişim konaklarındaki toplumların birbirleri üzerindeki karşılıklı etkilerini ele almadan ne eski tarihi ne de bugünkü tarihi ve toplumsal süreçleri anlamak olası değildir.
***
Türkiye ve Dünya'da sosyalist teori ve pratiğin trajedisini anlamak için aşağıda bazı analojilerle anlatmaya çalışacağımız süreçler önemli bir ipucu olabilirler.
Gerek bilim, gerek sanat tarafından üzerinde en az durulmuş olaylardan biri de BAMBASKA HAREKET YASALARINA BAĞLI OLARAK GELİSEN VE BİRİNİN GELİSİMİ DİĞERİNİN VAROLUS KOSULLARINI ORTADAN KALDIRAN SÜREÇLERİN KESİŞME NOKTASINDA OLANLARDIR. Ne demek istediğimizi bir kaç örnekle açıklamaya çalışalım.
Dünyamız, güneş sistemimiz, galaksimiz ve evren sırf fizik yasalara bağlı kendi evrimini yaşıyor. Ama bunun yanı sıra şu küçücük yeryüzünde insan toplumu da, toplumsal yasalara bağlı kendi hareketini yaşıyor. Bırakalım toplumu bir yana, canlı hayat bile Dünya gezegeninde, güneş sistemi ve galaksimizin belli bir anında ortaya çıkan birçok koşulun bir arada bulunmasıyla varolabilmektedir. Örneğin evrende mutlak sıfırdan milyarlarca dereceye kadar değişen bir sıcaklık yelpazesi vardır. Ama hayat sıfırın altında ve üstünde onlar hanesini geçmeyen çok dar bir aralıkta mümkündür. Bu gibi koşullar saymakla bitmez. Bir gün güneş sisteminin veya Samanyolu galaksisinin fizik yasalara bağlı hareketinin belli bir momentinde yeryüzünün koşulları küçük, küçücük bir değişikliğe uğrayabilir. Örneğin havanın sıcaklığı 100 santigrat derececik artabilir. Böyle bir değişiklik tüm yaşamı olanaksız kılmaya yeter. Bu durumla karşı karşıya kalan insanların hiç bir çabası "kader"i değiştirmeye yetmeyecektir. Tüm çabalar, bambaşka yasalara bağlı bir hareket sonucu ortaya çıkmış yeni koşulların duvarına çarpıp parçalanmaya mahkumdur. Bu kesişme noktasında canlı varlıkların yok oluşunu, canlıların evrimini belirleyen yasalarla açıklamak mümkün değildir.
Konumuz tarihsel maddecilik ve onun evrimi. Tarihsel maddeciliğin diğer bir değişle sosyalist teori ve pratiğin evrimini de, düşüncenin, bilgi sürecinin evrimini de, hele son yarım yüzyıllık tarihi göz önüne aldığımızda onun kendi öz dinamiğiyle açıklamak mümkün değildir.
Tarihin en ilginç trajedileri, böyle kesişme noktalarında yaşayan insanların başından geçenlerdir. Bambaşka yasalara bağlı olarak gelişen bir süreç, o insanların karşısına her iradi çabanın duvarında kırıldığı bir tür ilahi ceza gibi dikilir.
Bilimsel Sosyalizm, diğer adıyla Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm, genel olarak hareketin ve özel olarak ta düşüncenin ve toplumun hareketinin (değişiminin, evriminin) teorisidir. Ve bu "Hareketin Teorisi"nin hareketi "Teorinin Hareketi"ni açıklayan yasalarla, ama somut, yaşanan tarihsel hareket olarak, açıklanamamaktadır. Çünkü sapmalardan ve geri dönüşlerden arındırılmış, "saf", "mantıki" haliyle değil ama somut, tarihi haliyle teorinin hareketi, tıpkı hayatın varoluşunun birçok fiziksel önkoşulu gerektirmesi gibi, birçok toplumsal önkoşulu gerektirir.
Diğer bir değişle,toplumsal evrimin bağlı olduğu yasalar, tıpkı galaksimizin ve güneş sistemimizin evriminin belli bir aşamasında canlı hayatın varlığını olanaksız kılan koşulları ortaya çıkarması gibi bir etkiyi düşüncenin, teorinin evrimi üzerinde gösterirler. Nasıl hayat denilen yüksek hareket biçiminin varolabilmesi birçok fizik koşulun bir araya gelmesiyle olanaklı olabiliyorsa, aynı şekilde, bilim, teori ya da bilgi dediğimiz yüksek hareket biçiminin varolabilmesi ve gelişebilmesi de birçok toplumsal koşulun bir araya gelmesiyle olanaklı olabilir.
Böyle bir olgunun en bilinen, en klasik örneği Batı Ortaçağı'nda görülebilir. Antik Yunan ve Roma'da bezirgan ticaretinin sağladığı zenginleşme uygarlığa yeni geçmiş bu kentlerde bilim ve sanatların gelişebilmesi için olağanüstü uygun koşullar yaratmıştı. Daha sonraki Batı Ortaçağı'nda bilim ve sanatların düzeyini, gerilemesini, estetik ve mantık hareketi belirleyen yasalarla açıklamak olanaksızdır. Toplumsal yasalara, Kıvılcımlı'nın keşfettiği Tarihsel Devrim yasasına bağlı olarak gerçekleşen barbar akınları, ve tanımı gereği o barbar halkların kültür düzeyi, o koşulları ortadan kaldırmıştır. Ancak Haçlı Seferlerinden sonra doğu yolunun açılması ve İtalya'da zengin bezirgan kentlerin çiçeklenmesi sonucu antik uygarlığın düzeyiyle yeniden rezonans bulabilecek duruma gelindiğinde, bilinen meşhur Rönesans (yeniden doğuş) gerçekleşmiştir.
Benzer bir olay  bilimsel sosyalizmin de başına gelmiştir. Bu anlaşılmadıkça ne Türkiye'nin ne de genel olarak Dünya Sosyalist hareketinin başına gelenleri anlamak olası değildir. Genel olarak çağımızın ve özel olarak ta Türkiye Devrimci ve Sosyalist hareketinin trajedisi burada yatmaktadır. Hareketin teorisi, toplumun hareketi tarafından olmamışa çevrilmiştir.
*
Türkiye'de Sosyalist Hareket iki kez doğdu. İlki Ekim Devrimi rüzgarlarının etkisiyle oldu. Doğumu gibi sonraki kaderini de aynı rüzgarlar belirledi. 1960'larda ise her şey yeniden başladı, hem de ilk doğumda ulaşılanlardan bile çok daha geri bir noktadan. Bu yeniden doğuş ve eski doğuşla ilişkileri açıklayabilmek için yine benzetmelere baş vuralım.
Bir an için, bir kozmik ışınlar bombardımanının veya ani bir sıcaklık değişiminin yeryüzündeki yaşamı yok ettiğini düşünelim. Ve yine var sayalım ki, bir süre sonra koşullar değişsin ve yeryüzünde ilkel hayat türleri ortaya çıksın. Bu yeni ortaya çıkan ilkel hayat biçimleri, daha önce varolmuş, hayatın son derece yüksek biçimlerine göre geri bir aşamayı temsil ederler. Ama aynı samanda cansız bir çöle göre ileri bir aşamaya karşılık düşerler.
İşte 1960'tan sonra doğan devrimci hareket geçmişe göre hem geri hem de ileri bir oluşumun ifadesidir.1927, hatta 1930'lara kadar, gerek Türkiye'de gerek dünyada varolan devrimci teori ve pratiğin yüksek aşamalarına göre geri, -örneğin, Kıvılcımlı'nın 1930'ların başında yazdığı "YOL" ile Yön dergilerini ya da TİP'i karşılaştırmak bu geriliği çarpıcı biçimde gösterir- ama 1950'lerin çöle dönmüş ortamına göre ileri.
Bunun sonucu ne olmuştur? Birçok devrimcinin ya da sosyalistin anlayamadığı... Yine benzetmelerle anlatmayı deneyelim.
Bir an için, bir nüklear savaş sonucu, yeryüzündeki tüm uygar insanlığın yok olduğunu, yalnız tropik ormanlarda yaşayan bazı ilkel kabilelerin sağ kaldığını var sayalım. Ve yine varsayalım ki, tüm uygar insanlık yok olmuştur ama, o uygarlığın yarattığı araçlar (otomobiller, evler, fabrikalar, kitaplar vs.) yok olmamıştır. (Nötron Bombası ile bütünüyle böyle bir sonuç mümkün.)
Sağ kaldıkları ücra kovuklarında çoğalıp, yeniden dünyaya yayılan ilkel topluluklar için, içinde bulundukları ilkel kültür ve teknik gelişim konağı dolayısıyla, yeryüzünün her yerinde karşılaşacakları eski uygarlığın kalıntısı olan araçlar onlara hiç bir şey ifade etmeyecektir. O modern araçların onlar için hiç bir kullanım değeri olmayacaktır.  Ancak o ilkel topluluklar, eski yok olmuş uygarlığın binlerce yılda yaşadığı evrimi, başka bir yoldan da olsa yaşayıp, belli bir gelişim konağına vardıktan sonra, yok olmuş eski uygarlıktan kalan araçlar onlar için bir kullanım değerine sahip olabileceklerdir.
İşte 1960 sonrasında Türkiye'de yaşanan da böyle bir süreç olmuştur. 1960'larda yeniden doğan sosyalist ve devrimci harekete, yerli ve uluslararası sosyalist hareketin bir zaman ulaştığı doruklardan sunduğu teorik araçlar, henüz toplayıcılık ya da göçebelikle yaşayan aşiretlere bir traktörün ya da bir buldozerin ifade edebileceğinden daha fazla bir anlam ifade etmemiştir.
Tropik ormanlardaki kovuklarından çıkıp gelişen toplumlar traktörleri, kitapları vs. kullanabilecek bir düzeye geldikleri zaman, o insanlar içinden çıkan kimi tarihçilerin bir kısmının, daha önce yaşamış olan insanların ulaştıkları uygarlığı her şey, temel açıklayıcı ilke, daha sonra olmadı baştan yaşanan evrimi hiç bir şey; diğer kısmının ise, tersine, sonraki evrimi her şey, önceki evrimi hiç bir şey olarak değerlendirdiklerini düşünelim. Her iki bakış ta gerçekliğin yalnızca bir yanına ağırlık veriyor olacaktır. İşte, Türkiye sosyalist hareketinin tarihi ve gelişimi karşısındaki tavırlar da özünde benzer bir yanılgı içindedir. Her iki bakışla da mücadele etmek gerekiyor. Öte yandan, benzetmelerle açıklamaya çalıştığımız kavrayış aracılığıyla, her iki yanılgının varoluşunun da bir açıklaması yapılabiliyor.
*
Bir yandan Stalinizmin uluslararası etkisi, diğer yandan geri Türkiye'nin "Babil artığı küçük-burjuva" yapısı ve burjuvazinin terörü sonucu Türkiye'nin entelektüel hayatı çöle dönmüş; sosyalist bir gelenek hiç olmamışa dönmüştü.  Fakat kapitalizm vardı ve kapitalist ilişkiler gelişiyordu.
Kapitalizm var ise sınıflar da var demekti.  Sınıflar varsa ezilen ve sömürülen insanlar var demekti.  Baskı ve sömürü ise, ona uğrayan insanların bilincinde varolan düzenin insanlık dışı, adaletsiz bir düzen olduğu yargısını yeniden üretir.  Ve bir kere bu hareket noktası ortaya çıkıp toplumsal bir muhalefet kendini çeşitli biçimlerde ifade etmeye başladı mı, ister istemez kapitalizmin ahlaki eleştirisinden bilimsel eleştirisine giden yola da yeniden girilmiş olur.  "Her şeylere kadir Allah" nasıl bir "topal Şeytan" ile baş edemez ise, öyle ezenler de ezilenlerin, sömürülenlerin muhalefetini yok edemez; onun varoluşunun nedenini oluştururlar. 
27 Mayıs sonrasında, yılların birikimiyle ortaya çıkan modern-kapitalist ilişkiler ve biriken çelişkiler aydınlar ve işçiler arasında, ülkede var olan düzenin akıl, ahlak, adalet, insanlık dışı olduğu düşüncesini yaratmadan edemiyordu. Ama tarihsel bakımdan doğru olan bu muhalefet bilimsel bakımdan yanlış da olabilirdi ve öyleydi de. 
Engels "Felsefenin Sefaleti"ne yazdığı Önsöz'de bu probleme değinir:
"Burjuva ekonomisinin yasalarına göre, ürünün en büyük kısmı, onu üreten işçilere ait değildir.  Şimdi tutar da, bu haksızlıktır, böyle olmamalıdır dersek, bu kez de bu sözlerin ekonomi ile doğrudan bir ilgisi kalmamış olur. Böyle söylemekle, bu ekonomik gerçeğin ahlak duygularımızla çeliştiğinden başka bir şey söylememiş oluruz. Bundan ötürü Marx, kendi komünist istemlerini, hiç bir zaman buna değil, kapitalist üretim biçiminin her gün gözlerimiz önünde yer alan ve gittikçe daha büyük ölçülere varan kaçınılmaz çöküşüne dayandırmıştır. Onun söylediği tek şey, artı-değerin ödenmemiş emekten ibaret olduğudur ki, bu da basit bir gerçektir.  Ama biçim yönünden ekonomik olarak yanlış olan, dünya tarihi bakış açısından doğru olabilir. Eğer kitlelerin ahlaki bilinci, kölelik ya da toprak köleliği durumlarında olduğu gibi, bir ekonomik olgunun haksızlığını ilan ederse, bu, o olgunun ömrünü doldurmuş bulunduğunun, bir öncekinin çekilmez ve savunulmaz duruma gelmiş olmasından ötürü ortaya başka ekonomik olguların çıkmış bulunduğunun kanıtıdır. Demek ki, çok doğru bir ekonomik içerik, biçimsel ekonomik yanlışlığın ardına gizlenmiş olabilir..."
Türkiye'ye gelince... O, yalnızca kapitalist bir ülke değildir, aynı zamanda emperyalizmin bir yeni-sömürgesidir. Onu belirleyen, kapitalist ülke olması kadar, geri ve gericiliğin egemen olduğu bir ülke olmasıdır.
Ütopik sosyalizme, Batı'daki orijinal biçimiyle, hareket noktası sağlayan olgu, üretici güçlerin gelişmişliğine rağmen, bu olanaklar içinde ezilenlerin sefaleti, bunun akıl ve ahlak dışı görünmesiydi. Böylece sosyalist düşüncenin hareket noktası ezilen sınıflar ve onları bu durumdan kurtarmak oluyordu. 
Türkiye'de ise bu hareket noktası tamamen başkadır. Türkiye geri bir yeni-sömürge olduğu için, entelijansiyaya akıl ve ahlak dışı görünen şey: üretici güçlerin dünyadaki genel gelişmişlik düzeyi karşısında, Türkiye'deki gelişmemişliği idi.
Batı'da insanları sosyalizm idealine vardıran sorun "kalkınma" ya da "ilerleme"nin nasıl olacağı değil; zaten ileri ve kalkınmış bir toplumda adaletsizliğin nasıl giderilebileceği problemiydi...
Bunun sonucu olarak 1960 sonrasında Türkiye'de yeniden doğan sosyalizm düşüncesinin, tıpkı ilk doğuşta olduğu gibi, yine doğuştan bir günahı vardı: hareket noktası sınıfsal değil ulusaldı. 
Ceza suçun cinsindendir. Batı kapitalizmi, maddi zenginlikleri, politikası, fizik gücü ve ideolojisiyle kendi normlarını geri ülkelere dikte ettirmektedir. Ama bu normlar bir kere kabul ettirilince, geri ülke halklarına bu normlara sahip olmamış olmak akıl ve ahlak dışı görünmeye başlar.  Geri ülkelerdeki toplumsal hareketlerin gücü ve güçsüzlüğü bir bakıma tam da bu noktada bulunmaktadır.  Karşı çıkılan Batı'nın normları eleştirilmemekte ama onlara ulaşılmaya çalışılmaktadır.
Bu hareket noktası farklılığı, 27 Mayıs sonrasında doğan "yeni-ütopizm" diyebileceğimiz olgunun çıkardığı sonuçları da etkiler. Bu ütopizm, başat olarak sınıfın değil ulusun geriliğini ahlak ve adalet dışı gördüğünden, kapitalizme değil ama daha ziyade emperyalizme karşı çıkış biçimini alıyordu.
Aslında şu "gerilikten kurtulma" hareket noktası, Türk aydınının sadece 27 Mayıs sonrasında değil, hemen hemen 150 yıldır başlıca problematiğini oluşturmuştur. Osmanlı Devleti kapitalist Batı karşısında yenildikçe ve geriledikçe, nasıl onlar gibi olabiliriz sorunu Osmanlı aydınlarının temel sorusu olmuştur. Programlar hep bu soruya verilen cevaplara göre oluşmuştur. Bu soruya verilen "İslahat", "Meşrutiyet", "Cumhuriyet", "karma ekonomi", "planlı ekonomi" vs gibi cevaplar önce muhalefetin sonra da iktidarların programları olmuşlardır.
27 Mayıs sonrasında bu soruya "Sosyalizm" cevabı verilmiştir. Ama bu sosyalizm cevabı yanlış bir sorunun cevabı olduğu kadar, çarpılmış, sosyalizmi, kendisinden çok başka bir şeyi, bir tür stalinizmi içeren bir cevaptır da. Sovyetler Birliği Stalin döneminde geri bir ülke olmaktan çıkıp bir sanayi ülkesi olmanın örneğini sunduğundan, bunun yol açtığı yanılsama sonucu, "sosyalizm" bir kalkınma yolunun ifadesi olmuştur. Ama bu sosyalizm, Kemalist ve Osmanlı gelenekleriyle de, tencere kapağı misali denk düşen, bürokratik, çarpılmaya uğramış bir sosyalizmdir.
"Sosyalizm" kavramı tanımı gereği eşitlikçiliği de içerir. Bu karakteri nedeniyle de, cevap kendini var eden soruyla daima gizli bir çelişki taşımıştır ve bu çelişki her fırsatta kendini açığa vurmuştur.  Sosyalizm bir bakıma eşitlikçi bir kalkınma felsefesidir. 
Türkiye'de Stalinizm bu nedenle aynı zamanda burjuva programlar karşısında ezilen sınıflara ait bir programın ilk çocuksu, ütopik ifadesidir de. Batı proletaryasının ütopizm adı altında yaşadığı aşamayı bizde, Stalinizm biçiminde yaşadık.  Bu anlamda Stalinizmin savunusu ileri ve proleter bir karakter taşımıştır. Geri ütopyalara karşı daha ileri ve eşitlikçi bir ütopyanın ifadesidir.  Bir yanılsamaya dayansa da, Stalinizmin bu somut anlamını ve işlevini kavramamak ve gerek 60 gerekse son 20 yılın sosyalist geçmişini "stalinizm" diyerek bir kalemde çizip atmak, somut gerçekliği hiç kavramamanın ifadesinden başka bir şey değildir.
Türkiye proletaryası, batı proletaryasının 150 yıl önce aştığı ütopizm aşamasını, başka koşullarda ve başka bir biçimde yeniden yaşamak zorundaydı.  Gelişimin zorunlu aşamaları iradenin bir vuruşuyla yok edilemezdi. Son 20 yılın sosyalist hareketinin tarihinin özü budur.
Elbette, Stalinizm'in Marksizm diye savunulması, Marksizm'le ilişkisi olmayan skolastik bir öğretinin savunulmasına yol açmış; Marksizm'i burjuva kurtlar karşısında kuzuya döndürmüştür. Ama bu ayrı bir konudur.  Şu an bizim konumuz, öğretilerin bilimsel içeriği değil, somut tarihsel anlamıdırBilimsel yanılgıları değil, tarihsel haklılıklarıdır.
Sadece doğrular değil, yanlışlar da bir gerçekliktir ve gerçeklik somuttur. Somut gerçekliğin tarihsel anlamı anlaşılmadan, bilimsel içeriğin bir eleştirisi de tam olmaktan uzak kalır. Açıklanamayan şey, eleştirilip aşılamaz.  Marks ve Engels ütopik sosyalistlerin öğretilerinin içeriğindeki yanılgılar kadar, hatta daha fazla, onların tarihsel olarak haklı ve ileri yanlarına ağırlık vermişlerdir. Ve bilimsel sosyalizm nasıl ütopik sosyalizmin tarihsel mirasçısıysa, biz devrimci Marksistler de, sözünü ettiğimiz anlamıyla Stalinizmin tarihsel mirasçısıyız.  Olmalıyız değil, öyleyiz zaten. 
Evet, "Tek Ülkede Sosyalizm" ütopyası, Dünya tarihi bakımından, bilimsel sosyalist öğretinin saf ve soyut evrimi bakımından gerici bir ütopyadır; bir imtiyazlı kastın egemenlik aracıdır; ama, bizim koşullarımızda, geri bir ülkede, çölden yeniden bir hayatın doğduğu koşullarda, proletaryanın sınıf eğilimlerinin ifadesi olan ilerici bir ütopya da olmuştur.  
Bu nokta önemlidir. Troçki'nin yazdıklarından bir adım öteye gidemeyen, onun özünü kavrayamayan birçok devrimci Marksist, bizdeki Stalinizm'in bu özgün anlamını kavrayamadığı için tüm geçmişi, "Stalinizm" diyerek, bir kalemde çizmekte; bunun sonucunda da, devrimci ve sosyalist hareketin Stalinizm biçimi altında aştığı birçok sorunu kavrayamamakta ve farkına bile varmadan, çizip attığı geçmişin aşılmış kimi problemlerine başka bir düzeyde de olsa takılıp kalmaktadırlar
*
1960 sonrasında ilk olarak ortaya çıkan devrimci hareketin ütopizmi doğrudan doğruya Marksist bir görünüm altında ve Stalinizm biçiminde çıkmadı. Devrimci ve sosyalist hareket ve akımlar 1967 veya 1968'e kadar, bir "Marksizm'e hazırlık" ya da "başlangıç dönemi" yaşadı. Bu aşamaya karşılık düşen iki büyük hareket Yön ve TİP olmuştur.
Bu iki hareket te her ne kadar Marksizm'den etkiler taşısa da özünde ve biçimde Marksizm dışıydılar. Ama onlar varlıklarıyla ve ortaya koydukları problemlerle toprağı Marksizm'in yeşereceği bir duruma getirdiler. Bu iki hareketin Marksizm dışında yürüttükleri tartışmalarda ortaya koyulan problemler bugün bile Marksizm çerçevesinde tartışılan temel problemler olmaya devam etmektedir. Jargon, varsayımlar ve çıkarsamalar değişmiştir ama temel problemler aynı kalmıştır. Bir problemi ortaya koymak başlı başına bir aşamadır. Onların yeni ve ileri olan yanı buydu.
1960'lara gelirken peş peşe ulusal kurtuluş savaşları sürüyor; eski sömürgelerde peş peşe ulusal devletler kuruluyor; Nehru, Nasır, Sukarno, Nkrumah gibileri Türkiye'nin geriliğine, gericiliğine ve emperyalist ülkelerce soyuluşuna tepki duyan aydınların özlemlerini dile getiriyordu.
Mısır, Hindistan, Endenozya, Cezayir, Gana kendi ulusal kurtuluşlarını İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kazanmışlardı; "bizim" ise Birinci Dünya Savaşından sonra verdiğimiz bir ulusal kurtuluş savaşı yok muydu? Mustafa Kemal, Nehru ve Nasır gibilerin ilk örneği değil miydi? O halde bugün verilmesi gereken İkinci Kurtuluş Savaşı birincisinin geleneklerini ve mirasını savunmalıydı!.. Böylece 27 Mayıs sonrasında ilk çıkan Yön dergisi ve hareketi Kemalizm'i bayrak yaptı. Programını Kemalizm'in söylemi içinde ve onu değişik biçimde yorumlayarak ortaya koydu.
Bu durum -günümüzde İran'da görüldüğü gibi- özellikle antik çağda ve kapitalizmin şafağında halk muhalefetinin, laik bir biçime bürünmeden önceleri dini bayrak altında ama o dini değişik bir biçimde yorumlayarak ortaya çıkmasına benzer. Bu partilerin bayraklarının dini olmasına bakıp ta onları feodalizmi ya da derebeyliği savunuyor sanmak görünüşe aldanmak olur.
Yön'ün bayrağı Kemalizm idi, Kemalizm ise bir burjuva ideolojisidir. Yöncülük ise radikal bir küçük burjuva ütopyasıydı. Öz ve görünüm aynı değildir. Nasıl ki, daha sonraki yıllarda yine küçük burjuva radikalizmlerinin ifadesi olan hareketler Marksizm ve Leninizm'i bayrak yapmakla öyle olmadılarsa, Yön de bu anlamda Kemalist değildi. Yöncülük bir burjuva hareketi değil, bir küçük burjuva radikalizminin ifadesiydi.
Ancak bir ideoloji bir kere benimsendikten sonra kendisi nispi bir bağımsızlık kazanır ve metodolojiden taktiklere kadar o hareket üzerinde sınırlayıcı bir etkide bulunur. Kemalizm'in Yön'cülük üzerindeki bu karşı etkisi onun toplumsal muhalefetin radikalleşmesine ayak uydurmasını engellemiş ve bir bakıma bugün gerçek öneminin gözden kaçmasına da yol açmıştır.
Marks 18 Brumer'de Fransız Devriminde kahramanların önceki olayın kahramanlarının diliyle konuştuklarına dikkati çeker. "İkinci Kurtuluş" problemini önlerine koyan Yöncüler de "Birinci Kurtuluş" "kahramanları"nın diliyle konuşuyorlardı. Ve elbette birincisi biraz trajediyse ikincisi de biraz komediye benzedi. "Biraz" diyoruz, çünkü Türkiye'de klasik burjuva gelişimi gibi, o gelişimin ortaya çıkardığı ya da yetkinleştirdiği Trajedi ve Komedi görülmez. Sanat gibi tarih de Melodram ve Vodvil ekseni etrafında döner. Batı'nın Trajedi ya da Komedi kahramanları her şeye rağmen özgün tarihsel tiplerdir. Bizdekiler ise kötü kopyalar.
Yöncülük, daha sonraki yıllarda Marksizm'in giderek artan egemenliği ve yaygınlığı ölçüsünde ortaya çıkan Marksist görünümlü küçük burjuva radikalizmlerinden, ortaya çıktığı tarihsel koşullara ve bayrak yaptığı ideolojiye bağlı olarak özellikle dayanılacak güçler (strateji) ve taktikler sorununda önemli farklılıklar gösterir.
Yöncülüğün hareket noktası Türkiye'nin geriliği idi. Geriliğin nedeni olarak emperyalizm, emperyalizmin içerdeki işbirlikçisi "komprador burjuvazi" ya da "mutlu azınlık" ve derebeylik kalıntıları görülüyordu. Bu da Yöncülüğün programını belirliyordu. Türkiye'yi emperyalizmin yeni sömürgesi olmaktan çıkarmak, "mutlu azınlık"ı devletleştirmelerle, derebey artıklarını toprak reformuyla tasfiye etmek... Böylece Türkiye'nin gerilikten kurtulacağı düşünülüyordu. Bu demokratik karakterli program, bugün bile tüm küçük burjuva sosyalisti radikal hareketlerin programı olmaya devam etmektedir. Yöncüler buna "Milli Devrimci Kalkınma Yolu" diyorlardı. Daha sonra bunun adı "Milli Demokratik Devrim" ya da “Demokratik Halk Devrimi" olacaktır.
Peki bu programı hangi toplumsal güç gerçekleştirecekti?
Ezilen sınıflar "kaç ben kurtarayım" diyen bezirgan partilerin "oy davarı" durumundaydı. 27 Mayıs'ın devirdiği D.P. iktidarını oylarıyla başa geçirenler o ezilen yığınlar değil miydi? (Bir 27 Mayıs'çının deyimiyle onlar "Vatandaş değil Yatantaş" idiler). Demek hala aldatılıyorlar ve uyuyorlardı. O halde hangi güç kurtarabilirdi Türkiye'yi Emperyalizmin sömürüsünden? Bunun cevabı Türkiye'nin geçmişinde yatmıyor muydu? İşte Islahat, işte Meşrutiyet, işte Kurtuluş Savaşı ve işte son 27 Mayıs... "Asker-Sivil Aydın Zümre" tüm ilerici dönüşümleri gerçekleştirmemiş miydi? Ve bütün bunlar "Halka rağmen halk için" olmamış mıydı? Demek, Türkiye'yi gerilikten, emperyalizmin yeni-sömürgesi olmaktan kurtaracak özne "Asker-Sivil Aydın Zümre" olabilirdi.
Bu yaklaşımla İşçi Sınıfı ve köylülük dönüşümlerin bir öznesi değil, nesnesi olarak görülüyordu. Bu yaklaşım toplum tarafından da pek yadırganmıyordu. Osmanlı "Devlet Sınıfları"nın güdücü, halkın "reaya" olması geleneğine de denk düşüyordu. Hatta bir bakıma bu tarihin bir yansımasıydı.
Rus Narodnikleri, geleneksel köy komününden (Mir) hareketle doğrudan sosyalizme geçmeyi düşünüyorlardı. Bundan dolayı ajitasyon ve örgütlenme çabaları köylüye yönelik oldu. Yöncüler “Asker-Sivil Aydın" "Zinde Güçler" yöneticiliğinde ulusal bağımsızlık ve kalkınmaya ulaşmayı umuyorlardı, tüm ajitasyon ve örgütlenme çabaları "kapıkulları"na yönelik oldu. "Kapıkulları" demek uygun düşer çünkü en azından 1970'lere kadar aydın demek devlet kapısında maaşlı kapıkulu demektir de.
Yöncülük bu çerçevede aydınlara yönelik ajitasyonuyla emperyalist sömürü mekanizmalarını, geriliğe ilişkin olguları, siyasi, iktisadi, askeri bağımsızlığın nasıl ve ne ölçüde yitirilmiş olduğunu sergiledi. Bugün Yön'ün savunduğu ve yaygınlaştırdığı bu görüşler genç kuşaklara birer "Lapalis Hakikati" gibi görülebilirler. Ama onlar ilk söylendiklerinde, yazıldıklarında muazzam bir bilinç dönüşümü yaratmışlardı. Aydınların bilinci kapalılığından, durağanlığından, taşralılığından, kısırlığından bir ölçüde olsun sıyrıldı. Güçlü bir anti-emperyalist bilinç ve hareket dalgası yükseldi. Bu hareket çölde yeniden doğan bir hayatın ilk biçimleri gibiydi.
Yönizm bir küçük-burjuva ütopyasıydı dedik. Peki, bu hareket iktidarı ele geçirseydi programını gerçekleştirebilir miydi? Hayır! İktidara gelseydi -ki bu muhtemelen bir askeri darbe biçiminde olacaktı- bir sınıfa dayanmak zorunda kalacaktı. İşçi Sınıfı örgütsüz olduğu ölçüde, ister istemez finans-kapitalin kucağına düşecekti. İşçi Sınıfı örgütlü olduğu taktirde, olayların mantığı işçi sınıfını sosyalist devrime doğru zorladıkça Yönizm buna da karşı durup yine aynı noktaya varacaktı.
Soyut bir varsayım olarak, yöncülük bir boşlukta iktidarını yürütseydi de hedeflerine ulaşma (gerilikten kurtulma) yeteneğinde değildi. Bir yandan emperyalizme, mutlu azınlığa ve derebeyi artıklarına vurmak öte yandan da kapitalizmi sürdürmek gibi bir çelişkiyle maluldu. Yöncülük iktidara gelse ve bunu sürdürebilseydi ortaya bir küçük burjuva demokrasisi değil, en gerici türden bir bonapartist diktatörlük ve tekelci devlet kapitalizmi ortaya çıkardı.
Son bir noktaya daha değinelim. Yöncülük Marksistlerce eleştirildi. Sosyalizmin Türkiye'deki ilk doğumunun “kılıç artığı” "Eski Tüfek"ler yaşıyorlardı. Bu ilk doğuşun gelişiminin doruğu olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı Yön'ü daha çıkar çıkmaz eleştirmişti. Bu eleştirilerin bir kısmı daha sonra kitap olarak da yayınlanmıştır[2]. Ne var ki, bu eleştiriler hiç bir yankı bulmadan uzayın sağır boşluklarında yitip gitmiştir. Türkiye'nin yeniden doğmuş devrimci hareketi Kıvılcımlı'nın yayınlarını alabilecek ve onlara bir rezonans gösterebilecek frekansa henüz ulaşamamıştı. Bir atomik felaket sonunda, tüm uygar insanlık yok olduktan sonra, tropik ormanlarda kalabilen bazı topluluklar kovuklarından çıkıp yeryüzüne yayıldıklarında, yok olan uygarlıktan kalan modern araçlar onlara nasıl bir şey ifade etmeyecekse, Kıvılcımlı'nın eleştirileri de, 27 Mayıs sonrasında Amerika'yı yeniden keşfetmeye başlayan yeni kuşaklara aynı şekilde hiç bir şey ifade etmiyordu. Bu durum 1970'lere kadar sürer. Ancak 15-16 Haziran olaylarından sonradır ki hareket Kıvılcımlı'nın yayınlarını alabilecek frekansa ulaşır.
Yöncüler bir bakıma Rus Devrimi'ndeki Dekabristlere benzerler. Dekabristler, uyuyan Rusya'nın uyanışının, Büyük Fransız Devrimi ve Napolyon savaşlarından etkilenmiş ilk öncüleriydiler. Yöncüler de bir uyanışın, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan Ulusal Kurtuluş savaşlarından, anti-emperyalizm rüzgarından etkilenmiş ilk öncüleriydiler. Dekabristler Kitlelerin gücü ve inisiyatifi hakkında bir kavrayıştan yoksundular; Yöncüler de öyle. Bu bakımdan Lenin'in de belirttiği gibi, Dekabristler nasıl kendi çağları içinde ilerici bir rol oynadılarsa, Yöncüler de kendi koşulları içinde benzer bir rol oynadı ve 21 Mayıs olaylarından sonra adım adım dönemini kapattı.
Yön esas dönemini kapatırken hareket noktası ve kökeni bambaşka, yeni bir aşamanın da ifadesi olan bir hareket yükseliyordu: TİP
*
Kapitalist gelişime daha sonradan giren bir ülkenin işçi sınıfı, o yola önce girenlerin yolundan ve deneylerinden aynen geçmek zorunda değildir. Rusya Proletaryası Avrupa'nın en geç doğan proletaryası oldu, fakat tam da bu nedenle Batı Avrupa proletaryasının birkaç yüz yılda aldığı yolu bir çırpıda geçti. Örneğin Batı Proletaryası onlarca yıl manifaktürlerde çalıştı, Rusya proletaryası ise bir bakıma doğrudan büyük fabrika proletaryası olarak doğdu ve manifaktür aşamasını çok küçük, minyatür ölçülerle aştı.
Rusya proletaryasının bir ikinci şansı daha vardı. Rusya Proletaryası, nasıl daha doğarken üretimde tekniğin en son sözüne dayanan araçları kullandıysa, sınıf mücadelesinde de Batı Proletaryasının onlarca yılda geliştirilmiş, en ileri teori ve örgütlenme araçlarıyla işe başladı.
Rusya Proletaryası nasıl daha doğarken, üretimde en son tekniğin araçlarını kullanmaya başladıysa sınıf mücadelesinde de Batı Proletaryasının onlarca yılda geliştirilmiş en yeni teori ve örgütlenme araçlarıyla işe başladı.
Türkiye Proletaryası için de, benzer bir durum söz konusuydu. Batı Proletaryası için Leninist parti anlayışı yüzlerce yılda gelişmişti, Türkiye Proletaryası ise daha doğarken TKP'yi kurdu. Türk bujuvazisi, henüz Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri'nde oyalanırken, proletarya burjuvaziden bile önce, Parti biçiminde örgütlenmeye başlamıştı.
Ne var ki, Rusya'dakine benzerlikler  göstererek başlayan süreç, oradaki gibi devam etmedi. Üretimde ve Sınıf mücadelesinde Türkiye Proletaryasının kaderi, “geç gelmenin faziletlerinden” yararlanmak değil, “geç kalmanın reziletlerinde” bunalmak oldu.
19. Yüzyılın sonuna kadar Amerikan ya da Prusya tipi gelişmeler, kapitalist gelişime geç giren ülkelerin önündeki klasikleşmiş yollardı. Ancak yirminci yüzyılla birlikte bu yol tıkandı. Artık gelişmiş bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermiyordu, gelişen az gelişmişlik oluyordu. Aslında yirminci yüzyılın gelişmiş, ileri ülkeleri geçmişlerinde de bugünün geri ve az gelişmiş ülkelerinde olduğu türden geri ve azgelişmiş ülkeler olmamışlardı. Bu yola "Türkiye Yolu" denebilir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra evrensel boyutlar alacak gelişimin ilk örneği sayılabilir. Bunun sonucu olarak Türkiye İşçi Sınıfı için üretimde, büyük fabrikalarda, tekniğin en son sözüyle üretim yapmanın yolu tıkanmış oluyordu. Rusya ve Türkiye'de sosyalizm ve işçi hareketinin tarihsel gelişim zıtlıklarının temel nedenlerinden biri budur.
İşler sınıf mücadelesi alanında da pek iyi gitmedi ve tüy dikti. 1920'lerde yeni doğan Türkiye Komünist Hareketi henüz bu teoriyi öğrenme ve kendi geleneğini oluşturmaya fırsat bile bulamadan, Rus Komünist Partisi'ndeki yozlaşma  Sovyetler Birliği'nin muazzam prestijiyle desteklenerek, Türkiye sosyalist ve işçi hareketine teori, politika ve örgütlenmenin en ileri değil; tüm kazanımları olmamışa çeviren en geri teori, politika ve örgüt anlayışlarını dayattı. Geri ve küçük-burjuva Türkiye'nin toplumsal yapısı da zaten bunları almaya hazırdı.
Tencere yuvarlanıp ve kapağını buldu. En geri üretim temeline, en geri ve gerici teori, politika ve örgütlenmeler denk düştü. Böylece Türkiye sosyalist hareketinin trajedisi alnına yazıldı. Bu nedenle Rus işçi sınıfı ve devrim tarihiyle, Türkiye işçi sınıfı ve devrim tarihi ayrı yollar izlemiştir.
Sanayisi ve İşçi sınıfı gelişemeyen Asyalı, küçük burjuva Türkiye'de, yine kendisi de bir anlamda Asyalılığın bir ürünü olan Stalinizm'in boy vermesi için uygun koşullar pekişmiş oluyordu. Stalinizm de bu ekonomi temeli üzerinde, işçileri silahsızlandırarak daha da pekiştirici bir etkide bulunuyordu. Yani Stalinizm de, işçi sınıfını teorik ve örgütsel olarak silahsızlandırarak İşçi sınıfının Türkiye'nin tarihsel gelişimi üzerinde siyasi bir özne olarak olumlu bir etki yapmasını engellemiştir. Bu gelişmelerin sonucu Türkiye proletaryasının 1960'lara kadar, "kendi kendine bir sınıf" olarak kalması oldu. Eğer Stalinizm'in yıkıcı etkileri olmasaydı, Türkiye tarihi başka bir yol da isleyebilirdi dünya tarihi gibi.
Gelişmiş bir işçi hareketinin ve örgütlenmesinin olduğu bir toplumda, sırf devlet zoruyla işçilerin bu savunma mevzilerini yok etmek ve uzunca bir dönem dağınık tutmak mümkün değildir. Bunu başarabilmenin burjuvazi tarafından bulunup uygulanabilmiş tek yolu, proletaryada devrimci umutlarını bulamamış küçük-burjuva ve işsizler kitlesinin proletaryaya karşı bir ordu gibi saldırtılması ve proletaryanın kendi iç bölünmeleri nedeniyle buna cevap verme yeteneğini yitirmiş durumda olmasıdır. Bunun adı da faşizmdir.
Fakat henüz gelişememiş, ayakları üzerinde doğrulamamış, bir sendikal örgütlenme geleneği bile olmayan bir işçi sınıfı, hele hele ulusal ve uluslararası bir önderlikten de yoksunsa, sırf devlet zoruyla dağınık ve örgütsüz tutulabilir. Türkiye'de 1960'lara kadar tutulabilmiştir de.
Cılız Türk burjuvazisi bir yandan proletaryayı en temel meşru savunma olanaklarından bile yoksun bırakmak; diğer yandan Devletçilik fideliğinde palazlanabilmek için Kemalist Bonapartizmin vesayeti altına girdi. En ufak bir savunma aracından bile yoksun işçiyi son derece düşük ücretle çalıştırmak mümkün ve makine kullanmaktan çok daha karlı oluyordu. Bu nedenle modern tekniğin sanayie girişi 1960'lara kadar adeta kaplumbağa hızıyla olmuştur. Sabit sermaye oranının bu düşüklüğü ve mutlak artı değer sömürüsünün bu yüksekliği, proletaryanın "tahta perdeciklerle ayrılmış" dağınık topoğrafyasına yansımıştır. Bu da örgütlenmeyi ek olarak güçleştirmiştir.
Ne var ki, her şeye rağmen bu onlarca yıllık birikim sonunda, 1950'lerde hızla gelişen enerji, yol gibi, Türkiye'yi dünya pazarına açmaya yönelik yatırımların da etkisiyle, 1960'lara gelindiğinde, artık işçi sınıfı eski kabuğuna sığmaz olmuş, "kendi kendine sınıf" olmaktan çıkıp, "kendisi için sınıf"  olma noktasına gelmişti.
Türkiye İşçi Partisi, bu yükseliş ve dönüşümün siyasi üstyapıdaki yansıması olmuştur. Ancak TİP'in doğuşu ve yükselişi sadece işçi sınıfının gelişimiyle anlaşılamaz. Egemen sınıflar cephesindeki değişimlere de bir göz atmak gerekir. Bu muazzam güç , Türkiye'nin sınıf ilişkileri içinde, rekabetçi liberal burjuva zümrelerin ilgisini çekmezlik edemezdi. Çekti de. Peki bu burjuva zümreler, niçin işçi sınıfına ilgi duydular?
Türkiye'de ekonomi ve politikaya sınıf olarak burjuvazi egemen değildir. Esas egemen olanlar burjuvazi içinden finans-kapitalistler zümresidir. Bu zümre ise kendi sınıfının bir parçası olan rekabetçi zümrelerle değil, derebeyi artığı toprak ağaları ve tefeci bezirganlarla ittifak yapar. Bu tabakalar aracılığıyla da milyonlarca köylünün oyunu kendi partilerine akıtıp parlamentarizm oyunu oynayabilir.
19 yüzyılın liberal burjuvazisine benzeyen ve yirminci yüzyılda reformist olan rekabetçi zümreleri tarafsız, Arafat'ta tutmaya çalışır. Rekabetçi burjuva zümreler ise, siyasal, ekonomik, kültürel, ideolojik egemenlik tekelinden uzakta bırakıldıkları için bu egemen zümrelerin egemenliğini kapitalizm çerçevesinde sınırlamak ister. Bunun için gerekli gücü, koç başını ise henüz sendikalizm bilincini aşamamış işçi sınıfında bulur.
Bu durum bir bakıma kapitalizmin gelişme çağında, Batı'da burjuvazinin işçileri eski egemen sınıflara karşı kışkırtmasına benzer. Yalnız burada Burjuvazi büyük rantiyelere karşı değil, burjuvazinin bir zümresi diğer zümresine karşı bu kumara girişir. Diğer yandan en azından 1848'lere kadar burjuvazi sokağa dökülmekten de pek çekinmezdi, bu çekinmezliğin altında tahrik ettiği ezilen sınıfların bir alternatif olma gücü gösteremeyişleri olsa da. Şimdi ise, burjuvazi bir yandan işçileri finans-kapital egemenliğine karşı oyuna sürerken, diğer yandan onun devrimci gücünden, bir kere sokağa dökülünce dizginlenemeyeceğinden korkar. Bu nedenle de kışkırtmasını parlamento ve ekonomik mücadele alanıyla sınırlamaya çalışır. Bugün CHP'nin temsil ettiği politika ve sınıf temeli aşağı yukarı budur. Bu politikanın adı da burjuva reformizmidir.
Buna karşılık, işçi sınıfının ekonomik temel üzerinde siyasi mücadelesi, yani kendiliğinden mücadelesi de, özünde burjuva bir bilince dayanır. Bu sendikalist, reformist ideoloji ve politika işçi sınıfı içindeki toplumsal temelini de özellikle sendikacılar zümresinde bulur. Bu politika ve ideolojinin adı da burjuva sosyalizmidir. TİP, TSİP, TKP gibi partiler de kabaca bu eğilimin ve toplumsal gücün yansımalarıdır.
Böylece 1960 sonrasında Türkiye işçi ve sosyalist hareketinin trajedisini belirleyen ikinci bir tencere kapak buluşması olur. Her ikisinin de programları özdeş olan burjuva reformizmi ve burjuva sosyalizmi birbirini tamamlar. Yön'den sonra TİP'in doğuşu bu buluşmanın ürünüdür. Reformist burjuvaziyi temsil eden kasaba avukatları, aydınlar ve kendiliğinden işçi bilincini temsil eden sendikacılar TİP çatısı altında birleşirler ve TİP bir burjuva Sosyalist parti olarak şekillenir.
Ancak, her şeye rağmen TİP, programı ve ideolojisi ne olursa olsun, Türkiye'deki işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesinin bir kabarışının, sosyalizmin yeniden doğuşunun bir ifadesi olarak, işçiler arasında en küçük bir siyasal geleneğin bulunmadığı; tümüyle gerici partilerin etkisinde olduğu; sosyalistlerin ve aydınların ise tamamen politikadan yalıtılmış oldukları koşullarda muazzam bir atılımın ifadesiydi.
Marksizm'i bir eylem klavuzu olarak değil de dogmatik bir sistem olarak anlayanlara ters gelebilir bu yargı. Ama Marksistler, her ülkenin ve sınıfın somut koşullarının çözümlemesinden yola çıkmalıdırlar. O günün koşullarında TİP ileri bir adımdı.
Sosyalizmin ustaları, işçilerin en ufak bir siyasal bağımsızlığının bulunmadığı koşullarda, bir işçi partisinin önemini daima belirtmişlerdir. Örneğin Engels şöyle yazar: "Harekete yeni giren her ülke için önem taşıyan ilk büyük adım, her zaman, bu parti ayrı bir işçi partisi olduğu sürece, işçilerin nasıl olursa olsun bir siyasal parti halinde birleşmeleridir."
Marks ve Engels'in bu tavırlarını açıklayan Lenin de şunları yazar:
 "Engels, eksik bir programla da olsa. Bağımsız bir işçi partisinin önemini vurgulamıştır, çünkü o daha önce işçilerin siyasal bağımsızlığının sözü bile edilmediği ve işçilerin daha çok burjuvazinin arkasında sürüklendiği ve hala da öyle olan ülkelerden söz etmekteydi."
"Böylesine kanıtlardan çıkarılan yargıları, proletaryanın partisini, liberal burjuvazinin kendi partilerini kurmalarından önce kurduğu, burjuva politikacılarına oy verme geleneğinin proletaryaca hiç bilinmediği ve acil görevlerin, sosyalist değil de burjuva demokratik olduğu ülkelere ve tarihsel durumlara uygulamaya kalkışmak, Marks'ın tarihsel yöntemiyle alay etmek olurdu."
Görüleceği gibi, 1960'ların başında Türkiye İşçi Sınıfı'nın durumu, yüzyılın başındaki Rusya İşçi Sınıfı'na değil, İngiliz veya Amerikan işçilerine benziyordu. Tarihin garip paradoksu, yarım yüzyıl önce, 1920'lerde ise durum başlangıcı itibariyle daha ziyade Rusya'ya benziyordu. Burjuvazi kendi partilerini kuramadan işçiler partilerini kurmuşlardı ve burjuva partilerinin peşine takılmak gibi bir gelenekleri yoktu ve burjuva demokratik görevler daha büyük bir ağırlıkla gündemdeydi. Anlatılmak istenen hep budur. Bu kavranılmadan Tarih anlaşılmıyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi, 20 yüzyılla birlikte Amerikan ve Prusya yolundan gelişin tıkanması; dünya tarihi açısından sübjektif bir öğe olan Stalinizmin sonuçlarının objektif koşullar halinde ortaya çıkması bu tür paradokslara ve "belli bir geriye dönüş"e yol açmaktadır. Evet TİP bir bakıma 1920'lerin TKP'sine göre bile muazzam bir gerilemedir ama, 1950'lerin Türkiye'sine göre muazzam bir ilerlemedir.
Geçerken belirtelim ki, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın TİP karşısındaki tavrı, tıpkı Marks – Engels'in Amerika ve İngiltere'de, yanlış bir programla da olsa, işçi partisi kurma girişimleri veya yine benzer şekilde Lenin'in 1920'lerde, İngiltere'deki komünistlerin İşçi Partese'ne girmeleri konusundaki tavrı gibi olmuştur ve doğrudur.
*
TİP'in hareket noktası Yön'ünkinden başkaydı. Yöncülere Batı karşısında ülkenin geriliği, yeni-sömürge oluşu adalet ve akıl dışı geliyordu başat olarak. TİP için ise, kapitalistlerin lüksü, zenginliği karşısında tüm maddi değerleri yaratan emekçilerin yoksulluğu, toplumdaki alt konumu adalet ve akıl dışıydı. Bu durumda Yön'ün ulusal hareket noktasına karşılık, TİP sınıfsal bir hareket noktasına sahipti. Bunun sonucu olarak da Yön bağımsızlığı, TİP sosyalizmi vurguluyordu.
Dayanılacak güçler de, bu paradigmaların zorunlu mantıki sonucu olmamakla birlikte farklıydı: Yön'ün aydın vurgulaması karşısında, TİP kendisi de bir bakıma yükselen işçi hareketine dayandığından ve onun bir yansıması olduğundan, programını gerçekleştirecek özne olarak işçileri ve emekçileri görüyordu. Dolayısıyla örgütlenme çabaları ve ajitasyonu da bu sınıf ve tabakalara yönelik oluyordu.
İlk kez 1965 seçimlerinde milyonlarca insan, TİP konuşmacılarının radyolardan "İşçiler, emekçiler, ırgatlar, marabalar..." diye başlayan ve "bu yolları, binaları vs. yapanlar sizlersiniz, ama o yollarda lüks arabalarıyla seyahat edenler ve o yapılarda yaşayanlar bir avuç kapitalist. Her şeyi yaratanlar sizsiniz, ama aşağılanan, horlanan da sizsiniz..." diye devam eden seslerini duydu, sarsıldı, uyandı. Bu o güne kadar görülmemiş bambaşka bir şeydi. Bu bakış açısı ezilen sınıfların binlerce yıldır çektiği ama bir türlü açıklayıp çıkış yolunu bulamadığı temel soruyu soruyordu.
İşte kişi olarak bizim çocukluktan delikanlılığa geçerken aktif politikaya ilgi duymamız ve önce sempatizan olarak kıyısından, sonra da militan olarak boylu boyunca girmemiz bu yıllara rastlar.
*
Çocukluğumuzdan beri yoksulluklar, haksızlıklar, baskılar, keyfilikler daima isyan duygularımızı kabartmıştı. Fakat bu, bütün bilinçsiz ezilen insanlarda olduğu gibi, o kadarla kalıyor, zaman zaman bireysel patlamalara ya da içe kapanmalara yol açmaktan başka bir sonuç vermiyordu. Bütün kötülükleri bir bakıma insanların ahlaksızlıklarından doğan şeyler olarak görüyorduk.
Ama özellikle o dönemde adı adeta sosyalizmle özdeşleşmiş olan Çetin Altan'ın yazılarını okurken önümüzde bambaşka bir ufuk, yepyeni bir dünyanın kapıları açılıyordu. İnsanlar kendiliklerinden iyi ya da kötü değildi. İnsanları kötü yapan sömürüydü, ekonomik koşullardı. Tüm değerleri yaratan emekçi insanlar, örgütsüz ve bilinçsiz oldukları için bir avuç sömürücü ve zenginin egemenliği altında eziliyorlardı. Emekçiler şu sömürücü sınıfları bir başlarından atabilse, kendi egemenliklerini kurabilse, o zaman hangi zengin ya da memur bir emekçiyi horlayabilirdi? Zenginlerin lüks ve israfına giden paralarla yoksul insanlar daha insanca yaşama koşullarına kavuşmaz mıydı?
Bu bakış açısından o güne kadar içinden çıkamadığımız, açıklayamadığımız ve dolayısıyla da nasıl mücadele edileceğini bilmediğimiz tüm olumsuzluklar aydınlanıyordu. Kafamızdın aydınlığı gözlerimize vuruyor, bizlere sonsuz bir mücadele azmi, heyecan, yaşam sevinci ve fedakarlık arzusu veriyordu.
Elbet o zaman bizler için çok yeni olan bu bakış ve düşünceler bilimsel bir temele oturmuş olmaktan uzaktı. Burjuvaziden anladığımız zenginler, emekçiden anladığımız fakirlerdi. Ekonomi politik, Tarihsel Maddecilik hakkında hiç bir şey bilmiyorduk. Fakat tüm bu platonik karakterine rağmen çok sağlam bir hareket noktasıydı bu.
Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, hayatımıza anlam veren problemi bu gün de farklı görmüyoruz. Bu gün de "bütün zenginlikleri yaratan ve birbirine harika bir biçimde eklemlenmiş, teknik ve kültürel başarıları emekleriyle işleterek herkese hem mamul hem de üretim aletleri sunanlar, kendi çalışmalarının ve yaşamlarının örgütlenmesinde boyun eğmeli midir?" sorusunu sorup buna ikirciksiz olarak "Hayır!" diyen (E. Mandel) bir bayrak altında bulunuyoruz.
Ne var ki, arada geçen yıllarda, problemin bu basitliği, öne çıkan başka problemlerin ardında yitip gitmiş gibi görünür. Evet, o temel problem sanki yitip gitmiş, göze görünmez olmuştur, ama bir üst düzeyde ortaya yeniden çıkabilmek için; ayrıntıların ormanından çıkıp, bilimsel bir temel üzerinde sonsuz gelişme potansiyelleri edinip, geçindiği badirelerin ateşinde çelikleşip, tüm yalınlığı ve sadeliğiyle ortaya çıkabilmek için. Yalınlık ve sadelik basitlikle karıştırılmamalıdır. Çinlilerin dediği gibi, yalınlık ya da "sadelik gelişimin ancak çok yüksek bir aşamasında ortaya çıkabilen bir özelliktir".
Madem ki emekçiler bilinçsiz ve örgütsüz olduğu için tüm bu yoksulluklar, haksızlıklar sürüyordu, o halde görev: emekçileri bilinçlendirmek, örgütlemek ve siyasi iktidarı ele geçirmekti. Görev bu gün de aynıdır. Ama bu tarihsel, ezilenlerin binlerce kuşağının bizlere bıraktığı  görevin nasıl başarılabileceğine ilişkin o günkü kavrayışımızla bu günkü kavrayışımız arasında uzun yılların yenilgilerle dolu acı dersleri yatar.
*
Biz de, hemen hemen tüm kuşağımız gibi, adeta çocuk yaşta bu görevi belleyip siyasi mücadeleye girdiğimizden, politika dışı gündelik hayatın bile zamanla herkese öğreteceği, en temel, biraz hayat tecrübesi olan insanlar için adeta aksiyomatik bir nitelik gösteren bilgilerden bile yoksunduk. Bu durumda, herhangi bir insanın olağan hayat kavgasında öğreneceği şeyleri, tüm faaliyetimizin eksenini oluşturan siyasi ve örgütsel çalışmalar içinde öğrenme durumundaydık. "Hayat"tan öğrenilebilecek şeyleri politik mücadele aracılığıyla öğrenmenin bir olumsuz sonucu, bu öğrenilenlerin aslında politik şeyler olmadığını kavrayamamız, politik mücadelenin bizzat kendisi sanmamız yanılsamaları oldu. Bugün bile devrimci hareketin başlıca militan rezervini, henüz çocukluktan yeni çıkan öğrenciler, genç işçi ve işsizler oluşturduğundan aynı problemler geçerlidir. Bu vesileyle bu problemi biraz açalım, bazı örneklerle somutlamaya çalışalım.
Problem sadece kişilerin biyolojik ve kültürel evrimiyle de ilgili değildir, toplumsal yapıyla da yakından ilgilidir. Türkiye gibi yarı antika, küçük burjuva bir toplumda, her hangi bir ileri burjuva toplumunda, kişinin kendiliğinden edineceği bilgilerin kendisi bile, sosyalizm biçimi altında öğrenilir. Bu nedenle de, henüz hiç bir şey olan bu bilgiler, sosyalist olmanın kendisi sayılır.
Lenin'in “Sukanov'un Notları” nedeniyle değindiği sorunla yakından ilgilidir bu. Orada Lenin, "Menşevikler bir şeyi bellemişler: "Sosyalizm için bir kültür düzeyi gereklidir" deyip duruyorlar" ve sorar: "Peki Tarih bize bir olanak sağlamışsa, o kültür düzeyine, proletarya diktatörlüğü yolundan niye ulaşmaya çalışmayalım?". İşte bu tarz ulaşmanın sorunlarıyla ilgilidir. Sosyalist bir politik faaliyet için gerekli kültüre niye bizzat o faaliyet içinde ulaşmaya çalışmayalım. Evet bu bir olanaktır ama, aynı zamanda tehlikeleri de olan ve bilincinde olunmazsa tehlikeli sonuçlar doğuran.
Burjuva toplumu ve kapitalist ilişkiler, işçilere kendiliğinden, bir proleter devrimcinin taşıması gereken kültürü –ki burada kültür kavramını en geniş anlamıyla anlıyoruz, entelektüelliği kastetmiyoruz- sağlar. Ama Türkiye gibi, yarı sömürge, “Babil artığı küçük burjuva” bir toplumda, bu kültürün edinimi, bizatihi siyasi çalışmanın başlıca konularından, hem de en çok zaman ve güç alan konularından birini oluşturur. Çok sık verdiğim bir örneğe baş vurayım.
Devrimci bir örgütte, hele illegalite koşullarında, bir randevuya saatinde gelmenin, örgüt makinesinin tıkır tıkır işleyebilmesi için hayati bir önemi vardır. Kapitalist toplum, kendi işleyişi içinde, bu "zaman kültürü"nü kendiliğinden yerleştirir. Örneğin bir İsveç'li daha yumurtadan çıktığı günden itibaren bu kültürü edinir, bu kültür ortamında büyür, şekillenir. Bir randevuya, bırakalım ciddi bir örgüt çalışmasını bir yana, en sıradan bir arkadaş randevusuna bile zamanında gitmemek, bir İsveçli için aklın alabileceği bir şey değildir.
Ama Türkiye'deki gibi,yarı antika bir toplum, bu kültürden yoksundur. Ortalama bir devrimcinin, randevulara zamanında ve muhakkak gitme gibi disiplini, alışkanlığı ve kültürü edinebilmesi en azından bir iki senelik bir eğitimi, ağır eleştirileri vs. gerektirir. Yani kapitalizmin yaptığını bizler başka yoldan yapmak zorundayızdır. Bu yaratılmadan da, gerçekten devrimci bir örgütün yaratılması olanaksızdır. Toplumda bu kültürü az çok edinmiş militan ve sempatizanların sayısı on binleri bulmadan ve böyle bir alanla çevrilmeden, orada gerçek devrimci bir parti, boy atıp yeşeremez. Aksi takdirde, her adımda, bu temel şartın yokluğuna takılıp kalacaktır. Bir canlı organizmanın varlığını ve yaşamını sürdürebilmesi için, hava, su nasıl gerekli, olmazsa olmaz bir ortam ise, devrimci parti için de bu kültür aşağı yukarı aynı değerdedir.
Bu eğitimin bilinçli bir çabayla devrimci örgütler tarafından yapılması, hatta bir dereceye kadar o örgütlerin çalışmalarının asli fonksiyonu haline gelmesi, bir yanılgıya da yol açar. Örneğin, randevuya zamanında gitme niteliği adeta devrimcilikle özdeşleşir; devrimciliğin politik özü ortadan kalkar, görünmez olur. Halbuki kişi, pek ala randevularına zamanında giden bir faşist, bir anarşist, bir reformist de olabilir.
Bu bir örnektir. Cesaret, diğergamlık, sözünü sakınmamak; insanlarla açık, dürüst, saygılı ilişkiler kurmak; okuma alışkanlığı vs.gibi daha niceleri de sayılabilir. Sonuçta, örneğin, cesaretin, hangi politikaya hizmet eden bir cesaret olduğu sorusu ortadan kaybolur, bizzat kendisi devrimcilik olarak görülür ve bütün cesurlar devrimci, korkaklar karşı devrimci olarak algılanmaya başlanır.
Örneğin, karakter direnci denilebilecek, bedenine içgüdülerine egemen olma, bedensel zorluklardan yılmama, çalışkanlık gibi nitelikleri ele alalım. İyi kötü, her emekçi, hayat tarafından bu niteliklerle donatılır. İşçi, sabah erken kalkmadığı takdirde o gün günlüğünden olur, hatta işini yitirir. Bedeni ne kadar uyumak istese de, bedenine egemen olmayı, sabahın köründe yarı uykusuz kalkıp işyerine gitmeyi öğrenir. Bu her askere de öğretilir. Uykunun en tatlı yerinde kalkıp nöbet tutacaktır. Bir sporcu, bir atlet bile, antremanlarında, direnen ve ağrıyan kaslarına rağmen iradesini kullanıp koşuya devam etmeyi öğrenir.
Bir de devrimcilerimizi göz önüne getirelim. Çoğu henüz ana baba sofrasına bakan öğrencidir ya da işsiz yarı-aydındır. (Devrimci hareketlerin temel militan kaynağı bu insanlar olagelmiştir). Bu insan malzemesinin büyük bir bölümü henüz askerliğini bile yapmamıştır, hayat tarafından zorluklara direnme alışkanlığı kazanmak yönünde eğitilmemişlerdir. Ne var ki , bu insanlar zorluklara direnç eğitiminden belki geçmemişlerdir ama daha yumurtadan çıktıkları günden beri gerçek niyet ve gerekçeleri gizleme, açık olmama eğitiminden geçmiştir. Ve bunu sonucu olarak örneğin, bir görevi, zor geldiği için yapmayacağını açıkça söylemez ama örneğin o görevin yanlış ve gereksiz olduğu yönünde strateji ve teori döktürebilir. Herkes biraz bu şark kurnazlığını öğrenmiştir. Bu malzemeye, ortalama her emekçide bulunan özelliklerin kazandırılabilmesi bile büyük bir enerji ve güç israfını gerektirir. Sonunda da devrimcilik, programatik, politik özünden soyutlanıp ahlaki bir kategoriye dönüşür.
Bir başka örnek. Silah kullanmayı bilmek, her devrimcinin görevidir. Aslında burjuvazi bunu herkese zorunlu askerlik hizmeti yoluyla öğretir. Aslında Türkiye'de ve özellikle Kürdistan'da halkın da kendine göre bir "silah kültürü" vardır. En azından askerliğini yapan herkes için, silahın ancak düşmana doğrultulacağı; dostlara şakacıktan da olsa doğrultulmayacağı; "silahla oyun olmayacağı" bilinen ve alışkanlık haline gelmiş davranış formlarıdır. Hatta "şeytan doldurur" gibi, ilk bakışta saçma gibi gelen, ama binlerce deneyden çıkarılmış bir geleneği özetleyen ve davranış kalıplarını belirleyen sözler de vardır.
Fakat yüzde doksanı askerliğini bile yapmamış, silahı Marksizm'i ya da sosyalizmi ağzına aldığı gün eline almış binlerce genç devrimci, her emekçinin sahip olduğu bu silah kültüründen bile yoksundur. Silahla şaka yapılmayacağını bilmez, halkın kendiliğinden, gündelik hayatta öğrendiği bu alışkanlığa sahip değildir. Ve bu kültürün edinilmesi, giderek kendi başına bir amaç haline gelir örgütlerde. Bu kültüre sahip olmak, devrimcilik olarak kavranır.
Ve bu dönüşüm bir kere olduktan sonra, onlarca yuvar, hareket tüm fonksiyonlarını adeta sırf bu işlere indirger. Bu gibi örgütler, Türkiye gibi geri ülkelerde, bir bakıma kapitalizmin yaptığı işi, politik bir çalışma içinde yaparlar. Yaptıkları iş gerçek anlamda devrimci ve sosyalist değildir ama, onlar kendilerine biçtiklerinden çok başka bir fonksiyon görürler, bir bakıma, gerçekten devrimci bir örgütün var olup yeşerebilmesinin şartlarını oluştururlar. Tıpkı bakterilerin toprağı yüksek canlıların var olabilmesi için işlemesi ve humuslandırması gibi. Bu nedenle Türkiye gibi yarı Asyalı ülkelerde, bu aşamalar belli bir ilerici işlev görürler. Bu aşamalardan geçilmesi, gerçek bir proleter öncünün yaratılması için zorunludur. Türkiye devrimci hareketi de, belki yirmi yıldır bu aşamaları geçmekte, bir gelenek ve kültür oluşturmaktadır. Gelecek devrimci kuşaklar, bu gelenek tarafından, örgütsel özel bir çaba gerekmeden, kendiliğinden şekillenecek, eğitileceklerdir.
Onlarca hareket, militanlara iyi kötü böyle bir eğitim sağlarken, yani örneğin bir örgütlenme için temel olan kültürü verirken, onları, ahlaki ve ütopik bir teoriyle de donatır çoğu kez. Böylece, binlerce militan politik ve teorik olarak reformist, merkezci veya yarı-anarşist vs. görüşlerini edinirler. Toplum alt üstlük dönemine girip, teori ve politikalar iflas edip yenilgi olunca, çoğu kendilerini çıkmazdan kurtaracak teorik birikimden de yoksun olduğu için, inançlarını yitirirler. O zaman da, tüm kazanılmış niteliklerin temeli olan inanç yitirilince tam anlamıyla bir kokuşma ve çürüme başlar. Devrimci bir öncünün ve ideolojik mücadelenin önemi de tam bu noktada ortaya çıkar zaten. Devrimci bir öncü, yenilginin yol açtığı bunalım dönemlerinde, militanların ileriye sıçramasını sağlayacak bir önderlik sunamaz ise, böyle bir şey yoksa, çürüme akıl almaz boyutlara ulaşır.
Devrimci bir öncü, çok yüksek bir organizmadır ve üyelerinde çok yüksek nitelikler ister. Kerpiçten yüz katlı bir gök delen yapılamaz. Onun için, ateşte pişmiş tuğla, su verilmiş çelik, fırından çıkmış çimento gereklidir. Bu malzeme ise limonluklarda yetişmez. Elde ne varsa onunla işe başlamak zorundasınızdır. Uzun yıllar süren mücadele kerpiçleri fırınlıyor, tuğlaya dönüştürüyor. İşler şimdiye kadar, kerpiçleri fırınlamak, tuğla fırınları kurmak aşamasındaydı. İnsanlar, gökdelen yaptıklarını düşünerek aslında tuğla fırınları kuruyorlar, orada fırınlanıyorlardı, gökdelenler için kullanılabilecek malzemeler oluyorlardı. Şimdi epeyce tuğla birikti. İş tuğlaları dizmekte; onları örgütleyip binayı yapabilmekte.
Malzeme çok kötü olduğundan tuğla ocaklarının verimi çok düşük. Çoğu fırının ateşine dayanamayıp dağılıyor. Ama şimdi seri halde tuğla üreten fırınlar var: Fabrikalar. Orada tüm ihtiyaçları karşılayacak birinci sınıf tuğlalar var. Yapılacak iş, sirenlerin seslerine kulaklarımızı tıkayarak, sanayi proletaryası arasında yoğunlaşmaktır.
( Burada Kıvılcımlı'ya da değinelim. Kıvılcımlı'nın Komüntern'in oportunizmini görmesini engelleyen şeylerden biri, bizim bu Babil artığı, küçük burjuva ortamının insan malzemesidir. O daima diğer ülkelerin devrimcilerinin niteliklerini bizimkilerle kıyasladı. Onların yiğitliği, açık sözlülüğü vs. Kıvılcımlı'yı büyüledi. Bu ise o yiğitliklerin hizmet ettiği siyaseti gölgeledi. Türk malı "komünist"ler, Enternasyonalizmi en hazır yiyici iğrençlik haline getirince, Kıvılcımlı "kendi toprağının malı" olmayı yüceltti. Bu onlara göre ileri bir aşamaydı ama, yukarıda değindiğimiz anlamda. Aynı yanılsama, Kıvılcımlı'ya bakınca bizim için de söz konusuydu. Kıvılcımlı bataklıkta yetişmiş bir orkide, cüceler ülkesinde bir Gulliver'di. Bizzat onun bu yüce nitelikleri, bize devrimciliğin ta kendisi gibi göründü. Ama insan o yüce niteliklerle de, pekala bir Stalinist olabilir. Bu noktada, problem, en saf politik, ideolojik özüyle ortaya çıkar. Kıvılcımlı'nın karşısında, kendi içinde tutarlı, ciddi bir oportunizm hiç olmadı. Sadece dedikodu ve düzenbazlık vardı. Budur onun daha ileri gitmesini engelleyen. Ama bizlere en azından kendisi sunarak, kendisini aşma olanağı da sunmuş olmaktadır böylece.)
*
Kaldığımız yere dönelim. Sanırım siyasi mücadele aracılığıyla en temel bilgilerin edinilmesinin bizde yol açtığı yanılsamadan söz ederken, neyi anlatmak istediğimiz anlaşılmıştır. İşte daha çocukluktan çıkarken, siyasal örgütsel çalışmalar içinde öğrendiğimiz en temel bilgileri, bizzat siyasi mücadelenin ta kendisi sanmamızdan söz ederken anlatmak istediğimiz, örneklerdekine benzer olgulardır.
Evet, emekçilerin bilinçlenmesi, örgütlenmesi ve siyasi iktidarı ele geçirmesini hayatımıza da anlam veren görev olarak bellemiştik. Ama bu görevin nasıl yapılabileceğine ilişkin kavrayışımız öyle sığ, öyle çocukçaydı ki, bunu bir kaç örnekle anlatmakta yarar var. Çünkü bu görüşler bizim çocukluğumuz kadar, devrimci hareketin çocukluğundan da kaynaklanıyordu. O zamanlar TİP saflarında tanıdığımız onlarca sosyalist de benzer düşünceler içindeydi.
Örneğin şöyle düşünüyorduk. Her sosyalist altı ayda bir kişiyi daha uyandırsa, altı ay sonra sayımız iki kat olurdu. Ondan sonraki altı ayda da herkes bir kişiyi sosyalist yapsa, bir yıl sonra dört kat olurduk. Tabii o zamanki saf iyimserlik içinde bunlar en kötü olasılıklara dayanan hesaplardı. Böylece geometrik dizi biçimindeki artışla en geç dört yıl sonra "Sosyalist Türkiye"yi kurabileceğimizi düşünüyorduk. Aybar'ın gelecek seçimlerde "başa güreşeceğiz" demesi, tam da bizim hesaplarımıza uygun düşüyordu ve o da aslında siyasi çocukluğunu yaşayan TİP'lilerin geri yanlarına hitap ediyordu.
Ama işler hiç de bu teoriye uygun yürümüyordu ve "teori"miz pratikte iflas ediyordu. Ne var ki o zaman da suçu "teori"de aramıyorduk. Neden işlerin düşündüğümüz gibi olmadığını düşünüyor, ya sosyalistlerin yeterince sıkı çalışmadıkları sonucuna ulaşıyor - ve bu durumda nasihatçi, ahlakçı tutuma bir üst düzeyde farkında bile olmadan yeniden varıyorduk – ya da  hatayı kendimizde görüyor; çevremizdeki insanları bilinçlendirmede yetersiz olduğumuzu, onları etkileyemediğimizi düşünüyor, Hazreti Ali'nin Cenk kitaplarını satan taşra pazarcılarında en baş köşede yer alan "100 Soruda Söz Söyleme  Sanatı" veya "Başkalarını Etki Altına Alma Sanatı" gibi kitaplardan medet umuyor ve volantarizme yuvarlanıyorduk.
Yahut da, nedenini bir türlü anlayamadığımız sosyalistler arası ayrılıklar yüzünden, herkesin birbiriyle uğraşması nedeniyle dışta bulunanlarla uğraşılamadığını düşünüyor; tüm ayrılıklardan nefret ediyor; ayrılık noktalarını öne çıkaranların düşmanı oluyorduk. Onlar şu ayrılıkları icat etmeselerdi ne güzel halk hızla bilinçlenecekti!.. İlk öğrendiklerimiz işlerin bu kadar basit olmadığı oluyordu.
Bu ilk tecrübelere ilişkin başka bir örnek. O zamanlar Çetin Altan'ın meşhur bir sosyalizm ve komünizm tanımı vardı. Ona göre, sosyalistler emekçilerin seçim yoluyla iktidara gelmesini savunur; komünistler ise, ihtilal yoluyla proletarya diktatörlüğü kurmak ister.
O zamanlar bile bu işlerin seçimle olamayacağını düşünüyorduk ve gizliden gizliye sosyalizmin aslında komünizmle aynı şey olduğu yolundaki düşüncelerimizi birbirimize açıyorduk. Çetin Altan'ın da bizim gibi düşündüğünü ama komünizmi yasaklayan kanunlardan korunmak için, bir taktik olarak öyle bir ayrım yaptığına inanıyorduk. Ama daha sonra bir de baktık ki, bu ayrıma ve işlerin seçimle olacağına inananlar var ve bunu ciddi ciddi savunuyorlar. O zaman, böyle "taktik"lerin yanlışlığını; insanların politikada neyi söylerse onu söylemiş olduğunu; çünkü o söylenenlerin başkalarını o söylenen anlayış yönünde biçimlendirdiğini kavradık. Tabii daha sonra, Çetin Altan'ın da bunları taktik icabı değil, gerçekten öyle düşündüğü için öyle yazdığını; ona söylemediği şeyleri atfettiğimizi de anladık. Bu da ilk edindiğimiz derslerden biriydi. Ve bu dersler yalnız bizim için değil; TİP saflarında tanıdığımız, politik çocukluğunu yaşayan onlarca işçi için de geçerliydi.
Bu dönemde sosyalizm, tüm tarihsel tecrübesinden ve bilimsel temellerinden yoksun platonik bir heyecan, bir ütopya idi. Hele bizler gibi taşra sosyalistlerinin tek gıdası Çetin Altan'ın yazılarıydı. Okuyabildiğimiz kitaplar da gizliden gizliye bin bir zahmetle bulabildiğimiz "Bitmeyen Kavga" ya da O. Haçerlioğlu'nun "Erdem Açısından Düşünce Tarihi"; "Felsefe Sözlüğü"nden öteye gitmiyordu. "Eytişimsel Özdekçilik"in ne olduğunu anlayabilmek, bir şeyler öğrenebilmek için çırpınırdık. Sonuçta kafamız çorbaya dönerdi.
*
TİP ve Yön'ün damgasını vurduğu  1960 – 1968 arası dönem, bir bakıma "Marksizm'e Hazırlık" dönemidir. Her iki hareketin de ortak noktaları, bilimsel sosyalizmle hiç bir organik bağları olmamasında toplanır. TİP sosyalist bilinmesine rağmen, özünde Metafizik Burjuva sosyolojilerine dayanır. Bu Marksizm öncesi hazırlık konağında, 1920'lerdeki ilk doğuşun kalıntıları olan "Eski Tüfek"lerin tüm ajitasyonu ve propaganda çabaları bir hareket yaratmaktan uzak kalmıştır.
Doğrudan doğruya Marksist Leninist öğretiyi benimseyen ilk organ Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın 1967'de çıkardığı Sosyalist gazetesi olmuştur. Ne var ki, bu organ yedi sayıdan fazla çıkamamıştır. Hikmet Kıvılcımlı, bu gazetenin yanı sıra, Tarihsel Maddecilik Yayınları arasında "Karl Marks'ın özel Dünyası", "Tarih Devrim Sosyalizm", "Türkiye'de Kapitalizm", "Uyarmak İçin Uyanmalı..." vs. gibi çok önemli kitaplar da yayınlamıştır. Ama Marks, Engels, Lenin'in en temel kitaplarının bile henüz çevrilmiş olmadığı bu ortamda, bu çabalar yankısız kalmaya  mahkumdu. Ancak 1968'den sonradır ki, Marksizm platformunda bir hareket ortaya çıkmış; birikim meyvelerini vermiş; "Eski"ler bir yankı uyandırabilmiştir. Bu nedenle 1960'dan sonra, ikinci kez doğan hareketin 1968'e kadar geçen dönemine "Marksizm Öncesi" denilebilir.
Bu durum yayınlanan klasiklerin sayılarında da görülebilir. Bu olguya daha önce yazdığımız bir yazıda da dikkati çekmiştik. Orada şöyle diyorduk:
"Bizim tespit edebildiğimiz kadarıyla, 1962 – 1969 arasında Marks – Engels – Lenin'den toplam 24 eser yayınlanır. Bu 24 Eserin yıllara göre dağılımı şöyledir:
YIL
YAYINLANA ESER SAYISI
1962
1
1963
-
1964
1
1965
2
1966
7
1967
8
1968
5
Toplam
24


"Görüldüğü gibi, 1966'dan önceki yıllarda yalnızca dört kitap yayınlanmıştır. Marksizm gibi bir derya bu dört kitapçığa sığar mı? Demek, (eski kuşaklar hariç) 27 Mayıs sonrasında, 1966'lara gelinceye değin, hareket Marksizm'den bihaberdir. Buna karşılık, 1965'ten sonra üç yılda (1966-67-68) tam yirmi kitap yayınlanır. (...)
"Demek Türkiyeli ve 27 Mayıs sonrası devrimci kuşakların Marksizm'le ilişkiye geçmesi ve hiç olmazsa temel eserlerini okuyabilmesi 1965-68 yılları arasında olmuştur. Ancak 1968'den sonra Marksizm Leninizm platformunda bir hareket gelişmeye başlar. Türk Solu ve Aydınlık dergilerinde ortaya çıkan MDD hareketi, Yön ve TİP'ten nitelikçe ayrıdır.." (Sosyalist, Sayı:78, 27 Mart 1979, Sayfa: 11)
Bu ayrım, son yıllarda horlanması moda olan MDD'ciliğin, zamanına göre nasıl bir ileri aşama olduğunu kavramak ve onu diyalektik olarak aşabilmek için önem taşır.
Yön ve TİP arasındaki tartışmalar, bugün bile tartışılan birçok temel sorunu ortaya koymuştur. Gerçi kişi olarak biz bu tartışmaların ancak sonunu izleyebildik ama o tartışmaların yarattığı birikim üzerinde şekillendiğimizden ve devrimci hareketin daha sonraki gelişimini daha iyi kavrayabilmek için tartışılan sorunları ve verilen cevapların dayandığı varsayımları kısaca ele almakta yarar var.
Yön ve TİP arasındaki tartışmalar ilk bakışta bir program tartışması gibi görünür. İki hareketin de hareket noktalarının ayrı olması da böyle olması gerektiği kanısını güçlendirir ama tartışmaların derinliğine inilince hiç de öyle olmadığı görülür.
TİP'in hareket noktası sınıfsal, Yön'ünki ise ulusaldı dedik. Bunun sonucu olarak, Yöncüler Ulusal Demokratik bir devrim, TİP ise Sosyalist devrimi savunuyordu. Ancak TİP'in sosyalizmden ne anladığına bakılınca, adı Sosyalizm olmakla birlikte, TİP programının millileştirmeler, emperyalist ittifaklardan çıkma, toprak reformu gibi Ulusal Demokratik taleplerden ibaret olduğu, dolayısıyla Yön'ün programından nitelikçe farklı olmadığı görülür. Gerçekten de tartışma program üzerine dönmüyordu, devrimin objektif tarihsel görevlerine ilişkin anlayışları pek farklı değildi. Tartışma, özünde, mücadele metodu ve dayanılacak güçler sorunu üzerindeydi. O zamanın deyimiyle, tartışma, "aşağıdan mı, yukarıdan mı" tartışması biçimindeydi. Tartışma genişledikçe ekonomi, sınıflar gibi alanları kapsasa da, gerçekte hep bu soruna bağlı olarak ele alınıyordu.
Zaten bütün dünyada merkezciler (Küçük burjuva devrimcileri, sosyalistleri) reformistler (Burjuva sosyalistleri) arasındaki tartışmaların başlıca alanı, mücadele biçimleri, taktik sorunlarıdır. Bu Yön ile TİP arasında aşağıdan mı, yukarıdan mı biçimini aldı.
Yön'e göre kitleler uyuyordu, uyanmaları yıllar alırdı; TİP gibi parlamenter yolla bu iş uzardı; o halde "zinde kuvvetler" bu işi yapmalıydı. Bu da tabii ki bir askeri darbe biçiminde olacaktı. Yani yukarıdan.
TİP ise mantık silsilesini şöyle kuruyordu: Türkiye kapitalist bir ülkeydi, o halde önündeki devrim sosyalist bir devrimdi. Sosyalist devrimi –ki bu parlamenter yolla olacaktı- işçi sınıfı yapardı. O halde aşağıdan olacaktı.
Problem böyle koyulunca, Yön, ön gördüğü mücadele biçimine kanıt olarak, Türkiye'nin kapitalist bir ülke olmadığını, önündeki devrimin de sosyalist devrim olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu; TİP ise aksine kapitalist olduğunu, demokratik devrimin tamamlanmış olduğunu... Gerçekte her iki taraf da bu çerçevede sanki bir program tartışması içindeymiş gibi görülürse de tüm bu kapitalist mi değil mi tartışmaları, "aşağıdan mı, yukarıdan mı" sorusuna kanıt bulmak için ortaya geliyordu.
İki taraf da aynı varsayımlara dayanıyordu. Yön, Türkiye'nin kapitalist olmadığını kanıtlamaya çalışırken, kapitalist olsa aşağıdan devrimi kabul etmek gerektiği varsayımına dayanıyordu. Buna karşılık TİP ise, Türkiye'nin kapitalist olduğunu kanıtlamaya çalışırken, eğer kapitalist olmayıp da, önünde demokratik devrim olsa, yukarıdan devrimi kabul etmek gerektiği varsayımına dayanıyordu. Bu varsayımdan hareket ettiği içindir ki, aşağıdan devrimin gereğinin kanıtı olarak, kapitalizmi, demokratik devrimin tamamlanmışlığını öne sürüyordu. Her iki taraf da aynı varsayımdan hareket ettiği için, ekonomi, sınıflar, vs. alanlarına yayılan tüm tartışmalar, öne sürülen taktiğe kanıt sağlama çabasından başka bir şey değildi. Mücadele araçları tartışması, bir program tartışmasının fonksiyonu değil, program tartışması, mücadele araçları tartışmasının bir fonksiyonuydu.
Ne var ki, tartışma Türkiye'nin tarihi, ekonomisi, sınıflar vs. gibi alanlara yayılarak bu sorunların bilimsel olarak incelenmesi gereğini ortaya çıkarmış oluyordu. Objektif devrimci görevlerin ancak bu sorunların bilimsel bir tahlili üzerinde belirlenebileceği kavrayışı sosyalistlere yerleşiyordu. Bu tahlil ise ancak Marksist metotla yapılabileceğinden, Marksizm'in öğrenilmesi devrimci hareketin önüne, objektif bir tarihsel görev olarak ortaya çıkıyordu. Tartışma içinde bu görevin öne çıkmasıdır ki, klasiklerin yayınına ve okunmasına hız kazandırmıştır.
*
Bu mücadele biçimleri üzerindeki tartışma değişik biçimler altında sonra da devam etmiştir. Sonraki yıllarda işçi sınıfı ağırlığını ortaya koyup, Marksizm de ilke olarak benimsenince, Yön'ün kavrayışı değişik biçimler aldı. Sonrakiler artık "yukarıdan" demiyor, "cuntacı"lığı ret ediyorlardı, ama aşağıdan bile deseler; işçi sınıfı veya "halkın gücü" devrim yapar da deseler, Marksizm platformunu benimsemiş küçük burjuva devrimcileri için, proletarya, tıpkı Yön'cülerin kavradığı gibi, tarihin bir nesnesi olmaktan öteye gidememiştir. Onlar "silahlı propaganda" veya "halk savaşı" derken, hep o sınıf adına hareket edip, o pasif kitleyi adam etmeye çalışmışlardır. Öz aynı kalmıştır ama biçim değişmiştir. 
Gerçekten de sonraki "Silahlı propaganda"cıların Yön'e karşı çıkışları programatik değil, biçimsel olmuştur. Bu bile özleri ve yaklaşımlarının aynı olduğunu kanıtlar. Yön'ü programı cunta yoluyla yapmaya çalışmakla eleştirmişlerdir ama o programın içeriğini eleştirmeyi akıllarına bile getirmemişlerdir. Getiremezlerdi de, çünkü hepsi milli demokratik küçük burjuva ütopyasını vaaz etmekten başka bir şey yapmamışlardır. Yön'ün "yukarıdan devrim"e gerekçe olarak getirdiği tüm çözümlemeler, kanıtlar, elifi elifine daha sonraki aşamada "halk savaşı"na kanıt olmuşlardır.
Bir Devrimci Marksist için, siyasi ittifak yapacağı güçler, nasıl bir taktik veya yol izleyeceği değil, ondan önce amacı, programı önem taşır. Tavrını ve birlikte gidebileceği yolun sınıfını buna göre belirler. Önemli olan vuruşun birlikte olmasıdır. Elbet herkes kendi meşrebince, kendi bayrağıyla, kendi yolundan yürüyecektir. Müttefiklerin program ve taktiklerinin eleştirisi ideolojik mücadele konusudur. Ama bunun yanı sıra, ortak hedefler varsa, o somut hedeflere ulaşmada iş birliği yapmak için onlardan "cuntacı"lığı veya "Halk savaşçılığı”nı bırakmayı istemek kadar saçma bir şey olamaz. Marksist, ne olursa olsun, eğer amaçlarıyla uyuşuyorsa, kimseyle ittifakı reddetmez. Ama Marksizm'in, problemi böyle öze değin koyması, burjuva reformist sosyalistlere de, özünde onlarla aynı programı paylaşan küçük burjuva devrimcilere de saçma ve anlamsız gelir. Onlar arasında, mücadele biçimleri ve taktikler üzerine tartışmalar tükenmez kayıkçı dövüşüdür ve birbirlerinin varlıklarına haklılık kazandırır, daha doğrusu böyle bir görünüm sağlar.
Yön ile TİP arasında yukarıda değindiğimiz tartışmaları biz ancak, çok sonra ve dışından izleyebiliyor ve hemen hemen hiç bir şey de anlamıyorduk. Hatta niye birlik yapmıyor da tartışıyorlar diye kızıyorduk. Bize göre elbet devrimi emekçiler yapacaktı, yani "aşağıdancı" idik, ama öte yandan, Yön'cülerin de kendi ilericilikleri çerçevesinde bir şeyler yapmasını "fazla mal göz çıkarmaz" diye reddetmiyorduk. Hele ilericiler, sosyalistler böyle cılızken, birlikte en azından bazı somut hedefler için işbirlikleri yararlı olmaz mıydı? Ve TİP'li olmamıza rağmen, TİP'in onlara niye çok saldırıp, onlarla ittifakı, birlikte hareketi reddettiğini bir türlü anlayamıyorduk. Öte yandan, Yön'ün ezilenlerin sorunlarından değil de, daha ziyade "milli petrol"den falan söz etmesi nedeniyle onlardan hiç hoşlanmıyorduk. Kısacası hem biyolojik hem de siyasi çocukluğunu yaşayan, siyasi mücadelenin, Marksizm'in alfabetik bilgilerinden yoksun, tipik bir liseli taşra sosyalisti idik. Bu dönem yavaş yavaş biterken de Türkiye'nin Kültür ve Sanayi başkenti İstanbul'a Üniversite tahsili için gidiyorduk. Bilgisizliğimizin ve görgüsüzlüğümüzün çapını da ancak İstanbul'da görüp kavrayabildik.
1967 – 68 yıllarında Türkiye sol hareketinde yeni bir aşamanın başladığı söylenebilir, buna Marksizm'e Başlangıç Aşaması da diyebiliriz. Bu aşamada Yön ve TİP'in dayandığı varsayım aşılmıştır. Bu dönemin temel önermesi iki cümlede özetlenebilir: Devrimi işçiler, köylülerle birlikte yapacaktır ama devrimin karakteri demokratik ulusal devrimdir. Yön ve TİP'in uzlaşmaz gibi koydukları problem, onların varsayımları reddedilerek aşılmıştır. Ve bu dönemdedir ki, "devrim stratejisi" başlığı altında gerçek anlamda bir program tartışması başlamıştır.
Gerek Yön, gerek TİP içinde eski Marksist kuşakların hiç bir belirleyici fonksiyonu yokken, bu yeni aşamaya damgasını vuranlar "Eski Tüfek" diye alaya alınan eski komünistlerdir. Gerçi eski komünistler de kendi aralarında ayrı ayrıydılar ve sonra her yeni aşamada bu ayrılıklar billurlaşmıştır ama başlangıçta onları bir araya getiren Marksizm platformunu TİP karşısında savunmalarıydı. Bu dönemin habercisi kısa ömürlü Sosyalist gazetesi idiyse, dönemin Türk Solu ve Aydınlık dergileriyle başladığı söylenebilir.
1960 sonrasındaki devrimci harekette şöyle bir paradoksal görünüm vardır: hareket gelişip yeni aşamalara vardıkça eskilerin etkisi artmıştır. Bu çelişkiyi hareketin iki kez doğmuşluğu açıklar. 1920'lerdeki ilk doğumun görece ileri aşamalarını temsil eden eskiler, 1960'dan sonra yeniden doğan hareket, belli bir ilerleme kat ettikten sonra bir etki sağlayabilmişler ya da yeni doğan hareketin yeni gelişim aşamasının ortaya çıkardığı ihtiyaçlara, ortaya koyduğu problemlere en özgün cevabı eskiler vermiştir. Biz bu Marksizm'in Başlangıcı dönemine, çok kullanılan adıyla MDD'cilik diyelim.
1968 yılı büyük olaylar oldu. Marksizm üzerine çok canlı bir tartışma ortamında – ki bu ortamda Marksizm'in en temel kavramları öğreniliyordu – Avrupa'daki öğrenci olayları ve Fransa'daki büyük olayların doğrudan etkisiyle Üniversite işgalleri başladı. Peşinden Sovyetler'in Çekoslovakya'ya müdahalesi; anti-emperyalist gösterilerin hızlı yükselişi, bu yeni, Marksizm aşamasının ortaya çıkışına eşlik etti. MDD'cilik özellikle üniversite gençleri arasında yankı buldu. Bir hikayecinin 47'liler dediği bu kuşak, siyasete ilk kez TİP saflarında girmiş; işgaller ve anti-emperyalist gösterilerin başını çekmiş; aynı dönemde de MDD'ci olmuştur. Daha sonra 1971'de kurulan 12 Mart rejiminin öldürdükleri hep bu kuşaktandır ve eskiler bir yana, Marksist ve devrimci hareketlerin lider ve teorisyenlerinin çekirdeğini bu kuşak oluşturmaktadır. Ne var ki, bu kuşağın hepsi aynı evrimi izlemedi. Kimileri evrimin belli aşamalarında takılıp kaldı ve takıldığı aşama içinde ayrı bir evrim geçirdi. Başlangıçta hepsi, bitişinin nerede olduğu belirsiz bir yarışa aynı anda başlayan yarışçılar gibiydiler. Bir kısmı ilk yüz metreyi en önde koştu, ama yol çok uzundu, ne kadar uzağa gidilmek isteniyorsa o kadar birikim yapılmalıydı.
TİP genellikle burjuva aydınların, kasaba avukatlarının, aristokrat işçilerin – sendikacıların – egemen olduğu bir partiydi. Onların yapısı tüm partiye damgasını vuruyordu. TİP saflarından çıkmış, üniversitedeki militan eylemlere katılmış her devrimci genci TİP'in bu havası boğmaya başlamıştı. Bu gençler "eski"lerle karşılaşınca, tam psikolojilerine uygun bir havayı da onlarda buluyorlardı. Eskiler de uzun bir mücadelenin imbiğinden geçmiş dava adamlarıydılar. Onların güçlü kişilikleri, savaşçı nitelikleri, yaşlarından beklenmeyecek devrimci coşkunlukları, dünün TİP'te yetişmiş militanları üzerinde silinmez izler bırakıyordu.
Bu etki TİP'in yanlış tanıtmaları ölçüsünde de artıyordu. TİP kendisinin Türkiye'nin ilk işçi partisi olduğunu iddia ediyordu. "Eski Tüfekler"i hor görüyor, kapısından içeri adım atmalarına bile müsaade etmiyordu. Eskiler karşısında "Bir zamanlar bu işle uğraşmışlar ama hiç bir şey yapamamışlar; işte biz bir çıktık, pir çıktık. Türkiye'nin en ücra köyüne bile sosyalizmi duyurduk" anlamındaki böbürlenmelerinden geçilmiyordu. Bu yöndeki propagandayla yetişmiş genç, eskilerle karşılaşınca, TİP kurucuları kumda çomak oynarken sosyalizm uğrana mücadele vermiş, hapisler yatmış, işkenceler görmüş eskilerin inancı ve heyecanıyla; TİP'lilerle kıyaslanamayacak üstünlükteki Marksizm bilgisi, örgütlenme tecrübesi ile karşılaşınca, en azından, davayı yıllarca sırtlamış bu insanların gördüğü muamele karşısında isyan etmekten kendini alamıyordu. TİP'in silahı geri tepiyordu; nefret yerini saygıya bırakıyordu. Her şey, tarih nasıl anlatılmıştı ve gerçek nasıldı? Hele TİP'in eskileri kapısından içeri uğratmamasının gerçek sebebi olan, burjuva legalitesinden, hoşgörüsünden yararlanma kaygısı anlaşılınca, her devrimci genç, yerini ezilmiş ve ezilen eskilerin yanında belliyordu.
Bu dönemde Çekoslovakya müdahalesi vesilesiyle başlayan tartışmalar da, eskilerin etkisinin artmasında belirleyici olmuştur. 1968 yazında Sovyet tankları Çekoslovakya'ya girince TİP buna karşı çıktı, "güler yüzlü sosyalizm"; "insancıl sosyalizm"den yana olduğunu açıkladı. Buna karşılık Marksistler (eskiler) Çekoslovak müdahalesine – eleştirmekle birlikte – destek verdiler. Türk Solu dergisinin tavrı aşağı yukarı Fidel'in tavrına benzemiştir. Zaten Türk Solu'nda Fidel'in Çekoslovakya müdahalesiyle ilgili konuşması aynen yayınlanmıştır. Yine o sıralarda, Türk Solu'nda Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın, özünde Fidel'inkinden farklı olmayan bir tavrı yansıtan "Çek Meselesi mi, Dünya Meselesi mi?" başlıklı yazısı çıkmıştır.
Biz bugün – eğer olgulara ilişkin bilgi hatası yoksa, yani Çekoslovak baharı bir karşı–devrim değildiyse – her Devrimci Marksist'in – tıpkı bu gün Polonya için olduğu gibi – Sovyet müdahalesine karşı çıkması gerektiği görüşündeyiz. Ama bu karşı çıkış ile TİP'in karşı çıkışı karıştırılmamalıdır. Birbirine zıt programatik kavrayışların sorucu olun, bambaşka karşı çıkışlardır bunlar. Politikada sık sık, ayrı gerekçelerden, ayrı programlardan hareketle benzer tavırlar alabilir kişiler veya partiler.
Bağımsızlık ya da özgürlük (zaruretler aleminin ötesindeki Komünist toplumdaki Özgürlük değil, Aybar'ın "Hürriyetçi Sosyalizm"indeki Hürriyet) bizler, Devrimci Marksistler için kendi başına soyut bir amaç değildir. Bizler, örneğin bu gün İşçi Devletlerindeki bürokrasinin egemenliğine karşı çıkıyorsak, o egemenlik, soyut demokrasi, bağımsızlık, hürriyet ilkelerini ayaklar altına aldığı için değil; o egemenlik dünya devrimini geciktirdiği; işçi devletlerini zayıflattığı; proletaryayı demoralize ettiği için karşı çıkıyoruz. Objektif toplum yasalarıyla, bürokrasinin egemenliği altında komünizme varmanın olanaksızlığı kanıtlandığı için karşı çıkıyoruz. Yoksa savaşı kazanmak için silahlanmak ve silah kullanmayı bilmek nasıl şartsa, öyle, dünya devrimi için, proletaryanın Komünist toplum ideali için, bürokrasinin egemenliğinin objektif, kaçınılmaz bir zaruret olduğu, komünizme giden tek yolun bürokrasinin egemenliğinden geçtiği, objektif tarih ve toplum yasalarıyla kanıtlanmış olsa, hiç kuşkusuz o egemenlikten yana olurduk.
Biz bu gün, işçi devletlerinde gerçek bir sosyalist demokrasinin uygulanmasını – ve bunun için de bir politik devrimi – bu günkü sistemi gayri insani ya da ahlak dışı, adaletsiz bir şey olarak gördüğümüzden değil; işçi devletleri ancak bir sosyalist demokrasi koşullarında, daha güçlü olacağı, daha hızlı kalkınacağı, dünya devrimine giden yol daha kısalacağı için istiyoruz. Tıpkı kapitalizme ve emperyalizme, insan özüne aykırı, ahlak dışı bir düzen olduğu için değil de, tarihsel olarak yıkılmaya mahkum olduğu; insanlığın ilerlemesi önünde bir engel oluşturduğu için karşı çıktığımız gibi.
Burjuva sosyalizmleri için ise demokrasi, hürriyet vs. kendi başına soyut bir amaçtır. Aksi, insan özüne, adalete, ahlaka aykırı bir şeydir. Onlar örneğin bürokrasiye, kapitalizme ve emperyalizme bu çeşit gerekçelerle karşı çıkarlar. Bu kavrayış farklılığı, burjuva sosyalizmiyle proletarya sosyalizminin sınırlarını oluşturur.
Burjuva sosyalizmi, emperyalizmin ya da bürokrasinin egemenliğinin, onları gayri insani ya da adaletsiz bulduğu ölçüde canlı bir tasvirini yapabilir, olguları yığar. Ama o yığdığı olguların nedenlerini ve sonuçlarını açıklamakta, dolayısıyla politik görevlerin tespitinde, doğru sonuçlara ulaşmada çuvallar. Elbet, Engels'in de pek güzel belirttiği gibi, tarihsel olarak mahkum olmuş her düzen insanlara akıl ve adalet dışı görünür. Herkes aşağı yukarı böyle bir noktadan hareket ederek, toplumsal muhalefette yerini alır ve Bilimsel Sosyalizme giden yolu aşabilir. Ama iki nokta arasında, genç Marks ile tarihsel maddeciliği keşfetmiş Marks kadar uzun bir yol vardır. Pratik olarak bu yol, günümüzde, burjuva sosyalizminden proletarya sosyalizmine giden yola tekabül eder.
İşte, TİP'in Çekoslovakya işgaline karşı çıkışı, böyle burjuva, humanist bir hareket noktasından kaynaklanıyordu. Yani TİP'in tavrının görünüşüne aldanmamalı; gerici, burjuva, pasifist bir tavrı yansıtıyordu ve çelişkili gibi görünse de Türk Solu işgali , tipik merkezci bir tavırla desteklerken, çok daha devrimci ve Marksist bir konumdaydı. Kaldı ki bu tavır, olguya ilişkin, Çekoslovakya'da burjuva karşı devrim başladığı yolunda, bir yanılgıya da dayanıyordu.
Türk Solu işgali emperyalizm ve burjuvazinin anti-komünist yaygaralarına karşı destekliyordu. Ama öte yandan, tipik merkezci bir açıdan Sovyetler'i de eleştiriyordu. "Devrim yapılalı şu kadar yıl olmuş, hala karşı devrim bu kadar etkili olabiliyorsa iyi gitmeyen bir şeyler var demektir" diyordu. Bunun yanı sıra eskiler "Marks, Engels, Lenin okuyun" diyorlardı.
TİP'in Devrimci Gençlik üzerindeki etkisine son veren ikinci – ama önem bakımından ikinci değil – olay Üniversite işgalleri ve anti-emperyalist gösterilerdir. TİP "aman kımıldamayalım faşizm gelir" diyerek, tipik reformist, burjuvaziyi ürkütmeme, onun hoşgörüsüne sığınma; kölece boyun eğerek, ayaklarını yalayarak varılma çizgisi izliyor; sokaktan, kitle hareketlerinden korkuyor; devrimci gençleri frenlemeye çalışıyordu. Buna karşılık eskiler, TİP'in tavrının oportunist olduğunu söylüyor, devrimci gençlik hareketini destekliyorlardı. Sonunda bir Altıncı Filoya karşı gösteride, gösteriyi frenlemek için barikat kuran TİP'lilerin barikatıyla birlikte, TİP'in etkisi de yıkıldı gitti.
Bu olaylar içinde giderek biz de TİP'li kabuğumuzu kırdık ve MDD'ci olduk. TİP'te ilk kez, işçilerin iktidarı alması gerektiğini, bunun için de geri kalmış, yoksul yığınlar arasında çalışma gereğini öğrenmiştik. Yine TİP'deki deneylerimiz sayesinde, bu işin zorlu, uzun bir yoldan geçtiğini; bu işin ilmini kavramak gerektiğini anlamıştık. Böylece Marksizm'i öğrenmeye başladık. Artık toplumların gelişim kanunları, aşamaları, işçi sınıfının bilimsel bir kavram olduğu; sırf yoksulluğun insanı devrimci yapmayacağı, işçinin devrimciliğinin üretimdeki konumundan kaynaklandığı gibi Marksizm'in alfabetik konularında iyi kötü bir bilgi edinmiştik. Bu bilgiler ışığında "Sosyalist Türkiye"yi kurma amacına ve Türkiye'nin koşullarına baktığımızda, Türkiye'deki derebeyi artıklarının, sosyalizme varmak için, işçi sınıfının önüne Demokratik Devrim görevlerini koyduğunu görüyorduk. Artık önümüzde, TİP'teyken varlığını bile bilmediğimiz sınıflar, sınıfların karakterleri, çeşitli devrim aşamalarındaki tavırları; bütün bu verilere göre sosyalizme ulaşmak için nasıl bir strateji, nasıl bir ittifaklar sistemi gerektiği gibi problemler bulunuyordu. Bütün bunları doğru olarak tespit edebilmek için de Türkiye'nin Tarihini, ekonomi, sınıf, üstyapı orijinalliklerini tahlil etmek gerektiğini, bu tahlil için gerekli araçların ise Marksizm'de bulunabileceğini anlıyorduk. Ve bu kuşkusuz bir ilerlemeydi.
Ne var ki, MDD'cilik TİP'e göre bir gerileme gibi görülür. TİP "Sosyalist Türkiye", MDD ise "Tam Bağımsız ve Demokratik Türkiye" diyordu. Bu görünüm bir çok kişiyi de yanıltmıştır. Gerçekte ise, TİP, "Sosyalist Türkiye" derken, programıyla demokratik dönüşümleri savunuyordu. Bu Rus narodniklerinin, demokratik karakterdeki programlarına sosyalizm demelerine benziyordu. Öte yandan, TİP, "Sosyalist Türkiye" sloganıyla, politik olarak işçi sınıfını müttefiklerinden tecrit ediyor ve sosyalizmi uzaklaştırıyordu.
Buna karşılık MDD, 27 Mayıs sonrası dönemde ilk kez sosyalizm amacını – tabii "tek ülkede sosyalizm" ütopyası çerçevesinde – açıkça formüle etmişti. MDD'nin tartıştığı, en azından söz olarak, sosyalizm amacı değil, ya da kitlelerin bir özne olup olmadığı değildi artık Yön gibi. MDD için bunlar tartışılmaz varsayımlardı. Amaç sosyalizmdi ve bunu işçi sınıfı ve diğer ezilenler kurabilirdi. MDD'nin TİP karşısında ortaya koyduğu sorun, bu amaca nasıl bir stratejiyle varılacağı idi. Verilen cevap ne olursa olsun, problemin bu tarz koyuluşu muazzam bir ilerlemeydi.
Yön TİP'le tartışmasında, yeni sömürge ve derebeyi ilişkilerini öne sürerken, kitlelerin devrimin nesnesi olması görüşüne bir kanıt bulma çabasındaydı. MDD ise, yine derebeyi ilişkilerini ve emperyalizmi öne sürerken, bambaşka bir şeyi, kitlelerin yapacağı devrimin objektif tarihsel görevlerini tartışıyordu. TİP ise bunu kavramıyor, hala eski varsayıma dayandığından, yani demokratik devrim görevlerinin "yukarıdan" devrimi haklı kılacağı varsayımı,  MDD'yi Yön ile karıştırıyor, cuntacılıkla suçluyordu. Elbet MDD'ciler içinde TİP'in dayandığı var sayıma dayananlar yok değildi ama bu MDD içinde bir eğilimdi. Ne var ki, bu eğilim de TİP'in iddialarını güçlendiriyordu tabii.
MDD'nin temel tarihsel önermesi, Türkiye'de devrimin objektif tarihsel görevlerinin demokratik karakterde olduğu önermesi, devrimci hareket için muazzam bir ilerlemeydi ve bu önerme bu gün bile geçerliliğini sürdürmektedir. Ama bu önermeyi kabul etmek, ondan aynı sonuçların çıkarılacağı anlamına gelmez. MDD'ciler de bu önermeden farklı sonuçlar çıkarıyorlardı. Bu önerme egemenliğini sağladıktan sonra, çıkarılacak sonuçlar gündeme gelmiş ve MDD içinde bir çok bölünmeler olmuştur.
Bundan sonraki gelişmelere ve MDD'ciliğin kendi içindeki bölünmelere geçmeden evvel, bizim sonraki evrimimizde önemli bir rol oynayan bir konuya değinmemiz gerekiyor.
MDD'cilerle TİP arasındaki "Devrim Stratejisi" tartışması, ister istemez Türkiye'nin tarihi sorununu da gündeme getiriyordu. Gündemde demokratik ya da sosyalist devrim görevinin bulunup bulunmadığı, derebeyi kalıntılarının varlığı ile ilgiliydi. Bu da Marksizm'in toplumların gelişim aşamalarına ilişkin öğretisini gündeme getiriyordu.
MDD'cilik genellikle – Dr. H. Kıvılcımlı hariç – klasik Stalinist “İlkel, Köleci, Feodal, Kapitalist,…” sıralamasına sadık kalarak bu tarihi açıklamaya çalışıyordu. Buna karşılık TİP'lilerin bir kısmı ve TİP dışındaki bazı aydın çevreleri, Türkiye tarihinin bu sıralamayla açıklanamayacağını, Marks'ta daha başka toplum biçimleri de olduğunu söylüyorlar ve Osmanlı Toplumunu “Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT)” kategorisine sokuyorlardı. Bunlara o zamanki solcular arasında "ATÜT'çüler" denirdi. Elbette bu yana ağırlık verenler de yekpare bir blok oluşturmuyordu.
“ATÜT'çüler” Osmanlı Toplumunun klasik batı gelişmesinden ayrı orijinal yanlarını öne sürüyorlardı ve güçlü kanıtlara – tabii ATÜT olduğu anlamında değil; ilkel, köleci, feodal... sıralamasının yetersizliği anlamında – sahiptiler. Ne var ki, bu baylar öne sürdükleri orijinalliklerden tümüyle gerici sonuçlar çıkarıyorlardı. Bir kısmı, diyorlardı ki, Devlet bizim tarihimizde egemen sınıfın baskı aracı olmamıştır, milleti korumuştur. "Kerim Devlet Teorisi" denen bu teorinin, burjuva devletine her türlü köpekliği sağlamanın aracı olduğunu görüyor, seziyorduk. Bu gün bu teorinin taraftarları faşistlerle işbirliği içindedir. Yine kimi orijinalliklere değinen başka bir grup ta, Osmanlılardan beri, bir Bürokrasi – Halk çatışmasıyla tarihi açıklamaya kalkıyor, "aşağıdan" her hareketi – örneğin 1950'de DP'nin iktidara gelmesini – bürokrasiye karşı halkın bir zaferi olarak koyuyordu.
Bu tür sonuçlar çıkarılması, Osmanlıların kimi orijinal yanlarını öne sürenlerin; ilkel, köleci, feodal... sıralamasının yetersizliğini öne sürenlerin görüşlerini daima kuşkuyla karşılamamıza yol açıyor ve MDD'ci olarak ilkel, köleci... sıralamasını savnuyorduk. Ama yine de Osmanlı tarihini bu sıralama içinde açıklayamıyor, için için kuşku duyuyorduk. Hiç bir çıkış yolu da bulamıyorduk.
Elbette o dönemde Kıvılcımlı'nın Türk Solu ve Aydınlık'ta çıkan yazılarını, hatta bir kaç kitabını da okumuştuk. Ama o okuduklarımız bize sentezi kavratmaktan ziyade, bilmediğimiz bazı olguları tanıtmış oluyordu. Kıvılcımlı'nın değişik bir şeyler söylediğini seziyor, hatta onun yeni bir tez olduğunu işitiyor; saygı duyuyor ama anlamıyorduk. Anlayamazdık ta, çünkü gerek tarihi olaylar, gerek Marksizm hakkındaki bilgilerimiz, bu diyalektik tezi kavramamıza el vermeyecek kadar sınırlıydı.
Ne var ki, bu gibi konular ilgi alanımızın merkezinde olmaktan çok uzaktı. Öğrenci hareketi hızlı bir yükselişe girmişti. Her gün boykotlar, forumlar, üniversite işgalleri, faşistlerle çatışmalar, faşist saldırılara karşı nöbet tutmalar içinde geçiyordu. E. M. Remarque'nin romanlarında çok güzel anlattığı, her an savaşın içinde, siperlerde, her türlü konformizmden uzak yaşayan erlerin psikolojisi içindeydik. Yaşantımız da pek farklı değildi zaten. Günlük hayatını yaşayan insanların problemleri bize öylesine anlamsız ve saçma geliyordu ki, anlatılamaz. Bu yaşantı her şeye rağmen bizleri konformizmden kurtararak; tehlikelerden korkmamayı öğreterek; disipline ederek eğitiyordu. Aramızda son derce güçlü bir dayanışma duygusu gelişiyordu. Küçücük bir devrimci militanlar grubu olmamıza rağmen, binlerce öğrenciyi harekete geçirebiliyor, yönetebiliyorduk. Kendi gücümüz karşısında hayrete düşüyor, onun büyüsüne kapılıyorduk. Bu ortamda, üniversitelerdeki hareketin günlük taktik, teknik sorunları ilgi alanımızın merkezindeydi. Faşistlerle nasıl dövüşüleceği; sopa, bıçak, tabancanın nasıl kullanılacağı; ses bombalarının nasıl yapılacağı ve günlük mücadeleye ilişkin diğer şeyler.
İşte bu hava içinde, bizlerde giderek bir teori düşmanlığı gelişiyordu. Teoriyi entellektüel laf ebeliğiyle karıştırdığımız için hor görüyorduk. Teorik tartışmalarda bizi mat edenler, faşistlerle, polislerle çatışmalar olurken hiç görünmüyorlardı ama sonra da ortaya çıkıp, "şu yanlış, şu doğru" diye ahkam kesiyorlardı. Onlara duyduğumuz tepki, otomatikman bizlerde teoriyi hor görmeye yol açıyordu. Biz savaşçıydık, herkes teorisyen olacak değildi ya, işte büyüklerimiz vardı, onlar söyler biz yapardık. Lazım olan iş yapacak adamdı...
Fakat bizdeki bu eğilimlerle eskiler daima mücadele ederler ve bizzat kendi somut varlıklarıyla teori ve pratiğin birliğini kanıtlarlardı. Bu nedenle ister istemez okuyorduk ta. Ama okumuş olmak için.
*
Evet, sosyalizme varmak için, işçi sınıfı öncülüğünde anti-emperyalist demokratik devrimi yapmak gerekiyordu. Bu MDD'ciliğin temel önermesiydi. Peki ama bu anti-emperyalist devrimi nasıl yapacaktık? Bunun cevabını dünyaya bakarak çıkarmaya çalışıyorduk. İşte önümüzde Çin, Küba ve Vietnam devrimleri duruyordu. Oralarda nasıl olmuştu? Önce bir avuç yiğit savaşçı dağlara çıkmış; silahlı propaganda ile savaşı başlatmış; sonra halk onları desteklemiş ve devrim başarılmıştı.
Hep üniversite olaylarıyla uğraşacak değildik. Zaten hareket bir noktadan sonra tıkanmış ve kendi kendini tekrarlamaya başlamıştı. Üniversite çevresi bizi boğan bir kabuk olmuştu. Bu kabuğu kırmak ihtiyacı gün geçtikçe de büyüyordu. İlgi alanımızın merkezine de, devrimin nasıl yapılacağı sorunu yerleşiyordu. Harıl harıl Çin, Küba, Vietnam devrimlerini anlatan kitapları okumaya başlamıştık.
Bolivya'da şehit düşen Che'nin çağrısı ve örneği tüm hayalimizi dolduruyordu. Biz buralarda oyalanırken, her gün Vietnam'da onlarca devrimci can veriyordu. Yeni bir Vietnam yaratmalıydık. Onların sırtındaki yükü de, biraz olsun hafifletmek için Halk Savaşını başlatmalıydık. Sovyetler ne yapıyordu? Sadece biraz silah yardımı. Ama Çin öyle miydi? Halk savaşlarını destekliyordu. Lin Piao dünyanın kırlarından şehirleri kuşatalım diyordu. Anlaşılan Sovyetler iyice yozlaşmıştı. Çin ise öyle değildi. Hem yozlaşmayı önlemek için işte "Kültür devrimi"ni de yapıyordu.
Bu düşünceler içinde, en kısa zamanda dağlara çıkıp Halk Savaşı'nı başlatmak için sabırsızlanıyorduk. Elimizden Giap'ın "Halk Savaşı, Halk Ordusu"; Lin Piao'nun "Yaşasın Halk Savaşının Zaferi"; Che'nin "Savaş Anıları", "Gerilla Günlüğü"; Bayo'nun "Gerilla Nedir"i düşmüyordu artık. Üniversitelerdeki eylemlerimiz de, dağa çıkacak ilk kadroları devşirmek ve eğitmek için bir araçtı yalnızca. Hepimizin hayali, Halk Savaşı'na ilk başlayacak gerilla müfrezesinde yer almaktı. Başlıca konularımız: dağa çıkarken yanımıza neler alacağımız; hangi silahının menzilinin ve etkisinin ne olduğu; gerilla eğitimini nasıl yapacağımız; savaşı önce hangi bölgeden başlatmak gerektiği vs. idi.
Bu çerçeve içinde planlar kuruyorduk. Genellikle hepimiz, gerillayı Kürdistan'ın dağlık bölgelerinden başlatmak gerektiğini düşünüyorduk, çünkü oraların hem arazisi gerilla savaşına uygundu, hem de halkı daha büyük bir devrimci potansiyel taşıyordu.
Bu durumda dağa çıkma hazırlıkları içinde Doğu köylüleriyle kitle bağları, ilişkiler kurmalıydık. Bizin Devrimci Öğrenci derneğimize yer vermiş, yapı iş kolundaki bir sendika aracılığıyla yapı işçilerini de tanıma olanağı bulmuş ve bu işçilerin genellikle bizim dağa çıkmayı düşündüğümüz bölgenin insanları olduğunu görmüştük. O halde bu işçilerle bağ kurarak, ham proletaryayla kaynaşmış olurduk, hem de o işçilerin akrabaları, hemşehrileri olan yoksul köylülerle. Bu düşüncelerin sonucu olarak biz de yapı işçileri arasında çalışmaya başlamıştık.
10 Haziran 1969 olaylarıyla öğrenci hareketi zirvesine ulaşmış, üniversite kapatılmış ve bir çok arkadaş polisçe aranmaya başlamıştı. O yaz boyunca kimimiz Toroslarda eğitim denemelerine; kimimiz o sıra yükselmeye başlayan Fedai hareketinin etkisiyle Filistinlilerin yanına; kimimiz işçi ve köylülerin arasına gitti. İster işçiler arasında, ister dağ köylerinde, ister Filistin gerilla kamplarında olalım, hepimizin amacı, en kısa zamanda hazırlıkları tamamlayıp gerillayı başlatmaktı. Ancak bütün bu hazırlıklar planlı ve merkezi bir biçimde örgütlenmekten ziyade, kendiliğinden oluyordu. Bir bakıma zımni bir anlaşma var gibiydi.
Gittiğimiz çalışma alanları bizleri etkilemekten de geri kalmıyordu. Bu gün aradan yıllar geçtikten sonra, bir bakıma rastlantısal bir şey olan yapı işçileri arasındaki çalışmamızın daha sonraki evrimimiz üzerinde tayin edici bir etkide bulunduğunu açıkça görüyoruz. Engels, İngiltere'de tanıdığı ilk proleterlerin kendisi üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu çok güzel anlatır.
Bu proleterlerle gün 24 saat yan yana yaşamaya başlayınca, kitlelerin henüz ne kadar geri – ama bir çok bakımdan da bizden çok ileri ve kendilerine göre çok sağlam değer yargıları bulunduğunu – planlarımızda yanlış bir şeyler olduğunu; onların sabırsız ve ütopik karakterlerini sezmeden edemiyorduk. Güya bu halkla devrim yapacaktık ama onu henüz hiç tanımıyorduk.
Bu proleterler hiç de üniversite öğrencilerine benzemiyorlardı. Hiç bir şeye kolay kolay inanmıyorlardı, binlerce yıldır kandırıldıkları için. Üniversite öğrencileri kolayca keskin sözlerle harekete geçer ama biraz zoru görünce hemen tırsardı. Burada ise tam zıttı oluyordu. Kolay kolay harkete geçmiyorlardı, hele lafla hiç. Ama bir kere de geçtiler mi sonuna kadar gidiyorlardı. Öğrenciler parlak sözlerin büyüsüne hemen kapılıyordu, ama bu insanlar parlak sözlere sadece kuşkuyla bakıyorlardı. Bir tek kriterleri vardı: laf değil iş!.. Gerçekte proleterlerin siyasal bilinç ve tecrübe eksikliği vardı yalnızca, geri kalan bütün nitelikler onlarda kendiliğinden vardı. Bizde ise, belki biraz siyasal bilinç ve tecrübe vardı ama gerisi, onlarda olanlar yoktu. Zaten bu nedenledir ki, aydın da, proleter de kendi başına hiçtir. Ancak kaynaşıp bir senteze ulaşabildikleri zaman hep olabilirler. Doktor'un çok güzel benzetmesiyle, aydın kalaya, işçi bakıra benzer, tek tek ikisi de yumuşaktır. Ama ikisi kaynaşınca insanlığa dev bir adım attıran sert tunç ortaya çıkar. Eski komünistlerin lokal çalışmaları bir yana, Türkiye tarihinde ilk kez devrimci aydınlarla işçilerin kaynaşması da yavaş yavaş başlıyordu. Gerçi TİP'te bir çok aydın vardı ama o aydınlar hem devrimci değillerdi hem de TİP onları kaynaştırmadı, eklemeye çalıştı.
Yapı işçileriyle olan sıkı ilişkilerimiz sonucunda kafamızda doğru yolda olup olmadığımıza dair kuşkular birikiyordu ama bu birden bilince çıkmıyordu. Biriken yüzlerce tecrübe, kafamıza kuşku tohumları serpiyordu ama bu tohumların yeşermesi için zaman gerekiyordu. Daha sonraki gelişimimiz diğer arkadaşlardan ayrı bir yol izlemişse, bunun başlıca nedeni, proletarya ile yakın ilişki içinde bulunmamız; onları daha yakından tanımamız olmuştur. Bu tecrübelerdir ki, daha sonra bizim parti ve işçi sınıfının önemini reddeden; devrimin çok uzun bir yol olduğunu kavramayan hareketlere karşı bağışıklık kazanmamızı sağlamıştır.
Bu arada, bizim daha sonra tarihe ve toplumların gelişimine ilişkin araştırmalara yönelmemize ve dolayısıyla Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı derinliğine incelememize yol açan bir gözlemden söz etmemiz gerekiyor.
Yapı işçileri genellikle köyünden yeni kopmuş, köylülüğün bir çok alışkanlıklarını üzerinde taşıyan proleterlerdi. Maddi durumlarıyla proleter, ruh durumlarıyla yarı köylü, yarı proleterdiler. Ancak, yapı işçilerinin Dersim, Maraş gibi henüz aşiret ilişkilerinin bile varlığını sürdürdüğü bölgelerden gelenlerinin, kapitalist ilişkilerin daha gelişkin olduğu yerlerden gelen nice proleterden daha yüksek bir dayanışma geleneği olduğunu ve daha yüksek bir örgütlenme yeteneği gösterdiğini gözlemlemiştik. Bu ilkel komuna kalıntısı gelenekler, kölecilikten bile geri bir toplum biçiminden kaynaklanmasına rağmen, nasıl oluyordu da, bir sendikal örgütlenmede bile onların başı çekmelerini sağlıyordu? Bu o zamana kadar, bize Marksizm diye öğretilen şematik bilgilerle çelişiyordu.
İşçilerin nasıl daha iyi ve çabuk teşkilatlanacağı başlıca problemimiz olduğundan, yukarıdaki sorun kafamızı epeyce kurcalıyordu. O güne kadar okuduğumuz hiç bir kitapta, ne böyle bir olgudan söz edildiğini, ne de nedenlerini görmemiştik. Derken Engels'in, "Ailenin, Devletin... Kökeni"ni okuduk. Engels bu olaya yıllarca önce dikkati çekmiş ve açıklamıştı. Üstelik Engels'in kitabında anlatılanlar, hiç de el kitaplarından (Politzer, Stalin, Kusinnen) öğrendiklerimize benzemiyordu. Buraya bir mim koymuştuk.
O yazın sonlarına doğru herkes gittiği yerlerden dönerken MDD'cilik içinde içinde yavaş yavaş olgunlaşan bir ayrılık birdenbire patlak verdi, FKK'nın DEV-GENÇ'e dönüştüğü kongrede.
Hepimiz MDD'ciydik ama ondan anladıklarımız çok farklıydı. Kimimiz için sosyalizme varmak için bir zorunlu aşama, kimimiz için kendi başına bir amaçtı. "İşçi sınıfı öncüdür" diyorduk. Ama bu kimimiz için sınıfın bilfiil öncülüğü anlamına gelirken, kimimiz için sözde kalma eğilimindeydi. Kimimiz için Demokratik Devrim Küba, Çin, Vietnam'da olduğu gibi "halk savaşı" yoluyla olabilirdi, kimimiz için "asker-sivil-aydın zümre"nin yapabileceği bir işti. Kimimiz bu zümreyi, kendi dışımızda, ama demokratik aşamada amaçlar ortak olduğu ölçüde ittifak yapılacak bir güç olarak görürken, kimimiz MDD hareketini o zümreyle yapılacak pazarlıklarda bir koz olarak görüyordu. Başlangıçta öne çıkmayan bu kavrayış farklılıkları şimdi artık ön plana çıkıyor ve giderek netleşiyordu.
Ne var ki, her ayrılık gibi bu ayrılığın da ilk belirtileri pratik sorunlardan çıktı. Faşist saldırılara karşı yapılan öz savunma eylemleri genellikle bu hareketler içinde yer almayan unsurlarca hor görülüyor ve bizlere "anarşist" damgası vuruluyordu. Bu tavırlara içten içe kızıyorduk. Yavaş yavaş iki tavır kristalize olmaya başlamıştı. Bizlere anarşist diyenler bol bol "kitle çizgisi" lafı ediyorlardı, biz de onları pasifistlikle, mücadeleden kaçmakla suçluyorduk.
Evet, bizlerde anarşizan bir yan vardı ama bundan çıkarılacak sonuç, faşistlere karşı direnmenin reddi olamamalıydı. Bu tür eylemler daima içinde bir anarşizm ögesini besler; tıpkı parlamenter mücadelenin parlamentarizm; sandikal mücadelenin sendikalizm eğilimlerini beslemesi gibi. Bundan çıkarılacak sonuç parlamenter veya sendikal mücadeleyi reddetmek olamaz ise, öz savunmayı da reddetmek olamazdı. Bundan çıkarılacak sonuç, gerçek bir proletarya partisinin öncülüğü ve eğitimiyle, bu mücadeleleri daha disiplinle ve bilinçli kılmaktır. Yoksa bir proletarya partisinin bu yöndeki bilinçli çabalarından yoksun her mücadele yozlaşma eğilimi taşır. Ancak burjuva sosyalistleri – tıpkı Rusya'da olduğu gibi – bu eğilimlerden, bu mücadelelerin reddi sonucunu çıkarabilirler.
Elbet o zamanlar sorunu böyle koymuyorduk ama bize karşı çıkanlarda bir sakatlık, bir oportunizm olduğunu da seziyorduk. Çünkü deneyle görüyorduk ki, o çatışmalar gerçekten gerekliydi ve başarıları ortadaydı. Gerçekte bize karşı çıkanlar müttefikleri ürkütmemek için karşı da çıkıyorlardı. O ürkütülmeyecek müttefikler ise faşistlere direnişi yanlış buluyorlardı.
Pratiğe ilişkin bu iki eğilim billurlaşırken, birden bire Türk Solu ve Aydınlık'ta çıkan iki yazıyla anlaşmazlık tüm sorunlara yayıldı ve teorik ifadesini buldu. Bizi anarşistlikle suçlayanlar, şimdi, Türkiye'de "İşçi sınıfının objektif şartları yok" diyorlardı, ki bunun anlamı, işçi sınıfı yok, varsa da devrimi öncülük edemez demekti. Bizler buna derhal karşı çıktık. Ancak bu tartışmaların somut anlamını daha iyi anlayabilmek için, bu tartışma içinde önemli bir yeri olan Kapitalist Olmayan Yol konusuna değinmek ve bu kavramın o zamanki anlamını iyi anlamak gerekiyor.
*
"Kapitalist Ommayan Yol" olgusu, bütünüyle evrimin karmaşık, birden ileriye sıçrayışlarla ve karşılıklı etkilerle gidişinin bir görünümünden başka bir şey değildir.
Sadece emperyalizm ya da kapitalizm çağında değil, Tarih'te ve Tarih Öncesi’nde tüm toplumlar eşitsiz bir gelişim izlemişlerdir. Varolan uygarlığa daha sonradan giren her toplum, uygarlığın birikimi üzerinde, bir çok gelişim konaklarını birden atlayarak, daha üst bir şekillenmeye girer. Yani sadece sosyalizme geçiş için kapitalist olmayan yoldan değil; kapitalizme geçişte "feodal olmayan yol"dan, ya da medeniyete geçişte köleci veya "yukarı barbar olmayan yol"dan söz edilebilir. Zaten tarihteki ve bu günkü toplumların sonsuz çeşitliliği de bir bakıma bu geçişlerin çeşitliliğinden kaynaklanır.
Kent, "yukarı barbar kurdunun medeniyet kelebeğine dönüştüğü" kozadır. Medeniyet (sınıflı toplum) “yukarı barbarlık”tan sonra gelinen aşamadır. Ama örneğin, bir medeniyet, orta barbarlık konağındaki bir ulus tarafından bir tarihsel devrimle yıkılabilir ve medeniyeti yıkan orta barbarlar kısa sürede medeniyet tarafından fethedilirler. Bu anlamda, orta barbar kavim, yukarı barbar (kent) aşamasını yaşamadan, "yukarı barbar olmayan yoldan" medeniyete geçmiş olur.
Başka bir örnek: Yunan ve Roma medeniyetlerinden sonra, onların birikimi üzerinde pekala başka yukarı barbar (kentsel) toplumlar medeniyete geçebilir. (Mekke ve Medine'den çıkan İslam medeniyeti gibi.) Ama binlerce yılın medeniyet birikimi köleliği gereksiz ve olanaksız kıldığından, doğan medeniyet, Yunan ve Roma'da olduğu gibi köleci olmaz. Buna da pekala "köleci olmayan yoldan geçiş" adı verilebilir.
Keza, tefeci bezirgan medeniyetlerin bir yağ lekesi gibi Çin'den Magrip'e kadar yayılışı, henüz ilkel komuna geleneklerinin çok güçlü olduğu İngiltere'de , pre-kapitalist sermayenin modern kapitalist sermayeye dönüşmesine olanak sağlamıştır. Böylece, İngiltere, antika medeniyetler konağını atlayarak, "İlkel Sosyalizmden Kapitalizme" geçmiştir.
Toplumların bu eşitsiz ve sıçramalı gelişimi, büyük harflerle ifade edilmemiş olsa bile Marks-Engels'in sahip olduğu bir kavrayıştır, yoksa, "tek ülkede sosyalizm" teorisine gerekçe arayan Stalin'in iddia ettiği gibi, Lenin tarafından bulunmuş ya da sırf kapitalizme has bir olgu değildir.
Kapitalist olmayan bir yoldan sosyalizme geçiş olanağından Marks-Engels, Rus Narodniklerinin köy komününden (Mir'den) doğrudan sosyalizme geçiş anlayışlarını eleştirirken söz eder. Mir zaten bir dağılma sürecine girmiştir. Girmese bile, sosyalizm o geri üretici güçler düzeyinde kurulamaz deyip Narodnikleri eleştirdikten sonra, ama derler, Rusya'da Köy komünü, batı Avrupa'da devrimci bir proletaryanın geliştiği bir çağda vardır. Batı proletaryası bir sosyalist devrimi başarınca Rus Mir'i kapitalizmin acılarını çekmeden sosyalizme bir geçiş yaşayabilir.
Örneğin Marks, Vera Zasuliç'e mektubunun birinci versiyonunda şöyle der: "(...)öte yandan, dünya pazarına hükmeden Batı (kapitalist) üretimin çağdaşlığı, Rusya'yı kapitalist sistemin aşağılayıcı etkilerine uğramadan, bu sistemin sağlamış olduğu, tüm olumlu katkıları komüne kazandırma olanağı vermektedir."
Engels de "Rus Tarım Komünü Üzerine Düşünceler"inde aynı fikri şöyle ifade eder: "(...) Bu (yani modern sosyalizme geçiş), ancak komünal mülkiyetin kesin olarak dağılıp yok olmasından önce, Rus köylüsüne, geçişin gerekli koşullarını sağlayacak olan, özellikle bu yüzden tüm tarım sisteminde gerekli alt üst oluşu gerçekleştirebilmek için gereksindiği maddi kaynakları sunacak olan Batı Avrupa'da muzaffer bir proletarya devrimi başarıldığı takdirde olabilir."
Demek ki, “kapitalist olmayan yol”, ileri kapitalist ülkelerde proletarya devriminin muzaffer olması halinde, henüz kapitalizme girmemiş ya da henüz kıyısından bulaşmış halklar için söz konusu edilebilir. Eğer birinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyal demokrasinin ihaneti yüzünden devrim başarısızlığa uğramasaydı, Asya ve Afrika'da bir çok toplum, ilkel komün veya derebeylik aşamasından, kapitalist olamayan bir yoldan sosyalizme geçebilirdi.
Ancak somut tarihte bu mümkün olmadı, ya da çok sınırlı olarak olabildi. Rus proletaryası, bir bakıma, batı Avrupa proletaryasının Rus köylüleri karşısındaki konumuna benzer bir konumu, en azından çarlık Rusya'sının egemenliği altındaki Orta Asya halkları karşısında aldı. Bu çerçevede, Çarlık Rusya'sı sınırları içinde henüz kapitalist ilişkilere girmemiş kimi halklar, kapitalist olmayan yoldan "sosyalizme" geçiş olanağı buldular. (Ne var ki, geçtikleri sosyalizm değildi.) Kapitalist olmayan yoldan, gerçekleşmiş bir şey olarak bu anlamda söz edilebilir. Ama bugün bütün emperyalist ülkelerde proletarya muzaffer olsa bile – belki tropik ormanlarda yaşayan bazı ilkel topluluklar haricinde – en geri ülkelere bile kapitalizm girdiği, modern sınıflar ortaya çıktığı için, kapitalist olmayan bir yoldan söz edilemez. Bundan ancak kaçırılmış bir olanak olarak söz edilebilir artık.
Bugün Sovyet teorisyenleri bu kavramı, tüm tarihsel ve somut içeriğinden soyutlanmış olarak, politik ilişkileri Marksizm lafzı çerçevesinde rasyonalleştirmeye yarayan bir kavram olarak kullanmaktadırlar. Sovyet teorisyenlerine göre, bir Cezayir, Suriye, Irak, Nasır dönemi Mısırı'ı, Gana hatta Hindistan bile “kapitalist olmayan yol”dadır. Tabii bu kullanımda, cılız burjuvazinin Bonapartist diktatörlükler ardına gizlendiği ve Sovyetler'le tarafsızlık çerçevesinde iyi ilişkiler kuran bütün ülkeleri kapsamaktadır bu kavram.
Ne var ki, 1969'larda, ne kısaca yukarıda özetlenen Marksist içeriği ne de Sovyetler'in ona yüklediği gerçek anlamı biliniyordu bu kavramın bizlerce. Hatta o zamanlar, Stalinci mekanik ilkel, köleci, feodal... deli gömleği içindeki bizler, bu kavramı nereye koyacağımızı bile bilmiyorduk. Kavrama yüklediğimiz anlam bambaşkaydı. O zamanlar bizlere göre, Brazeville Kongosu gibi, henüz işçi sınıfının oluşmadığı ülkelerde bu görevi aydınlar üstlenip darbe yoluyla iktidara gelip ülkeyi sosyalizme götürebilirlerdi. Ve bu da kapitalist olmayan yol olurdu. Ve yine Sovyetler'in kapitalist olmayan yoldan yana olduğunu – ki bu da Irak, Suriye gibi cunta yoluyla devrim demekti – buna karşılık Çin'in ise demokratik devrimden yana olduğunu – ki bu da Halk savaşı yoluyla devrim demekti – düşünüyorduk. Her iki taraf da meseleyi böyle anlıyordu.
Hemen anlaşılacağı gibi, gerçekte, hiç bir bilimsel değeri olmayan ve kanıtlanmaya muhtaç önermeler herkesin çıkarsamalarının dayandığı temeli oluşturuyordu. Bu kavrayış içinde Beyaz Aydınlık'ın "İşçi Sınıfının Objektif Şartları Yoktur" demesinin somut anlamı, "kapitalist olmayan yol geçerlidir", bu da "cuntacıların (Yöncülerin) görevidir bu günkü devrimi yapmak", o halde bize düşen görev, Irak, Suriye KP'leri gibi onları ileriye itmektir anlamına geliyordu. Yani “halk savaşı” reddedilmiş oluyordu. Çünkü, Halk Savaşı, yine aynı kavrayışa göre, işçi sınıfı öncülüğünde olurdu.
Demek ki, tartışılan konu özünde yine mücadele biçimlerine ilişkin bir sorundu. Biz Beyaz Aydınlığın "İşçi sınıfının objektif şartları yoktur" önermesine karşı çıkarken, halk savaşı yoluyla devrimi, gerilla savaşını savunmuş oluyorduk. Keza karşı taraf da, aksini savunmak için bu önermeyi getiriyordu. Keza ittifak anlayışları da değişikti. Onlar bizi bir sol uç muhalefet durumuna düşürmek isterken, biz devrimin başını çekmek istiyorduk. TİP ve Yön arasındaki tartışma, bambaşka bir kavrayış ve kavramlar sistemi içinde bir bakıma yeniden tekrarlanıyordu. Yalnız roller bu sefer tersine dönmüştü. Burjuva sosyalizmi eğilimin temsil eden TİP "aşağıdancı" iken, aynı eğilimi taşıyan Beyaz Aydınlık "yukarıdancı" idi. Buna karşılık, küçük burjuva radikalizmini savunan Yön "yukarıdancı" iken, küçük burjuva sosyalistleri olan bizler "aşağıdancı" idik.
Aydınlık'ın bu gün vardığı yer kimseleri şaşırtmamalıdır. Bu eğilimler daha doğarken vardı onda. Ne var ki, hareketin hızlı yükselişi nedeniyle Mao'culuğa çark etti ve bir çok kişinin onun gerçek niteliğini kavraması zorlaştı. Onun reformist özünü görmeyen bir çok militan, başlangıçta Ak Aydınlık saflarında kaldıysa da, bu militanlar daha sonra kafalarındaki ile Aydınlığın politikasının uymadığını görünce, gecikmiş bir bölünme ile Beyaz aydınlık saflarından ayrılıp, gerilla savaşını savunmaya başladılar ve Çin-Arnavutluk bozuşmasından sonra, Üçüncü Enternasyonal'in "sol" "Üçüncü Dönem" politikasını savunan Enver Hoca'cılığa kadar vardılar. Bütün bu evrimleri, kökenlerindeki temel varsayımlara dayandığından, bunlar hala 1969-70'lerin problematiğini aşamadığından, türün kendi içindeki evrimine, atların at olarak evrimine girer.
*
Tam bu bölünme olmuş ve tartışmalar alevlenmişken, birçok militan arkadaşımız, peşpeşe vurulmaya ve tutuklanmaya başladı. Özellikle Taylan Özgür'ün ölümü bizleri çok etkilemiştir. İşte artık şehirlerde yaşama hakkı kalmamıştı, şehirleri kırdan kuşatmak için gerillaya başlamalıydık.
Üniversitelerdeki devrimci hareketin her militanı, bir süre sonra, üniversite hareketinin kabuğuna sığamaz olur. Giderek kendini tekrarlamaya başladığını sezer, küçük-burjuva ortamın yozluğu insanı boğar. Yeni öğretim yılı başlarken, bir yıl daha o boğucu ve yoz havayı solumaya hiç birimizin niyeti yoktu. Dağların özgür havası bizleri bekliyordu.
Sonra gericilerin, faşistlerin etkinliği büyük ölçüde kırılmış, hemen hemen bütün belli başlı üniversiteler devrimcilerin kontrolüne geçmişti. Yeniler de yetişmişti. Öğrenci taifesi her zaman olduğu gibi tabur tabur devrimci oluyor hem de keskinlikte zor günlerde işi başaranlardan bile ileri gidiyordu. Artık devrimcilik kolaydı. Giderek en yoz, en güce tapan unsurlar daha fazla devrimci oluyor, onların saçma sapan hareketleri, gerçekten iyi unsurları devrimcilikten soğutuyor uzak durmalarına neden oluyordu. Tersine seleksiyon başlamıştı.
Lenin Rus devriminden sonra Rusya'da benzer şeylerden söz eder. Namusluların uzak durduğundan, en kariyerist, en namussuz, korkak unsurların Parti ve Devlet cihazına yamandığından yakınır. Üniversitelerin küçük burjuva ortamında devrimcilerin sağladığı üstünlük, bir bakıma Bolşeviklerin Rusya'da başına gelenlerin minyatürüne yol açıyordu. Bu gidişi sezişimiz bizleri daha da kamçılıyordu bir an önce gerillayı başlatmak için. Yazın Filistin'e giden bazı arkadaşlar aracılığıyla, Fedai hareketiyle ilk bağlantılar kurulmuş, yollar öğrenilmişti. Halk savaşına bir an önce başlamak gerektiğine göre, yapılacak iş, Filistin'e gitmek, silah kullanmayı, savaş sanatını, gerilla savaşı taktiklerini öğrenmekti. Orada Parti'yi de kurar, alacağımız silahlarla Güney'den girer, Amerikan üslerini vura vura ilerler ve halk savaşını başlatırdık... Böylece devrimci militanların, Filistin'e doğru büyük göç dalgası başladı. Biz de bu göçte yer alanlardandık.
Çoğu ilk siyasi tecrübelerini TİP'te edinmiş; daha sonra üniversite işgallleri ve anti-emperyalist gösterilerde çalışmış; bu arada MDD'ci olmuş Dev-Genç'in çekirdeğini oluşturan devrimci militanlar hemen hemen aynı tecrübelerden geçtiler ama çıkardıkları sonuçlar çok farklı oldu. Filistin tecrübesinden çıkardığımız sonuçlar, önceki birikim nedeniyle diğer bir çok arkadaştan farklı oldu.
Filistin'de, hiç de bizim gibi öğrenci hareketi serlerinde büyümemiş; daha çaplı mücadelelerden, işkencelerden geçmiş; iyi kötü bir parti disiplini, eğitimi edinmiş, örnek kişilikte ve yoldaş adına gerçekten layık çeşitli Arap ülkelerinden gelmiş komünistler gördük. Onların örnek ve disiplinli tavırları bizi çok etkiledi, hayranlığımızı kazandı. Onlar bize bu mücadelenin uzun olduğunu, sabır ve direnç gerektirdiğini; ülkemizdeki güçlü proletaryayı boşlamamız gerektiğini söylüyorlardı. Ve bu sözler onların örnek davranışlarında daha büyük bir ağırlık kazanıyordu.
Bütün bunlar daha önce yapı işçileri arasındaki çalışma sırasında edindiğimiz izlenimlerle birleşince, yolumuzun doğruluğu konusunda kuşkularımızın artmasına yol açıyordu. Hele orada bir çok klasiği düşüne düşüne  okuma olanağı buldukça Rus Narodniklerinden pek farkımız bulunmadığını sezmeye başlıyorduk. Ne var ki, gerillacılık öğretisiyle kopuşmamız, bambaşka bir yoldan oldu.
O zamanki anlayışımıza göre, sovyetler revizyonistti. Ama bizler bu sonuca Sovyetlerin derin bir çözümlemesiyle varmamıştık. Sovyetler emperyalizme karşı verilen halk savaşlarına yardım etmediği, buna karşılık "kapitalist olmayan yolu" savunduğu için Revizyonistti.. Ve Sovyetlerin devrimden yıllar sonra böyle revizyonist olmasının nedeni –yine o zamanki anlayışımıza göre – "kültür devrimi"ni yapmamış olmasıydı... Çin ise hem "Kültür devrimi"ni yapıyor, hem de halk savaşını savunuyordu... onun için de devrimciydi.
Filistin'de bu bilgilerimizle çelişen garip bir olguyla karşılaştık. Orada elimizdeki silahların çoğu Sovyet silahlarıydı. Sovyetler Filistinlilere silah veriyordu. Buna karşılık Çin, silah vermek için Sovyetler'e karşı tavır alınması koşulunu öne sürüyor ve pek bir şey de vermiyordu.
İkinci sarsıcı gözlem şu oldu: Çin "kültür devrimi"ne ilişkin gazete haberlerini okurken Mao'nun tanrılaştırılması; Mao'nun sözleri okununca İneğin fazla süt vermesi; Beethoven'in yakılması gibi olaylar kafamızda soru işaretleri doğmasına sebep oluyordu. Ama bunların emperyalistlerin karşı propagandası ve yalan olduğunu; olabilecek bazı aşırılıkların abartıldığını düşünüyorduk. Her zaman kraldan daha fazla kıralcı birileri çıkardı... Orada bol miktardaki Çin propaganda yayınlarını okuyunca, işin hiç de sandığımız gibi olmadığını gördük. İnsanlığın tüm kültür birikimi inkar ediliyordu. Biz ise "kültür devrimi" derken, kültür birikiminin diyalektik bir inkarını, aşılmasını düşünüyorduk.
Üçüncü Gözlem de eski görüşlerimize "ölüm vuruşu" oldu. Orada Çin ve Sovyet temsilciliklerine gitmiştik, özellikle ustaların eserlerini istemek için. Bizin anlayışımıza göre, bir sosyalist ülkenin temsilciliklerinde, ustaların eserleri her isteyene çok ucuza ya da parasız verilmeli ve bolca bulunmalıydı. Çin temsilciliğinde Mao'nun seçmeleri, Lin Piao'nun kitabı ve Mao rozetlerinden başka bir şey yoktu. Sonra hayretle şunu da gördük: daha önce gazetelerden Çin'de rütbelerin kalktığını falan okumuş, herkesin aynı şekilde giyindiği resimleri görmüştük. Evet hepsi aynı tipte giyiniyorlardı ama, kapıcı ile memurun elbiselerinin kaliteleri, hiç de Türkiye'deki kapıcı ile memurun elbiselerinin kalitesinden farklı değildi. Hele memurlar tam bürokrattılar. En küçük bir devrimci heyecan görememiştik. Çin temsilciliğinde, daha önce Sovyet temsilciliğine  de uğradığımızı söylediğimizde, karşımızdaki irkilmiş ve düşmanca, kuşkucu bir tavır almıştı. Buna karşılık Sovyet temsilciliğinde, Çin temsilciliğine de gittiğimizi söyleyince, kendinden emin bir şekilde gülmüş, herhangi bir olumsuz tepki göstermemişlerdi. Bütün bu gözlemler teorimizle çelişiyordu ve şimdi artık kafamızda yeni bir teori şekilleniyordu. Bu teori şöyle özetlenebilir:
Çin 700 milyonluk bir köylü okyanusu. Mao da Marksizm-Leninizm'i tam da köylülerin dar kafasına uygun hale getirmiş. Mao bir usta değil, aksine Marksizmi basitleştirip, bayağılaştırmış. En iyi olasılıkla popülarize etmiş. Demek bizin Mao'yu kendimize daha yakın hissetmemiz de kendi küçük burjuvalığımızdan kaynaklanıyor. Mao'nun köylü kafası, bizim Narodnizme benzer küçük burjuva sosyalizmimize tam da uygun düşüyor. Anlaşılan Çin'in tezleri de küçük burjuva karakterde. Bizim gerillacılık ile dünyanın kırlardan kuşatılması teorisi, aynı küçük burjuva köylü ideolojisinden kaynaklanıyor. "Kültür devrimi" de olsa olsa, köylülüğün ve üniversite aydınlarının proletaryaya karşı bir reaksiyonudur.
Sovyetler hakkında söylenenlere ise inanmamak gerekirdi. Hem burjuvazi, hem de Çin'de olduğu gibi, küçük burjuvazi, Sovyetler'i olduğundan başka gösteriyorlardı. Kendi gözlemlerimizle görmüştük ki, söylenenler doğru değildi. Hem Sovyetler'de proletarya ve kültür düzeyi daha gelişkin olduğuna göre, gerçek proletarya sosyalizminin Sovyetler'de olması olağan değil miydi? Demek Sovyetler revizyonist değil. Sonra, Avrupa gibi, işçi sınıfının örgütlü ve bilinçli olduğu ülkelerdeki Komünist partileri niye hep Sovyetler'i tutuyordu? Demek ki, gerçek proletarya sosyalizmini Çin değil, Sovyetler temsil ediyordu.
Evet, Sovyetler pek ihtilalci bir terminoloji kullanmıyor. Ama bu neyi kanıtlar? Sovyetler'de laf yok ama keskin iş var. Sonra Sovyetler'in sorumlulukları çok büyük. Ölçüp biçmeden davranması sorumsuzluk olur. Çin bile bu gün Sovyetler'e atıp tutabiliyorsa, bu, Sovyetler'in Emperyalizmi dengeleyen gücü sayesindedir.
Sovyetler bizim gibi narodnik gençler silah istese de vermese haksız mı? Bir kere bizim kendisini provakasyona getirmeyeceğimizi ne bilsin? Sonra, sen devrimini Sovyetler'den alacağın silahlara mı bağlıyorsun yoksa kendi işçi sınıfının gücüne mi? Sen hele kendini ispatla, bak Sovyetler nasıl yardım ediyor. İşte Vietnam, işte Filistin. Demek, Sovyetler'in Halk Savaşı'na karşı olduğu düşüncesi de yanlış.
O halde, biz de Narodnizm benzeri gerillacılık görüşlerini; kır-şehir gibi coğrafi kavramları sınıf kavramlarının yerine geçirmeyi bırakmalı, proletarya içinde uzun ve sabırlı bir mücadeleye girmeliyiz. Sonra, devrim bir proletarya partisi olmadan olmaz. Devrimin nasıl bir yol izleyeceğine; güdülecek taktiklere, sınıf mücadelesinin akışı içinde ancak parti karar verebilir. Şu halde ilk görev partiyi yaratmak. Peki Parti nasıl oluşacak? Bizler işçi sınıfı içine girip işçilerle kaynaşmalıyız; bilinçli işçiler yetiştirmeliyiz. Hem böylece kendi küçük burjuva pisliklerimizden de arınırız. Rusya'da ve her yerde Sosyalist Teori ve İşçi Sınıfı pratiği ayrı oldukça bir şey olmadı. İkisi birleşince o sentezden Parti doğdu. Demek, hedef: Proletarya!..
Filistin'e gerilla hayalleriyle gitmiştik, şimdi bir an önce Proletarya arasına girme özlemiyle dönüyorduk. Bu muhakkak ki, eski kavrayışımıza göre muazzam bir ilerlemeydi. TİP'te adaletsizliklerin nedeni olan sömürüyü öğrenmiş, bir sosyalizm idealiyle donanmış ve yerimizi ezilenlerin safında belirlemiştik. MDD'de Marksizm'i öğrenmeye başlamış, sosyalizme ulaşmak için demokratik devrim görevlerinin önemini kavramıştık; şimdi ise gerek sosyalizme ulaşmak, gerek demokratik devrimi başarmak için proletaryanın ve proletarya partisinin önemini kavrıyorduk. Bu dönemde ulaştığımız önermeler, hemen hemen on yıl boyunca tüm görüşlerimizin ve çalışmamızın eksenini oluşturmuştur. Bu eksen: proletaryayla kaynaşmak ve proletarya partisi oluşturmaktır. Ama nasıl başlangıçta, sosyalizme ulaşmak için eyleme girince işlerin hiç de kolay olmadığını; araya yepyeni sorunlar görevler girdiğini – ki proletarya ile kaynaşmak ve proletarya partisi yaratmak da bu sorun ve görevlerden biri idi – gördüysek, şimdi bu çok daha mütevizı görev için, eyleme girince yepyeni sorun ve görevler önümüze dikilecektir. Ve bu sorunlar tam on yılımızı alacaktır.
*
Tabii Filistin'e giden veya gitmeyen devrimci arkadaşlarımızın çoğu bu görüşlere varmadı. Gerilla anlayışına takılıp kaldılar ve o anlayış çerçevesinde bir evrim geçirdiler. Örnek olarak THKO zikredilebilir.
Dönerken Sovyetler'in revizyonist olmadığı sonucuna ulaşmış bulunuyorduk. Ama bu sonuçtan, "Kapitalist Olmayan Yol"un doğru olduğu gibi bir sonuca da ulaşmıyorduk. Çünkü bize göre, devrimi ancak proletarya, köylülüğü yanına alarak başarabilirdi. Dolayısıyla da şöyle düşünüyorduk: daha önceden sandığımız gibi, Sovyetler'in "Kapitalist Olmayan Yol" diye bir tezi yoktur, olsa olsa bunu Kongo gibi geri ülkeler için öneriyor olabilirler.
Bu noktada şöyle bir adım daha atıyor ve şöyle bir sonuca da ulaşıyorduk: devrimin nasıl yapılacağı konusunda önceden görüş belirlemek saçmadır. Ne Marks, ne Engels, ne de Lenin'de devrimin nasıl bir yol izlemesi gerektiğine dair bir tek satır göremeyiz. Bu skolastik bir anlayıştır. Esas sorun devrimin hangi sınıf güçleriyle, hangi sınıflara karşı, hangi tarihsel görevleri ele alarak yapılacağıdır. Bu sorunlar belirlendikten sonra, hangi mücadele biçiminin uygulanacağına mücadelenin akışı içinde parti karar verebilir... Yani artık kategorik olarak, devrim şu ya da bu yoldan olabilir demeyi reddediyor, yanlış buluyorduk. Dolayısıyla Marksizm’e uygun olarak da, Sovyetler'in şu veya bu yolu önermediğini düşünüyorduk.
Bu görüşümüzde bu gün de bir değişme yoktur. Önceden yaptığımız gibi, mücadele biçimlerine takılmak bizi devrimin temel sorunlarından uzaklaştırır. Bu sorun, mücadelenin akışı içinde somut koşullara göre ele alınabilecek taktik, ikincil bir sorundur.
IV. Enternasyonal'in 1978'deki kongresine sunulmak üzere E. Mandel'in taslak metnindeki şu önermeler doğrudur ve “Fidelist Akım” kadar, Türkiye'deki devrimcilerin de evrimlerini açıklar. Metinde “Fidelist akım” üzerine şunlar yazılıyor:
"Tarihsel olarak, şimdi Latin Amerika devrimci hareketinde Fidelist akımın doğuşunu, populizmden ilk, kısmi kopuş olarak değerlendirmek mümkün olmakta.  1960'ların ilk yıllarında Fidelist Akım Stalino-Populist "iki aşamalı" Latin Amerika devrim modelinden koptu ve özel olarak 2. Havana Deklarasyonu  ve Che'nin yazılarında görüldüğü haliyle, doğru olarak, Latin Amerika devriminin demokratik ve sosyalist görevlerinin iç içeliğini gördü. Böylelikle, Fidelist akım, "milli burjuvazinin emperyalizme ve oligarşiye karşı tarihsel bloku" Stalinist-Populist kavramına güçlü ama belirleyici olmayan bir darbe indirmiş oldu.
"Fakat Fidelist Hareket / Akım gitgide artan bir şekilde bilahlı mücadele, mücadelenin biçimine / sorunlarına takılıp öncelik verdikçe, sınıf mevzilenişi ve devrimci güçlerin sınıf içeriği sorunlarından uzaklaştı; sonuçta kapıdan kovduğunu bacadan içeri almış oldu: populist örgütlenmelerin (halk ordusu, halk partileri) mümkünlüğü, proletaryanın özgül ihtiyaçları ve sorunlarından kopuk olarak ve burjuva ordusu da içinde olmak üzere burjuvazinin "ilerici kesimleri" ile dönemsel ittifak stratejisine bağımlı biçimde ele alındı." (S.D.)
İşte, biz, devrimin görevleri, sınıf mevzilenmeleri gibi temel sorunları, önceden belirlenmiş şu veya bu mücadele biçimine bağlı olarak ele almayı kategorik olarak reddederek THKO, THKP-C ya da Fidelizm gibi akımların ya da merkezciliğin çıkmazından kurtulmuş oluyorduk. Ve bu kurtuluş, aynı zamanda, devrimci harekete egemen olan THKP-C, THKO gibi hareketlerin problematiğinden kopuş anlamına geldiğinden, bu hareketlerin militanlarıyla tartışmada ortak bir dil bulmak olanaksız hale geldi.
Örneğin, Sovyetlerin revizyonist olmadığını söylediğimizde, bize hemen eski anlayışla -  Sovyetleri revizyonist görmemek = Kapitalist olmayan yolu öngörmek = Cuntacılık = "işçi sınıfının objektif şartları yoktur" şeklinde düşünüyoruz diye değerlendirilip – cuntacı olarak damgalanıyorduk. Fakat aksine, işçi sınıfının öncülüğünü, devrimin işçi köylü ittifakıyla yapılabileceğini savunduğumuzu görünce, bu sefer de – yine aynı mücadele biçimi kabuğu içinde – "Sovyetik Ayaklanmacı" olarak damgalıyorlardı. Biz bu anlayışı kategorik olarak reddettiğimizi istediğimiz kadar söyleyelim, karşı tarafın yargısı o reddettiğimiz kategorilerin dışına çıkmadığından, sonuç değişmiyordu ve her tartışma taraflar için bambaşka anlam taşıyordu.
Sözü edilen anlam ayrılığını biraz açalım. 1970 Haziranında bizler üzerinde derin izler bırakan işçi olayları olmuştu. Biz bu olaylardan, devrimin ancak proletaryanın özgücüyle yapılabileceği; bu muazzam direnişin bir proletarya partisi önderliğinin yokluğu yüzünden ileri gidemediği ve bunun için de sosyalistlerin işçilerle kaynaşması ve bir proletarya partisi yaratması gerektiği sonucunu çıkarıyor; daha doğrusu önceden ulaştığımız bu sonuçların, 15-16 Haziran olaylarıyla doğruluğunun kanıtlandığını görüyorduk. Yani 15 – 16 Haziren olaylarından çıkardığımız sonuçlar, mücadele biçimlerine ilişkin değil; devrimde sınıfların mevzilenişi ve işçi sınıfının sübjektif koşullarının gelişim düzeyinin ortaya koyduğu görevlere ilişkindi.
Buna karşılık "Halk Savaşı"nı savunan arkadaşlar, aynı olaylardan, mücadele biçimi perspektifi içinde bambaşka sonuçlar çıkarıyorlardı. Bunlara göre, 15-16 Haziran olayları, Emperyalizmin şehirlere egemen olduğu; tek doğru yolun kırlardan şehirlerin kuşatılmasından geçtiği şeklindeki formüllerini doğruluyordu. Biz "sovyetik ayaklanma" gibi bir görüşü savunmadığımız halde, bize "sovyetik ayaklanma" yolunun yanlışlığının kanıtlandığını söyleyerek karşı çıkıyorlardı. Yani tam bir sağırlar diyalogu.
Biz ise, onların çıkardıkları sonuçları, devrimde sınıfların mevzilenmesi bakımından değerlendiriyor ve onların işçi sınıfının devrimin öz gücü olduğunu reddettiklerini söylüyorduk.
Bu dönemin belirleyici tartışması proletaryanın öz veya temel güç mü, öncü güç mü olacağı noktasında yoğunlaşmıştı. "Halk Savaşı"nı savunanlar, işçi sınıfının öncü, köylülüğün temel güç olduğunu söylüyorlardı. İşçi sınıfının öncülüğü de "ideolojik öncülük" anlaşılıyor ve fiilen koskoca proletarya sınıf mevzilenmesinin dışına çıkarılıyordu. Proletarya devrimin bir nesnesi olarak görülüyordu.
Buna karşılık biz, öncü Parti olabilir, temel güç işçi sınıfındır, köylülük yedek güçtür diyorduk. Ama "halk savaşı"nı savunanlara göre tüm bu uslamlamalar, şu veya bu mücadele biçimine teorik dayanak bulma çabası olduğundan, "İşçi sınıfı temel, köylülük yedek güçtür" demek, "Sovyetik Ayaklanma"yı savunmak anlamına geliyordu. THKP-C'nin teorik temelleri de bu tartışmalar içinde şekillenmiştir. THKP-C'nin ve ondan kaynaklanan hareketlerin sonraki evrimleri hep bu problematiğin sınırları içindedir; mücadele biçimleri kabuğunu kırıp aşamamıştır.
*
Biz görev olarak önümüze proletarya partisinin yaratılması ve işçi sınıfıyla kaynaşmayı koyunca, tüm pratik faaliyetimizin eksenini bu görevler oluşturuyordu. Biçim olarak aynı olsa bile faaliyetimizin içeriği değişmişti. Örneğin önceden, dağa çıktığımızda yararlı olacağını düşünerek işçilerle ilişki kurarken, şimdi işçileri eğitmek, siyasi bilinç vermek, işçilerle kaynaşmak amacıyla ilişki kuruyorduk.
Ne var ki, ilişki kurduğumuz yapı işçilerinin son derece geri bilinç ve örgütlenme düzeyi, ister istemez çabalarımızın tümünü ekonomik ajitasyon ve örgütlenmeye hasretmeyi gerektiriyor ve ancak böyle davranarak bazı somut başarılara ulaşılabiliyordu. Evet, bu gerekli bir görevdi ama bizde, bu görevin kendisini sosyalist faaliyetin kendisi olarak sanma eğilimi, fazla boy vermese de, egemen oluyordu. Yani bir ekonomizm eğilimi söz konusuydu. Bir eksiklik olduğunu bilsek de, fiilen çalışmalarımızda politik ajitasyon ikincil duruma düşüyordu. Neyse ki bu durum fazla sürmedi.
15-16 Haziran olaylarından sonraki aylar içinde, Hikmet Kıvılcımlı'nın raflarda tozlanan kitapları hızla okunmaya başladı. Peş peşe Oportunizm Nedir,  Halk savaşının Planları, Zortlama... gibi kitapları yayınlandı. Ulaştığımız tüm görüşlerin Kıvılcımlı tarafından çok daha mükemmel ve derin bir biçimde ifade edildiğini görünce, zaten kendiliğinden varmış olduğumuz görüşleri benimsedik ve devrimciler arasındaki argoda dendiği gibi "doktorcu" olduk.
Kıvılcımlı ne diyordu? Dedikleri kısaca şöyle özetlenebilir:

(Metin burada bitiyor.)

Dijitalizasyon Dolayısıyla Sonsöz

1980'lerin başında, Niğde Cezaevi'nde Kıvılcımlı'nın eleştirisine önsöz olarak yazılmaya başlanmış bu metin burada bitiyor. Bu metni bu kadarıyla dışarı çıkarabilmiştik. Zaten gerisini yazmaya da fırsat olmadı. Başka politik gelişmelerle ilgili acil olarak yazılması gerekenler ve Niğde'den aniden toplu halde Malatya E-Tipi Özel Cezaevi'ne sürgün, orada müşahade hücrelerinde geçen 15 aydan sonra tahliye; mevcutlu olarak askere gidiş, firar ve Avrupa'ya çıkış.
Bu yazı kendi teorik evrimim üzerinedir ama aynı zamanda bu evrimimin belli bir anını yansıtır. Bu dönem, Troçkist, daha doğrusu ve aslında aynı şey olan klasik Marksist mirası okuma ve öğrenme, bütün bildiklerimi bu yeni ışık altında gözden geçirme dönemimdir. Bir bakıma, teorik bakımdan hayatımın çok verimli bir döneminin sonlarına ait bir yazıdır.
Bu vesileyle, bundan sonraki teorik evrimim üzerinde çok kısa bir özet vermeyi deneyeyim.
Yuvarlak hesap, 1970 ile 80 arasının "doktorcu" dönemim olduğu söylenebilir. Bütün politik  ve teorik faaliyetimde aslında Kıvılcımlı'nın çelişkileri vardır. Bunlar çok açık o dönemde yazdığım yazılarda görülebilir. Kıvılcımlı'nın çelişkisini bir benzetmeyle anlatmayı deneyeyim.
Hegel'in sistemi ve metodu arasındaki çelişki gibidir bu. Bir yandan devrimci bir metot, diğer yandan tutucu bir sistem vardır. Devrimci olanlar, yani Marks ve Engels onun metoduna sahiplenmişler, sistemini eleştirmişlerdir. Tutucular ise tersine, sistemine sahiplenip metodunu iğdiş etmişlerdir. Kıvılcımlı'nın da durumu böyledir aşağı yukarı. Tıpkı Hegel'in Mantığının en soyut, en idealist gibi görünen bölümlerinin, Lenin'in de dikkati çektiği üzere, en devrimci bölümler olması gibi; Kıvılcımlı'nın da en devrimci yanı onun Tarih Tezi'nde ortaya çıkar, çağımıza ilişkin politik sorunlarda ise Sovyet görüşlerinin dışına çıkamaz.
Bu elbette onların kaba bir tekrarı değildir. Özellikle, yaratıcılığın ve diyalektik düşünüşün büyük önem kazandığı somut taktikler alanında bu tekrar ortaya çıkar. Tıpkı, Felsefe Defterleri ile Nisan Tezleri arasındaki bağ gibi bir bağdır bu. (Ergun Aydınoğlu'nun Kıvılcımlı'nın bu yanını güzel anlatan Albatros yazısını burada zikretmek gerekiyor. Ben ise, daha ziyade, Kıvılcımlı'nın metodolojik katkıları üzerinde yazılar yazdım. Bu anlamda, Ergun Aydınoğlu'nun ve benim Kıvılcımlı hakkında yazdıklarımızın birbirini tamamlayıcı bir niteliği vardır.) Ama işte bu ikisinin arasını resmi Sovyet tezleri doldurur.
Kıvılcımlı öyle bir devdi ve bizim  gerek Kıvılcımlı ve gerek Marksizm ve sosyalist hareketin tarihi hakkındaki bilgimiz öyle kısıtlıydı ki, bu bizim Kıvılcımlı'nın çelişkilerini görmemizi engelliyordu.
Doktorcu olmaktan çıkmam ve Troçkist olmam da bir bakıma, Doktorcu olmama benzer. Doktor'un o dönemde savunduğu görüşlere kendi başıma varmıştım. Öte yandan, birinci elden Çin kaynaklarını vs. okuduktan veya gördükten sonra Kır – şehir paradigmalarını aşabilmiştim.
Aynı şekilde, TKP çizgisindekilerin yayınladığı çeviri Sovyet dergilerini okumak ve onlarda hep yaratıcı fikirler arayıp bulamama sonunda bir bakıma Sovyetler'e ilişkin kafamda soru işaretleri oluşmaya başladı. Daha sonra Kıvılcımlı'nın anıları, anıların başında neredeyse, Suriye'de sosyalizm, Bulgaristan'da komünizm görürken, sonuna doğru, bürokrasiden, ve ölümü öncesindeki Troçki gibi Lenin'i Stalin'in öldürmüş olabileceğinden söz etmesi ve nihayet 1930'larda yazdığı Yol'un kısmen yayınlanması, bizi Kıvılcımlı'nın çelişkileri ve Sovyetler'de bir şeylerin yanlış olduğu düşüncesine getiriyordu. Ancak, teorik evrimimiz, bütünüyle başka bir pratik sorundan hareketlendi.
Yetmişli yıllarda Türkiye'de dünyanın en güçlü ve hızlı büyüyen faşist hareketlerinden biri vardı. Bu faşistlere karşı mücadelede elimizde Dimitrov'un kitabı ve Üçüncü Enternasyonal'in Birleşik Cephe stratejisinden başka bir şey bulunmuyordu. Fiilen yaptığımız öz savunmanın ise  bu teoride zerrece yeri yoktu.
Bu sorunla yüzleşmemiz, bizi Üçüncü Enternasyonal'in tarihi ve niye dağıtıldığı, bu da Ekim devriminden sonra olanlar konusunu gündeme getiriyordu. Bütün bu sorunlarda, yeni görüşlere ulaştığımızı düşünüyorduk. Bu haliyle görüşlerimiz Vatan Partisi ile Sosyalist Vatan Partisi'nin bölündüğü Kongre'ye sunulan "Komisyon Raporu" ve sonra hemen hemen bütün yazılarını adeta bizim cezaevinden yazdığımız Sosyalist gazetelerinde görülebilir.
Fakat bir süre sonra, yeni bulduğumuzu sandığımız görüşlerin, yıllarca "Troçkist" denenler tarafından savunulduğunu, Troçki'nin birbirinden ayrılmaz üç olayı, geri bir ülkede sosyalist devrim, Sovyetler'in yozlaşması ve faşizmin zaferini, açıklayan tek Marksist ve tutarlı teoriyi ortaya koyduğunu ve bütün gelişmeleri ve dolayısıyla kendisinin ve Marksizm'in kaderini adeta öngördüğünü görünce, Troçkist geleneğin, klasik Marksizm'in tek tutarlı ve yaratıcı savunusu olduğunu anladıkça bana "Troçkist" denmesinde bir mahzur görmedim ve bu geleneğe katıldım.
Elbette ilk dönemde, Kıvılcımlı'yı özellikle politik tavır alışları bakımından eleştirmek benim için çok önemliydi ve bu yazı da zaten böyle bir çalışmaya önsöz olarak düşünülmüştü. Ama hiç bir zaman, Kıvılcımlı'nın, yönteminden şüpheye düşmediğimi, aksine Troçkist gelenekle Kıvılcımlı'nın birbirini bilmeden tamamladığını o zaman da düşündüğümü belirtmeliyim.
Aslında, Kıvılcımlı yaşasaydı, onun yapabileceği veya yapmak zorunda kalacağı kendi çelişkisini çözmeyi aradan on yıl gecikmeyle yapmaktı yaptığım. Kıvılcımlı'nın anıları, bu çelişkiyle yüzleşmenin eşiğine geldiğini çok açık olarak gösterir. Bizim on yılımız bir bakıma Kıvılcımlı'yı anlama ve öğrenme çabasıyla geçti, onun anladığımız an, onun çelişkileriyle karşılaştık ve onu devrimci özünü olarak aştık.
Diğer doktorcuların hepsi onun sistemine takıldılar. Bir kısmı ise, onu iyice bir tarikat pirine dönüştürdü. Bizim yaptığımız, Genç Hegelciler içinde Marks ve Engels'in yaptıklarına benzer, onun devrimci özünü alıp geliştirmek. Ve nasıl Marks ve Engels, Hegel'e olan borçlarını her zaman şükranla anmışlar ve onu cüceler karşısında savunmuşlarsa bizim de Kıvılcımlı'ya karşı yaklaşımımız öyle olmuştur.
Malatya'da okuma ve tartışma olanakları adeta yoktu. Dolayısıyla o dönem ölü bir dönem sayılabilir. Çıkınca tek yol Avrupa'ya çıkmaktı. İki yıl askerlik, birkaç yıl sürgün cezalarım vardı ve ayrıca Kenan Evren'e ve bir gardiyana hakaretten iki davam devam ediyordu. Ama en önemlisi, dünya sosyalist hareketini birinci el kaynaklardan öğrenmek büyük önem taşıyordu. Bizler hep Taşralı ve Türkiye'li olmuştuk. Ekim Devrimi sonrasının mücadeleleri hakkında, bunların dersleri hakkında hiç bir şey bilmiyorduk. Ulusal dar görüşlülük belirliyordu dünyamızı. Özellikle Marks, Engels, Lenin, Lüksemburg'lar döneminin  enternasyonalist, kozmopolit (milliyetçiler bunu bir hakaret olarak anlarlar, Mark ve Engels ise Kozmopolit olmayla övünürlerdi) geleneğini sürdüren Dördüncü Enternasyonal (ki tek Enternasyonal'in bu olması da bir rastlantı değildi) geleneği ile tanıştıkça, bunun bilincine daha fazla varıyorduk. Bu nedenle, Avrupa'ya çıkıp, uluslar arası standartlarla karşılaşmak, onları tanımak, bilmek de büyük bir önem taşıyordu. Eh Fransa hep devrimin ülkesi olmamış mıydı? Çıkınca da Fransa'yı seçtik. Yine o taşralılığımız nedeniyle bilmiyorduk ki, Fransa artık dünya gericiliğinin ideolojik kalesi olmuştu.
Bundan sonraki on yıl da, 1990'lara kadar Troçkist  olduğum dönemdir diyebilirim. Bu dönemde, bulunduğum ülkelerde, o ülkelerin politikasıyla, daha ziyade Avrupa çapındaki politikalarla ilgili olarak ırkçı baskıya karşı, siyahlar (veya göçmenler) hareketi içinde sosyalist ve işçi bir kanatın oluşması, bunun teorik, programatik, stratejik temelleri gibi sorunlar politik faaliyetimin merkezinde oldu. Tabii dil gibi müthiş bir engel vardı ve bu nedenle hiç bir zaman yeterince etkili olduğumu ve alınabilecekleri yeterince alabildiğimi söyleyemem.
Ama buna rağmen, nasıl önceden hep ayrıksı bir “Doktorcu” idiysem, ayrıksı bir “Troçkist” oldum. Özellikle ilgi alanımın merkezinde, "Yeni Sosyal Hareketler" denen hareketlerin, yani siyah, kadın, ekoloji, barış hareketlerinin literatürü vardı ve bu hareketlerin niye var olduğu başlıca teorik sorunum oldu. Bunların varlığını açıklayan iç tutarlılığı olan bir teori, hem de Marksizm'in niye bu hareketler karşısında kör kaldığını da açıklamalıydı. Tabii bu hareketler ayrıca, iyimser tarih anlayışıyla da bir yüzleşmeyi gerektiriyordu. Bu noktada Frankfurt Okulu ile karşılaşmam, Kıvılcımlı ve Troçki'den sonra teorik evrimimdeki üçüncü büyük olaydır.
Bu üç geleneğin, birbirinden habersizce birbirini tamamladığını görmemek elde değildir. Bir bakıma, Fransız sosyalizmi, İngiliz Ekonomi Politiği, Alman Felsefesi gibi, geleceğin Marksizm'inin üç kaynağı bulunmaktadır bu geleneklerde. Bunlara yeni sosyal hareketlerin katkıları da eklenebilir. Onlar da sanki, bu teorik inşanın diğer yanlarını yapmıştırlar.
Kendime, bütün bu farklı teorileri, bir tek "birleşik alanlar kuramı" gibi bir bütünsel sistem içinde toparlama, onların birbirini tamamladığını gösterme gibi devasa bir teorik görev koydum.
Ama bu muazzam görevi yapabilecek, kültürel arka planım yok. Bir kaç dile iyice egemen olmadan böyle bir görevin altından kalkılamaz. Öte yandan bu yönde motive edici bir entelektüel ortam, teorik tartışmalar ve toplumsal bir hareket de yok. Ve nihayet böyle devasa bir görevi yapacak zamanım ve gücüm de yok. Artık yaşlıyım. Bu nedenle, bir panik duygusu içinde, ölmeden önce, giderayak, ulaştığım sonuçları, ilerde bu konuda çalışanlara bir ip ucu, bir ilham vermek için alel acele yazmak, mezara götürmemek kaygısı belirler yazılarımı.
Hiç bir zaman başaramayacağım o birleşik teoriyle ilgili olarak sadece sadece diyeceğim, "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi" kavramının bu bütünlüğün köşe taşıdı olduğudur. Bu gerçek tarihsel hareketin incelenmesi hem bu teorik katkıların senteziyle mümkün olabilir hem de bizzat bunların birbirini tamamladığını gösterebilir. Tutarlı Marksist teoriler, sadece olayları değil aynı zamanda daima kendilerini, doğuşlarını ve kaderlerini de açıklayıcıdırlar.
Yine yuvarlak hesap, on yıl, 80 – 90 arası, "Troçkist" dönemimdir diyebilirim. 90'lı yılların başından beri ise, kendimi Troçkist olarak tanımlamıyorum. Troçki'nin görüşlerinin yanlış olduğunu düşündüğümden değil. Aksine, Troçki'nin teorik katkısı olmadan, Troçkist geleneğin teorik katkıları bilinmeden yirminci yüzyılın tarihinin anlaşılamayacağını, dolayısıyla yaşadığımız anın anlaşılamayacağını düşünüyorum. Bu geleneğin, toplumsal hareketlerin deneylerinin sistemleştirilmesi; eleştirel ve devrimci Marksizm'in geleneğinin yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması bakımından paha biçilmez bir görev gördüğü kanısındayım. Ama Troçki'nin tartıştığı sorunlarla bu günün sosyalistlerinin kendilerini tanımlayamayacağını düşünüyorum.
Geleceğin sosyalisti için, Troçki'nin, Sürekli devrim veya Bürokrasi veya Sovyetler'deki karşı devrim konusundaki görüşleri  kendiliğinden kabul görecektir. Ama bununla kendini tanımlamayacaktır. Örneğin Tek Ülkede Sosyalizm olmadığını ve olamayacağını tarih acı biçimde kanıtladı. Artık bu önermeyi kabul etmenin bir anlamı olmayacaktır. Halbuki, bir zamanlar ve o zamanın ürünü hala yaşayan bazı sosyalistler için, bu problem hayati önemdeydi ve buna verilen cevaplar belirliyordu tüm politik duruşları.
Bu anlamda ne "doktorcu" ne "troçkist" ne de başka bir şeyim. Teorik ve politik faaliyetimin ekseninde, gelecek kuşaklara sosyalizm için bazı gelenekleri aktarma ve bir örnek oluşturma çabasından başka bir şey yok diyebilirim. Son on yılda özellikle birbiriyle son derece bağlı, ve aynı zamanda Kıvılcımlı, Troçki, Frankfurt Okulu ve Yeni Sosyal Hareketler'in teorik katkılarıyla da uyumlu bazı programatik ve stratejik bakımdan önemli yeni görüşler geliştirmiş bulunuyorum.
Birincisi, umutsuzluktan hareket etme gereği. Bütün veriler, insanlığın yaşamayacağı yönünde. Sadece şimdiki değil, bütün tarih de bu yönde kanıtlarla dolu. Bu durumda sosyalizm için mücadele, küçük bir olasılık uğruna adeta umutsuz bir mücadeledir. Sosyalistlerin hareket noktası bu olmalıdır. Ama tarih bir çok olasılıklardan biri olduğu için, hiç bir şeyin garantisi olmadığı için, tam da o küçük olasılık nedeniyle bir umut vardır. Aslında, son astronomi ve biyoloji tarihi verileri, insanın bizzat bu varoluşunun küçük bir olasılık olduğunu kanıtlıyor. Dinasorları yok eden göktaşı olmasaydı (ki benzeri bir kaç tane var canlıların evriminde) bu gün insanlık olmayacaktı. “İnsan bir tesadüf”tür.
Eski kuşak sosyalistler eski alışkanlıklarıyla, hep umuda övgü düzmekle meşguller. Geleceğin sosyalistinin hareket noktası ancak umutsuzluk olabilir. O tam da umutsuz durum nedeniyle mücadele edecektir. Farkına varılmayan, bu yaklaşımın, nasıl radikal ve devrimci bir potansiyel taşıdığı, her türlü çürük uzlaşmayı ve geri dönüşü adeta olanaksız kıldığıdır.
Bir diğer görüş, insanlığın bu gün bir Apartheit rejimi altında yaşadığı, faşizmin bir tehlike değil gerçek olduğu. Sadece beyaz adamın bakışı ve Ulusları normal kabul edip onun dışında başka bir varoluşu düşünme yeteneği yitirildiği için bunun görülemediği. Dolayısıyla ulusçuluğun, en toleranslı, esnek biçimleriyle bile ırkçılığın aracı olduğu.
Tabii buna bağlı olarak, seksenli yıllarda Gellner, Hobsbawm, Anderson gibi araştırmacılarla temelleri atılmış ulus teorisine dayanarak, bundan çıkardığım programatik sonuç. Geleceğin sosyalist hareketi ancak bu sonuca dayanarak programını koyabilir: ulusal olanla politik olanın bağını koparmak. Bu masum cümlenin anlamı ve devrimci, uzlaşmaz niteliği çoğu kez anlaşılmıyor. Bu aynı zamanda, yer yüzü ölçüsündeki Apartheit'e de bir cevaptır.
Keza, dünya tarihsel yenilginin sonuçları, yeryüzü ölçüsündeki işçi sınıfının bölünmüşlüğü ile birleşince, çeşitli ülkelerde devrimci kabarışlarda işçi sınıfının izleyeceği yol ve oynayacağı rolün niteliği değişiyor. Burada, Troçki'nin teorisine anıştırma olarak ifade ettiğim, "Süreksiz Devrim" diye isim verdiğim teori gündeme geliyor. Yani, burjuvazinin korkaklığı ve devrimin dinamikleri işçi sınıfını iktidara getirebilir. Ama işçi sınıfı, ya bir ölüm parendesi atmak, yani ulusal olanla politik olanın bağını koparmak, bütün uluslardan insanlara ulusal devletleri yıkma çağrısı yapmak zorundadır ya da kendini demokratik görevlerle sınırlamak. Yani kapitalizm için ideal şartlar. Hatta işçi iktidarı altında kapitalizm denebilir buna. Bir zamanlar İsveç ve Avustralya'da olduğu, Pavrus Efendi'nin öngördüğü türden. Muhtemelen Türkiye'deki gelişme de böyle olacak.
Bu ise Türkiye'nin bölgesel bir alt güç olması, Osmanlı, Bizans uygarlık bölgesinin tekrar toparlanması, Fatih'in yaptığının kapitalizm şartlarında yapılması demektir. Yani demokrasi mücadelesini desteklemek, artık sosyalizme değil, en azından Türkiye gibi ülkelerde, bir alt emperyalist, gelişmiş, beyazlar arasına katılmış bir ülkeye hizmet etmek demektir. O halde ne yapmak gerekir? Böyle diye demokrasi mücadelesi desteklenmeyecek mi?
Bizim buna cevabımız, destekleyeceğiz, ama yaptığımızın buna hizmet edeceğini de söyleyeceğiz ve insanları bir adım daha atmaya çağıracağızdır. Son bir iki yıllık politik faaliyetimin özü de bunu çeşitli biçimlerde tekrar tekrar anlatmaktan ibarettir. Gelecek kuşaklara bu politikanın uygulanabilir tek sosyalist politika olduğunu göstermek ve en azından bir deney sunmaktır.
Böylece, bu yirmi yıl önce yazılmış yazıyı bilgisayara geçirdiğimizde, arada geçen yirmi yılda görüşlerimizin evrimi hakkında özetin özeti bir bilgi vermiş oluyoruz.
Yazının başında da değinildiği gibi, bu teorik evrimimiz, bir binayı yıkıp yerine başka bir bina yapmamaktadır, bu bir tepeye tırmanmaya benzemektedir. Hareket noktamız hep aynı: yeryüzünden sömürü ve eşitsizliği yok etmek. Çalışan ve hep altta aşağılanmış kalan insanların , tüm toplumu sırtında taşıyanların kaderlerini ellerine alması, bunun ne egemen sınıfların ne de kar ve pazarın egemenliğinde olmaması. Hep sorun bunun nasıl başarılacağında. Bu mücadeleye ilk başladığımızda geometrik diziyle büyüyüp bir kaç yılda başaracağımızı sanıyorduk, şimdi ise çok uzak bir gelecekte küçük bir olasılıktan başka bir şey değil. Ama o ilk gençlik günlerimden daha az heyecanlı olduğumu söyleyemem.
04 Nisan 2001 Çarşamba




[1] Burada kastedilen “Kıvılcımlı’nın Anlayamadıkları” adlı kısa Kıvılcımlı eleştirisidir. Almanya’da çıkan Yol – Der Weg adlı dergide yayınlandı. Şimdi “Kıvılcımlı Üzerine Yazılar” başlıklı derlememizde bulunabilir. İnternetten indirmek için: https://yadi.sk/i/Y7MvdI4VdYtAp
[2] Kastedilen Hikmet Kıvılcımlı’nın “27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi” adlı kitaptır.

Hiç yorum yok: