5 Kasım 2014 Çarşamba

Rojava’yı İşgal İçin Halep Bahanesi

Bu hükümet ve Erdoğan, bir punduna getirip Rojava’yı işgal etme hevesinden ve niyetinden vazgeçmiş değil.
Önceleri Kobani düşsün diye bekliyor, Kobani düşünce de, kamuoyunda oluşacak infial ve tepkiyi ve bunun oluşturacağı baskıyı kullanarak, IŞİD tehlikesini bahane ederek fiilen Rojava kantonlarını “Güvenli Bölge” adı altında işgal etmeyi; böylece Koalisyon’un desteğini almayı planlıyordu.
Kobani’nin direnişi ve sokaklara çıkan yığınlar bu oyunu bozdu.
Bunun üzerine ikinci savunma hattına çekildi.
Ve sonunda Barzani’nin aracılığıyla silah yardımına göz yummak zorunda kaldı.
Artık Kobani’de savaşanlar yeni gelen silahlarla IŞİD karşısında üstünlük kurarken ve muhtemelen bir süre sonra IŞİD Kobani’den çekilecekken Kobani’nin düşmesi artık zayıf ve uzak bir ihtimal.

Ama bir süre sonra IŞİD'in çekilmesi veya Kobani çevresinde bir yenilgiye uğraması karşısında, böyle bir zaferin sağlayacağı prestijle YPG’ye karşı bir harekât da mümkün olmayabilir ve Koalisyon güçleri, bu disiplinli harekete doğrudan bir destek vermeye başlayabilir. O zaman artık Erdoğan’ın tecrit durumu zirve yapar ve bu onun iktidarının yıkımı bile olabilir.
Erdoğan ise yolsuzlukları ve bizzat AKP saflarında bile artan memnuniyetsizlikleri bastırabilmek, mahkemeye çıkmamak için, bugünkü siyasi ve ekonomik gücünü; buna bağlı olarak hukuki dokunulmazlığını, bunun için de iktidarını korumak zorundadır. Erdoğan için, herhangi bir şekilde bir başka politik biçim mümkün değildir. Ya hapishane ve Yüce Divan ya da İktidar, hem de en yoğunlaşmış biçimiyle iktidar.
Ama bu iktidarını korumak ve sürdürmek için hareket alanı sürekli daralmaktadır. Sadece uluslar arası ve iç politika alanında değil, ekonomik olarak da.
Karşı durulmaz bir biçimde adım adım gelen ekonomik durgunluk veya kriz ki muhtemelen İnşaat sektöründe başlayacaktır, bir süre sonra destekleyenlerin azalmasına veya hayırhah durumda ses çıkarmayanların seslerini çıkarmasına yol açacaktır. Artık gelirlerin arttığı ve artacak bir gelir beklentisiyle harcamaların yüksek tutulduğu böylece iç piyasada belli bir talep yüksekliğinin sağlandığı dönemler bitmektedir. Talep daralacak, daralan talepler işsizliğe yal açacak; bu da tekrar talep daralmasına yol açacaktır.
Diplomatik, politik, ekonomik ve hukuki olarak böylesine sıkışan bir iktidarın yapabileceği tek şey, binlerce yıldır bütün egemenlerin denediği olacaktır: bir dış tehlike bahanesiyle tüm tepkileri bastırmak, dışa yöneltmek ve arkasında toplamak.
Ama bütün tarih de aynı zamanda bu hesabı yapanların sadece daha kısa ve sert düşüşlerden kurtulamadığını da göstermektedir.
Erdoğan, en küçük bir zaaf ve zayıflık gösterisinin veya politik dönüşün aynı zamanda kendisini koruyan desteği zayıflatacağını ve sonunu getireceğini bilmektedir.
Bu nedenle, giderek daha saldırgan olmak zorundadır ve saldırganlaştıkça da daha çok tecrit olacaktır.
Aslında görünüşteki bütün gücüne rağmen çok güçsüzdür ve bütün gücünü hepsi de hukuksuz bir şekilde elde edilmiş ekonomik gücünden; siyasi gücü elinde bulundurarak yaptığı hukuksuzluklardan ve dağıttığı arpalıklardan almaktadır.
İstanbul’un yağmasının bile ardında, yeni rant alanları yaratıp, oraları destekçilerine peşkeş çekerek, onların desteğini sürdürme kaygısı vardır. Üsküdar belediye başkanı, cami yapılırsa ev ve arazilerinizin değeri artar derken tam da bu konuşulmayan ama gerçek nedeni ağzından kaçırmış bulunuyordu.
Bu mekanizmayla ve ilişkilerle, bugün neredeyse bütün Türkiye (hatta bütün Ortadoğu) Erdoğan’ın elinde bir rehine durumundadır. O kendini korumak ve kurtarmak için, tüm ülkeyi ve bölgeyi ateşe atmaya; hatta bu bölge dünyanın en kritik yerlerinden biri olduğu ve dünya çapındaki güçlerin çatışması söz konusu olduğu için tüm dünyayı bir savaşa itmeye hazırdır.
Kobani hesabı tutmayınca bir geri mevzie çekilerek aynı hedefe yönelik yeni bahaneler aramaya başladı. Şimdi de bahaneyi Halep’te buldu. Halep’i Esad’ın güçleri kuşatırsa, milyonlarca mülteci gelebilirmiş, o halde Suriye toprakları üzerinde bu mültecileri ağırlayacak şekilde, 36 Paralel üstünü güvenli bölge yapmak gerekirmiş. (36. Paralel de Halep’in hemen güneyinden geçiyor.)
Bu planın hükümetin ve devletin dehlizlerinde epeydir oluşturulup pişirildiği, Murat Yetkin’in bir süredir Halep’e dikkati çeken yazılarından anlaşılıyordu.
Fransa dönüşü Erdoğan daha direk söyledi:
"Kobani’yi bir yana bırakın, Halep tehdit altında. Kuzey Suriye’nin kalbidir Halep ve ne yazık ki orada koca bir tarih yok olmak üzere. PYD ancak 90 savaşçı peşmerge kabul etti. Dert burayı PYD’nin dışındaki bir güce kaptırmamak. Tek hedef bu... Suriye’de şu anda Halep de tehlikede. Halep’i düşünmüyorlar ittifak güçleri, Kobani’yi düşünüyor. Yani orada varsa yoksa Halep’tir. Sureyi’nin kuzeyi dediğin zaman Halep’i anlarsın ama bunlar Halep’i bir kenara koymuşlar, varsa yoksa Kobani diyorlar. Kobani’dekiler zaten hepsi geldiler ve biz de kabul ettik. Kapıyı da kapatmadık. Ama Halep’te şu anda geniş bir tarih yok oluyor. İnsanlar yarın orada aynı durumla karşı karşıya kalacak ve şu anda onlar orada son mücadelelerini veriyor."
Bu konuda çıkarlarıyla da uyuştuğu için Fransa’nın da desteğini almışlardı. Tekrar bir umut doğmuştu Erdoğan için. Hesaplar Obama’nın seçimleri kaybedeceği üzerinden yapılmaya başlandı.
Obama seçimlerde kaybedecek gibi görülüyordu. Kaybederse hareketsiz kalacaktı ve bu durumda Cumhuriyetçi şahinlerin baskılarına fazla direnemezdi. Cumhuriyetçiler daha aktif bir politika izlenmesinden yanaydılar. Ama bu aktiflik bölge güçlerinin aktif olarak kullanılmasına dayanıyordu. O zaman bölgenin en büyük ve güçlü ordusundan başka hangi bölge gücü vardı ki? Yani Erdoğan’ın hesabı, Fransa’nın ve ABD’deki cumhuriyetçilerin desteğini alarak, Halep dâhil bütün kuzey Suriye’yi fiilen “güvenli Bölge” namı altında fiilen işgal etmektir. (36. Paralel Halep’in güneyinden geçiyor). Kendi emniyeti için nasıl devletin diğer olanaklarını ve karar mekanizmalarını kullanıyorduysa şimdi de Türk Ordusu’nu kendi iktidarını korumanın bir olarak kullanma hesabındadır.
Bu plan gerçekten bir dünya savaşına bile yol açabilecek bir plandır. Çünkü ne olursa olsun Suriye hala bağımsız bir devlettir ve (ABD ve Çin, Rusya, İran) arasındaki rekabetin esas alanıdır. Rusya, Çin ve İran’ın Suriye’yi tüm güçleri ve silahlarıyla destekleyecekleri, böyle bir fiili işgali hiçbir biçimde tanımayacakları sır değildir. O zaman Çin veya Rusların verdiği uçaksavar füzelerinin veya uçakların Türk ve Amerikan uçukları ile bir çatışması kaçınılmaz olacaktır. Bu ise bir anda kontrol dışı bir tırmanmaya bile yol açabilir. Zaten ABD’de bu Çin iyice güçlenmeden onu bertaraf edelim; iyi bir darbe vurarak uzun süre yerinden kımıldayamaz yapalım diyen güçler bulunmaktadır.
Obama ve ABD bu durumu bildiklerinden bundan uzak durmaya çalışmaktadır.
Erdoğan ise, dünya ölçüsündeki en gerici ve saldırgan güçlerle kader ortaklığı yapmış bulunmaktadır.  Erdoğan aynı şekilde Türkiye ölçüsünde de en inkârcı ve antidemokratik güçlerle ittifak halindedir.
 “Barış Süreci” denen şey, Türk devletinin Kürtlerle çatışarak bölünmektense, birleşerek ve barışarak büyümek stratejisine geçiş anlamına geliyordu.
Bu stratejiye geçiş ise, en azından Kobani’de ve Suriye’de Rojava’yı desteklemeyi, hatta Rojava’nın hamisi olmayı ve Rojava üzerinden Suriye’de etkili olmayı gerektirirdi. İslenen politika ise bu stratejinin inkârı anlamına gelmektedir.
Elbet “Barış süreci” denen şey, Aysel Tuğluk’un daha aktif olmalarını istediği devletin içindeki “Laik güçler” ile Erdoğan’ın taktik hesaplarının geçici bir çakışmasının ürünüydü. Erdoğan’ın Kürtler içindeki karşılığı Barzani idi Erdoğan, zaman kazanmaya yönelik bir “barış süreci” ile hem seçimlerde yüksek oy oranlarını tutturabileceği; hem de PKK’nın etkisini azaltarak ve sıfırlayarak Barzani’nin güçleneceği hesabını yapıyordu ve bu taktik hesaplarla barış sürecine evet demişti. Erdoğan için “Barış Süreci” stratejik bir hamle değil, sadece PKK’yı zayıflatacağı düşünülen taktik bir hamleydi.
Ama Devletin içindeki “laik güçler” için bu stratejik bir hamle ve dönüş anlamını taşıyordu. Onlar da, PKK ile giderek İslam’la tanımlanmaya başlayan bu ulusçuluğa karşı Laik PKK ile ittifak yapıyorlar ama aynı zamanda uzun vadeli ve stratejik bir dönüş yapıyorlardı. Bu dönüş, tıpkı, Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, çok partili hayata geçiş veya 27 Mayıs gibi, bu devletin ömrünü onlarca yıl daha uzatacak tarihsel önemde bir dönüştü. Yani Bir yandan PKK’nın güçlenmesi Erdoğan ve Kürtler içindeki desteği olan Barzani’ye karşı Laik PKK ile bir ilişkinin pekiştirilmesi; diğer yandan da uzun vadede PKK ile birlikte, onu iktidara ortak yaparak ve bir yandan da ehlileştirerek Ortadoğu’da büyük bir güce dönüşme anlamını taşıyordu.
Erdoğan iktidarı boyunca, Ergenekon ve derin devleti kollayarak, (Hrant davasından diğer bütün davalardaki gidişe bakılabilir.) onlarla ilişki kanallarını çoktan kurmuştu. Ama özellikle Gezi’den sonra ve hele son gelişmelerden sonra Kürt sorununda devletin içindeki en inkârcı ve baskıcı kesimlere yanaştı ve şimdi onlarla tam bir kader birliği yapmış bulunmaktadır.
Erdoğan’ın bugün izlediği çizgi, 90’ların çizgisine bir dönüştür. Aynı güçlerle bir ittifaktır. Barış sürece devletin içindeki sözünü ettiğimiz güçlerle geçici bir ittifaktı. Şemdi bu ittifak parçalanmış bulunmaktadır. Bu nedenle, sanılanın kimi liberallerin ve AKP’lilerin göstermek istediğinin aksine Asal Tuğluk’un çağrısı bir darbe çağrısı değil; fiili bir darbe anlamına gelen, Erdoğan’ın Kürtleri inkâr eden güçlerle yaptığı ittifaka karşı, barış sürecine yol açmış devlet politikasını oluşturanlara bir çağrı anlamını taşımaktadır.
Bu çağrı ayrıca istisnai bir duruş da değildir ve ta başından beri Öcala’7ın yaptığı çağrıların aynısıdır. Öcalan’ın yıllardır dediği: “Akıllı Türk milliyetçileri olun, Bizi inkâr ederek bir yere varamazsınız. Bizimle birleşirseniz, önünüzde yeni ufuklar açılır” demektedir. Bu çağrının bugünün özel koşullarında yeni bir versiyonudur. Öcalan’ın bütün politikası, devlet içinde biri Kürtleri inkâr ve imhaya, diğeri tanımaya dayanan iki stratejiden ikincisini güçlendirmeye yönelik olmuştur.
Uzun mücadelelerle diğer inkâr stratejisi iyice zayıfladıktan sonra Devlet, bu anlamda Öcalan’ın bu çağrılarını resmen tanımış ve ona Diyarbakır’da milyonlarca insana hitap etme fırsatı vermiştir. Öcalan “bu bir devlet politikasıdır”, “benimle görüşen devlettir” derken bunu kastediyordu.
Ama şimdi köprülerin altından çok sular akmış bulunuyor ve Devlet politikasını şimdi Erdoğan ve doksanların inkârcıları belirliyor. Onlar kendileriyle kader birliği yapan Erdoğan’ın seçimle kazanılmış ve merkezileşmiş gücünü de arkalarına da alarak, kaybettikleri mevzileri tekrar ele geçiriyorlar. En son 6-7 Ekim olayları onların bütün operasyonel güçlerini koruduklarını da göstermiş bulunuyor.
Evet, Kobani’yi ABD uçakları vurduktan sonra süngüsü düşen hükümetin şimdi tekrar saldırganlaştığı görülecek.
Kobani’yi düşürme planı bir yandan Kobani’nin direnişi, diğer yandan sokaklara çıkan yığınlar ve nihayet da Erdoğan’ın kendini tecrit eden akılsızca politikaları sayesinde nasıl engellendiyse şimdi de aynı şekilde bu Halep’i bahane ederek, Fransa, Cumhuriyetçiler ve Kürtleri inkâr ve baskıya dayanan Özel Savaş Rejimi’nin güçleriyle ittifak ederek fiilen kuzey Suriye’yi işgal ve Rojava deneyini boğma planı da boşa çıkarılmalıdır.
*
Burada en önemli işlev HDP’ye düşmektedir.
Ama HDP kendine düşen görevleri yapacak akıllı bir politika uygulamaktan uzaktır.
Çünkü HDP’nin yöneticisi politikacıların bu anlattığımız türden geniş perspektifleri yoktur. Laiklerin ve Alevilerin hoşuna gidebilecek ve onların sempatisini kazanabilecek bir görünüme sahip olmak veya güzel konuşup güzel şeyler söylemek başkadır, onları Hükümete karşı açık ve aktif mücadeleye çekecek bir politik strateji ve taktikler izlemek başkadır.
HDP günlük politika ardında koşup teorik ve politik hazırlıksızlığa mahkûm olmanın hastalıklarını yaşamaktadır.
Bir kere son derece savunmacı ve yalvarıcı bir dil bırakılmalıdır.
Barış müzakereleri yapmak, hükümetin politikalarına karşı en sert eleştiriyi yapmakla çelişmez. Hatta aksine gerektirir. Bizzat Hükümetten ders alınabilir. Hükümet bir yandan en saldırgan politikayı izliyor bir yandan da Barış sürecine devam ediyoruz diyebiliyor.
Böyle dille barış süreci olmaz diyen dil terk edilmelidir. Gerçeklere yönelik onları anlatan bir dil kullanmak gerekir. Aksi zaten daha sonra daha gereksiz sertliklere yol açar.
HDP Kobani direnişinin Türkiye’deki Aleviler, Laikler için taşıdığı önemi kavradıysa bile işleyememiş ve onların en azından hayırhah tarafsızlığını bırakalım bir yana dikkatini Kobani’ye bile çekmeyi başaramamıştır.
Bir kere HDP derhal hükümetin bu Halep bahanesine karşı bir kampanya başlatmalıdır. Bu iddianın tutarsızlıklarını sergilemelidir. Asıl düşmanın IŞİD olduğun söylemelidir. Hükümetle aynı politikayı paylaşıyormuş da farklı taktikler izlemekteymiş gibi bir eleştiriyi bırakmalıdır. Açıktan baş düşmanın Suriye’deki rejim değil, IŞİD olduğunu söylemelidir örneğin.
Dolayısıyla devletin politikası haline getirilen hükümetin politikasına temelden yönelmelidir. Bu konudaki belirsizliği ortadan kaldırmalıdır.
İkincisi, bu konuda CHP ile pratik ve somut hedeflere yönelik ittifaklar yapılabilir ve yapmalıdır. Örneğin ortaklaşa somut bir program hazırlanabilir. Suriye’de bölgeler hayır. Bütün mültecilerin birleşmiş milletlerin güvencesi ve Desteğine verilmesi; hepsine uluslar arası olarak tanınmış Mülteci statüsü verilmesi gibi talepler ilk planda yükseltilmelidir. Bunlarda pek ala CHP ile birlikte birçok şey yapılabilir. Böyle bir ortak davranış ve politika seçimlerdeki binlerce güzel konuşma ve çekici adaydan çok daha etkili olur.
Bugüne kadar hükümetin Mülteci politikasına karşı hiçbir ciddi eleştiri yapılmış değil. Örneğin, uluslar arası mülteci statüsü ve haklarının tüm mültecilere tanınması ve buna paralel olarak mülteciler için masraflara tüm uluslar arası kuruluşların katkısının sağlanması ilk adım olabilir.
Mültecilerin Türk devletinin ve istihbarat teşkilatlarının kontrolündeki kamplardan veya hiçbir hakkı ve statüsü olmayan bir durumdan çıkarılarak belli hak ve görevlerin tanımlanması bile hem onların durumlarında bugünküyle kıyaslanmaz bir iyileşme sağlar hem de artan ırkçılıkla mücadele için bir hareket noktası sağlar.
Türk devleti, Suriye’de kendi gibi düşünenleri desteklemek için kendi kontrolünde mülteci alanları yaratmış ve bu nedenle uluslar arası yardım almamıştır.  Sonra da şu kadar masraf yaptık diye övünmektedir utanmadan.
Türkiye Suriye’dekilere ve oradan kaçanlara yardım için yapmadı bütün bunları. Sadece kendi siyasi emelleri için yaptı.
Eğer Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerin müdahaleleri olmasaydı; Sünni İslamla tanımlanmış bir ulus kurmak için buna yönelik olarak muhalifleri silahlandırmasalardı, Suriye’deki muhalefet çoktan Esad’ı kovabilirdi. Veya laik ve biraz demokratik bir ülke Suriye muhalefeti içindeki güçsüz ve azınlıktaki laik ve demokratları destekleseydi, Aleviler, Hıristiyanlar vs. Sünniler bizi kesecek diye ölümüne savaşmaz ve Esad8la kader birliği yapmazlardı. Kendileri bizzat demokratik muhalefetin içinde yer alırlardı.
Suriye’ni bu hale gelmesininken büyük suçlusu Türkiye’dir ve Erdoğan’dır. Oradaki devrimi de engelleyen Türkiye’dir.
Türkiye oraya yardım etmedi, mültecilere de yardım etmiyor onları kendi menfaatleri için kullandı ve kullanmaya çalışıyor.
HDP ise, bu konuları böyle gündemleştirmekte büyük ölçüde sınıfta kalmış bulunmaktadır.
HDP artık aktif bir politikaya dönmelidir. Bütün söylemini “barış süreci” ne oturtmaktan vazgeçmeli Türkiye ve Dünya ölçüsünde politik tavırlar almalı, mesajlar vermelidir. O zaman "Barış Süreci"nin daha sağlam bir zemine oturduğunu görecektir.
Özellikle Halep’i bahane ederek Güvenli Bölge diyerek bütün Kuzey Suriye’yi fiilen işgal etme ve Rojava’yı ezme planının deşifre edilmesi için ne kadar aktif ve başarılı olunursa, bu hükümetin barış sürecine ihtiyacı o kadar artar.
05 Kasım 2014 Çarşamba
Yazıları e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:



Hiç yorum yok: