1 Ekim 2014 Çarşamba

Hudut Kapısından Tezkereye

Dün gece Kobane’nin hemen önündeki Mürşitpınar Hudut Kapısında kimse kalmadığını; Türk devletinin memur ve askerlerinin çektiğini; orada HDP milletvekili ve birkaç kişinin fiilen hududu kontrol ettiğini öğrendikten sonra, bir devletin en kritik hudut noktasındaki memurlarını çekmesinin hiçbir şekilde hayra alamet olamayacağını düşünerek İnternet üzerinden Facebook ve Twitter aracılığıyla bu gelişmeye dikkati çekmeye çalıştık.
İşin ilginci bizim gibi ayrıntılara meraklı, çünkü “şeytan ayrıntıda gizlenir” ve “eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür” (Hegel), Ümit Kıvanç’ın “Sınır kapısında ne oluyor? –Geceyarısı Esrarı” yazısında aktardıkları dışında konu ne Kürt medyasında ne de başka önemine uygun bir şekilde hiç söz konusu edilmedi.
İnsan “acaba böyle bir şey olmadı mı?” diye soruyor?
Biliniyor, “Körfez Savaşı hiç olmadı”ydı (Jean Baudrillard).

Anlaşılan dün gece de Türk asker ve gümrük görevlileri Kobane’nin tek çıkışını boşaltmamışlardı.
Ancak medya görmezden gelse bile, orası yine de boşalmıştı.
Bunun anlamı ne olabilirdi?
Dün bu konuda araştırma yaparken en açıklayıcı bilgilerin Aysel Tuğluk’un “Türkiye tampon bölge için provokasyon peşinde” başlığıyla yayınlanan söyleşisinde gizli olduğunu gördük.
Tuğluk: "Tampon bölgenin zemini hazırlanıyor. Saldırılardan sonra askerler şu şekilde anonslar yaptı; 'Burası artık güvenli bölge değil, burayı terk edin.''” diyor.
Eğer asker, kendi hututları içindeki bir bölgenin artık “güvenli” olmadığını ilan etmişse, orada kendi memurunu bulundurması da yanlış olur. Devletin ve hukukun mantığı bunu gerektirir. Muhtemelen bu bakış açısıyla gümrük kapısı da boşaltılmıştı.
Ayrıca yine Tuğluk şu bilgiyi de veriyor:
"Sınırda çok ilginç şeyler yaşanıyor. Sınır kapısında bekleyen Türk askerlerinden biri Rojava'da üst düzey yetkili bir isme şu ifadelerde bulunmuş; 'Havan toplarını Türkiye'ye siz atıyorsunuz. Sizin tarafınızdan geliyor' Bu ciddi bir durum. Bu büyük bir provokasyon hazırlığı içerisinde olunduğunu gösteriyor"
Türk Devleti, Kobane’de kuşatılmış bir şekilde mücadele edenlerin, açık kalmış tek yöne de havan topu atıp intihar etmeyeceklerini bilmeyecek kadar bilgisiz değildir. Bu kuzuyu yemeğe niyetli Kurdun, kuzuya, su kendisinden kuzuya doğru akarken, suyumu kirletiyorsun demesine benzer.
Bütün bunları ve aynı gün gerek Erdoğan, gerek Başbakan ve diğer bakanların ve danışmanların söyledikleri alt alta koyulunca, hudut kapısının boşaltılmasının hiç de önemsiz ve rastlantısal bir olay olmadığı görülmektedir. Bilemeyiz ama muhtemelen Hükümet, bir emrivaki ile Kobane’ye kuzeyden girmenin hesaplarını ve hazırlıklarını yaptı.
Ancak diplomatik ve istihbari bilgi akışları sonunda, şimdilik bu opsiyondan vazgeçilmiş olmalı veya ertelenmiş olmalı.
Peki, şimdi gelişmeler ne noktada?
Anlaşılan Hükümet gerek müttefik devletlerden (ABD, İngiltere, Almanya vs.) gerek ordudan gereken onayı ve desteği alamamış olmalı ki, çaktırmadan bir geri adım attı.
Elbette hükümetin Rojava’yı boğma ve yok etme amacı değişmiş değil. Hükümetin baş hedefi İŞİD hiç değil; Suriye’deki rejim bile değil; Rojava’daki yeni demokrasi denemesini yok etmek, boğmaktır. Bu gerçeği gözden yitiren hiçbir politik analiz sağlam bir zemine ayak basamaz artık.
İŞİD’le savaş, bu hükümet için sadece Rojava’yı ezmek için bir bahanedir.
Tabii bunu biz biliriz de müttefikleri ve başkaları bilmez mi? Bilir.
Ayrıca bunu bilmek için kâhin olmaya da gerek yok. Bütün söylenenler apaçık. (Cengiz Çandar “İktidarın Kürt” ateşi”yle oyunu…” adlı yazısında uzun uzun açıklıyor ve olgulara ve mantığa ters düşen noktalarına geçer ayak değiniyor.)
Ancak öyle görülüyor ki, gerek kendi olanaklarının sınırlılığı; gerek müttefiklerinin tam bir onay vermemesi, gerek gerillaların mücadelesi, onun hareket yeteneğinde belli bir kısıtlama ortaya çıkarmıştır. Ve bir anlamda geri adım atmak zorunda kalmıştır şimdilik.
Bunu nereden anlıyoruz?
Radikal’den Murat Yetkin’in “Tezkere yanında öyle bir paketle geldi ki…” başlıklı yazısında yazdıkları şöyle:
Özel ekibiyle geldi, içlerinde Genelkurmay diplomasisinden de sorumlu İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler ve geçtiğimiz haftayı sınır birliklerini teftişler geçiren Orgeneral Hulusi Akar da vardı.
Askerler değişik planlarla gelmişti. “Suriye topraklarında tampon bölge”, ya da “20 kilometrelik güvenlik şeridi”, ya da “uçuşa yasaklı bölge” türünden uygulamaların; 1- Uluslararası hukuk, özellikle BM hukuku, 2- NATO kararı olmadan yük paylaşımı, 3- TSK imkân ve kabiliyetinin tek başına yetersiz kalacağını ve 4- Müthiş bir bütçe gerektirdiğini en iyi askerler biliyordu.
Devletin iki önemli memuru daha Başbakanlık binasına gelmişlerdi. Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan.
Bu manzara bir anlam taşıyordu. Bakanlar Kurulu’nun çalışmasının sadece güvenlik değil, açık ve gizli diplomasi bağlantısı ve Kürt sorunuyla ilişkisi vardı.
Nitekim öğle üzeri Kürt meselesine dair önemli bir gelişme oldu. HDP eş-başkanı Selahattin Demirtaş, Mürşitpınar kapısında Suriye topraklarına geçip IŞİD saldırısı altındaki Kobani’ye gitmiş, PKK’nın Suriye’deki kardeşi PYD Başkanı Salih Müslim ile görüşmüştü.
Demirtaş dönüşünde hükümete Kobani’ye yardım çağrısı yaptı, eğer PYD siyaseti değişmezse Kürt diyalogu bundan olumsuz etkilenecekti.
Bu açıklamadan kısa süre sonra ajanslara Davutoğlu’nun yarın (Bugün, 1 Temmuz) Demirtaş ile görüşeceği bilgisi düştü; demek ki birbirlerine söyleyecekleri yeni bir gelişme ortaya çıkmıştı.”
“Bir haber daha düştü o sıra ajanslara: Bakanlar Kurulu’na ara verilmiş, Davutoğlu başkanlığında bir güvenlik toplantısına geçilmişti. O toplantıda bakanların çoğu yoktu, ama Özel, Sinirlioğlu ve Fidan vardı.
Kürt sorunu, IŞİD ile mücadelede hükümetin karşısındaki tek zorluk değildi. Keza Suriye topraklarına piknik yapar gibi asker konuşlandırmanın zorluğu da ortadaydı.”
Akşam saatlerinde açıklanan Suriye-Irak ortak tezkeresi işte buna izin veriyordu. Topraklara yabancı asker kabulü bu anlama geliyordu.
Üstelik geçen seneki tezkerede olduğu gibi artık Suriye rejiminin “tehdit” olmasından da söz edilmiyordu.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın daha çok Esad rejimine yönelik görünen “tampon bölgeler”, “uçuşa yasaklı bölge”, “güvenlik şeridi” talepleri rafa kalkmış gibiydi. Onun yerini mülteci geçiş bölgelerinde kurulacak “güvenlik cepleri” alacak görünüyordu.
Tehdit PKK, IŞİD ve “benzeri örgütlerdi”.
Hükümet bir yandan diyalog yürüttüğü PKK’yı diğer yandan “tehdit” görmeye devam ediyordu.
Ancak Başbakan Yardımcısı Arınç, akşam saatlerinde sadece tezkereyi açıklamadı. Bir de “Çözüm Süreci Kurulunun” oluşturulacağını açıkladı. Burada bakanlar yer alacaktı.”
Bütün bu ayrıntılardan çıkan sonuç şudur:
·         Ordu’nun savaş yeteneği, gücü ve Türkiye’nin maddi ve fizik olanakları “güvenli Bölge” yi kaldıramaz.
·         Hukuken de işgalci durumuna düşülür.
·         Halk da böyle bir işgali istememektedir.
·         Müttefikler de onay vermemiştir. Sicili kirlidir, aksine kendilerine geçiş izni için bastırmışlardır.
Suriye’deki rejimin yıkılmasının baş hedef görülmemesi bile Suriye’den söz dilmeyerek Müttefiklere belli bir güven ve taviz verilmeye çalışılmıştır.
Ayrıca hükümet, böylesine hareket alanının kısıtlandığı bir noktada bir de barış sürecini bitirecek cesareti bulamamıştır.
Nasıl PKK barış süreci ile Rojava ve Kobane’yi bağlantılandırdıysa şimdi aynı bağlantıyı (Tezkere ile barış sürecini birlikte ele alarak) fiilen ve zımnen hükümet de kabul etmek zorunda kalmıştır.
Çözüm Süreci Kurulu”, içi boş bile olsa, köprülerin atılmadığına dair bir mesajdır.
Elbet hükümet “güvenlik cep”leri ile (muhtemelen bu “Cep”ler de Afrin, Kobane gibi kantonlarda açılmaya çalışılacaktır) sürekli bir baskı ve tehdit unsuru olmaya çalışacaktır.
Özetle, öyle görülüyor ki, hükümet kendi politikaları sonucu iyice tecrit olduğu için, daha fazla tecrit olmayı göze alamamış ve şimdilik geri bir adım atmıştır, kendini güçlü hissettiği ilk anda tekrar saldırmak üzere.
Ama şimdilik,
·         Suriye’nin anılmaması,
·         Müttefiklere geçiş
·         Demirtaş’la görüşme,
·         Güvenlikli Bölge yerine “Güvenlik cepleri”
·         “Çözüm Süreci Kurulu”
Bu beş geri adım belli bir yumuşama yaratabilir.
Bu durumda ilk hedef Kobane’deki kuşatmayı kaldırmaktır.
Şunu bir an için akıldan çıkarmamalı Hükümetin bütün amacı Rojava’yı yok etmektir. Onu kendi varlığı ve projesi için en büyük tehdit olarak görmektedir.
Ama hareket alanı son zamlardan sonra da giderek daralmaya devam edecek gibi görülmektedir.
Yükselen iç itirazları bir dış savaş ile saptırmak her diktatörün klasik yöntemidir.
Bu yola saparsa sadece kendinin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin de sonunu getirir.
Belki de yapacağı en hayırsız ve hayırlı iş de bu olur.
Demir Küçükaydın
01 Ekim 2014 Çarşamba
Yazıları e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:


Hiç yorum yok: