30 Haziran 2014 Pazartesi

Ak Şemsettin’in Rüyası, İşçi Hareketi, Gezi ve Kürt Hareketi

Ak Şemsettin’in Rüyası, İşçi Hareketi, Kürt Ulusal Hareketi ve Gezi arasında ne gibi bir ilişki olabilir? “Bahçelerde maydanoz gel bize bazı bazı” veya “Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı”
Evet ilk bakışta böyledir. Ama bizler olayların görünen yüzü ile değil; derindeki ilişkileriyle ilgilenirsek hiç üklımıza gelmeyen bağları görebiliriz. Zaten bilim de budur.
Aşağıdaki yazı yazıldığında, AKP henüz iktidara gelmemişti, yani İşçi Hareketi henüz ağırlığını koymamıştı; Kürt hareketine karşı “Özel Savaş Rejimi” sürüyordu; Gezi ortada yoktu, İstanbul Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu”ndaydı
2002 seçimlerinin arefesinde DEHAP’ın ve “Emek Demokrasi ve Barış Bloğu”nun yaptığı Eyüp Mitingi doayısıyla yazılmış bir yazıyı yeniden yayınlıyoruz. Bugünkü HDK’nın o zamanki biçimiydi o Blok.
Gezi, ne kadar ileri gitmek istiyorsa o kadar geçmişe yönelmek zorundadır. Aşağıdaki yazı bunun için küçük bir başlangıç, bir davettir.

DEHAP’ın Eyüp Mitingi’nin Düşündürdükleri

Bu Pazar, yani 27 Ekim Pazar günü, seçimlerden tam bir hafta önce, Saat 10.00’da Eyüp’te Veysel Karani Meydanı’nda DEHAP çatısı altında seçime giren, Emek Barış ve Demokrasi Bloğu’nun, diğer bir ifadeyle, yükselen Kürt Ulusal Hareketi ile Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketinden geriye ne kalmışsa bunun büyük çoğunluğunun ve en iyi geleneklerinin ortaklaşa mitingi var.
Bu miting, Bloğun şimdiye kadar vardığı noktayı göstereceği, yani bir bilanço çıkarma olanağı sunacağı gibi, bundan sonraki dönemde yapılması gerekenleri de gösterecektir.
Ankara, Türkiye’nin idari ve politik başkenti ise, İstanbul, Türkiye’nin Tarihi, Kültürel, Ekonomik ve Sosyolojik başkentidir. Meksiko City, Kahire, Tahran, Sao Paulo, Bombay gibi bir Megapoldür.
Son yılların tarihi, bu megapollerdeki eğilimlerin politik ve kültürel etkilerinin sadece o ülkelerle sınırlı kalmayan enternasyonal bir karakter kazandığını, adeta bir laboratuar işlevi gördüklerini de göstermektedir. Bir bakıma Üçüncü Dünya’nın birer laboratuarıdır bu megapoller.
En önemli politik ve sosyal hareketler buralardan doğmaktadır. Eskisinden oldukça farklı bir durumdur bu. Eskiden, Batı’nın metropol ülkelerinin izinden giderdi geri ülkelerdeki politik ve sosyal hareketler. Şimdi ise, kendileri örneği olmayan denemeler yapmaktadırlar bu megapoller bütün üçüncü dünya adına.
Sao Paulo ve Brezilya’nın İşçi Partisi birbirinden ayrı düşünülemez. İşçi Partisi’nin deneyiminin bütün “üçüncü dünya” ülkeleri için önemi ise kimse tarafından inkar edilemez.
İran devrimi ve izlediği yol gibi, o harika İran sineması, Tahran megapolü olmadan tasavvur bile edilemez.
Dünyayı ve Mısırı sarsan radikal politik İslam’ın ideolojisi Kahire’de El Ezher gelenekleriyle megapol yoksullarının buluşmasının ürünüdür.
Bin yıl boyunca, dünyanın New York’uydu bu İstanbul ve üçüncü dünyanın diğer megapolleriyle kıyaslanabilecek hiç bir kültürel veya sosyal bir deney koymadı ortaya. İstanbul Proletaryası bir Lula çıkaramadı, bir İşçi Partisi yaratamadı. İstanbul’un işçileri, bu gün Politik İslam’a yönelmiş durumda. Ama bu alanda da durum daha az sefil değil. Bu gün AK Parti’de ifadesini bulan Türkiye’nin politik İslam’ı, her zaman burjuvazinin damgasını taşıdı, devlet karşısında her zaman yerlere kapandı, en azından teorik olarak bile milliyetçiliği reddetmesi gerekirken, kendini “Milli Görüş” diye tanımlaması, onun kişiliksizliğinin tipik bir örneğidir. AK partide zerrece bir yoksul ve proleter damgası görülmez. İstanbul, Politik İslam’ın teorik merkezlerinden biri değildir. Ortalığı kaplamışların hepsi, Mısır, İran, Pakistan gibi ülkelerdekilerin kötü kopyalarıdırlar.
İstanbul Hafızasını yitirmişti Türkiye gibi. Kültürel kaynaklarını kurutmuştu. Aslını inkar eden bir haramzadeydi. Yitirilmiş bir hafızayla hiç bir orijinal fikir geliştirilemez. Ama bu İstanbul, şimdi yavaş yavaş Kürt Ulusal Hareketinin itkisiyle tekrar hafızasını kazanıyor. Geçmişiyle yüzleşmeye başlıyor. Bu itki en açık ifadesini, Sezen Aksu’nun konserlerinin bileşiminde gösterir. Kürt Ulusal Hareketi, yani Diyarbakır Çocuk Korosu, olmasa, orada ne Rum, ne Ermeni şarkıları, yani İstanbul’un yitirdiği hafızası olamazdı.
Ama İstanbul, eski zamanların gururuyla, hep taşralı ve aşağı, geri gördükleri tarafından öne itilmeyi, eğitilmeyi hazmedemiyor, direniyor. Onu bir çocuk korosuyla temsil ettirip, koruyuculuk rolüne soyunuyor, yaparsa bu işleri kendisinin yapacağını, kimse tarafından eğitilme ve ileriye itilmeyi hazmedemeyeceğini ima ediyor. ÖDP’nin Kürt hareketine hep bir rakip olarak bakışının ardında sadece politik ve sınıfsal değil, böyle kültürel dirençlerin de büyük rolü vardır.
İşte Eyüp mitingi, İstanbul’un komplekslerinden kurtuluşunun; kendi geçmişiyle yüzleşmeye açıktan başlayışının; bu direnişin kırılışının politik bir sembolü de olmalıdır. İstanbul bunu başardığı an, Tahran, Kahire, Sao Paulo, gibi kendi özgün deneyini ortaya koyabilir. Bu deney, Politik İslam ve İşçi Hareketi’nin, Kahire veya Tahran’ın varoşlarıyla Sao Paulo varoşlarının deneylerinin bir sentezi olmalıdır ve olmak zorundadır.
*
DEHAP mitinginin yapılacağı yerin Eyüp olması gerek İstanbul’un gerek İşçi ve Sosyalist hareketin tarihi bakımından büyük önem taşımaktadır. Eyüp, bir bakıma, antik tarihin gelenekleriyle, modern işçi hareketinin geleneklerinin buluştuğu sembolik bir kesişme noktasıdır. Bu sembolün anlamı üzerinde biraz duralım.
Eyüp, her şeyden önce Eyüp Sultan’ıyla meşhurdur ve adını da ondan alır.
Peki bu Eyüp Sultan kimdir, neyin nesidir?
Eyüp Sultan’ın hakiki adı Halid Bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensarî'dir. Adındaki Ensari, onun bir Medineli, olduğunu gösterir. Eskiler “muhacirlik Peygamber zanaatıdır” derlerdi. Muhammet de bir Peygamber olarak, Mekke’den Medine’ye modern çağın devrimcileri gibi iltica etmiş orada “exil”de (sürgünde) yaşamıştır. İşte eskilerin Hazreti Halit dedikleri, Eyüp Sultan, Medine’de Hazreti Muhammet’e mihmandarlık yapan ve onu evinde misafir eden bir Medinelidir ve ilk Müslümanlardandır, “sehabe”dendir; yani “ilk saatin işçileri”ndendir.
Eyüp, İslamiyet’in ancak geçen yüz yıldaki Marksizm’in yayılış hızıyla kıyaslanabilecek hızla yayılışı sırasında, 668 yılında, yani hicretin 46. ıncı yılında, Emevilerin gerçekleştirdiği İstanbul kuşatmasında ölen bu bayraktarın adıdır.
Ama Eyüp’ün o semte adını veren bu günkü Türbe ve külliyenin olduğu yerde öldüğüne dair hiçbir delil yoktur. İstanbul’un fethinden sonra, daha sonra Sultan Fatih adını alacak olan Türkmen delikanlısı Mehmet’in öğretmen danışmanı Bayrami Tarikatinin şeyhi Akşemsettin, “rüyümda gördüm öldüğü yer burasıdır” diyerek, bu günkü Türbenin olduğu yeri göstermiştir. Yani Eyüp Sultan, İstanbul’u Feth eden barbar Oğuzların, bir gelenek yaratma ihtiyacının ürünü olarak yaratılmıştır. Türbede, gerçekte Eyüp Sultan değil, Akşemsettin’in Rüyası yatmaktadır.
Eyüp Sultan, muhtemelen, İstanbul’un Müslüman bir geçmişi olmadığı için de, uydurma ama tek Müslüman yatırıdır. İstanbul’da Müslümanların bu gün bile kutsal kabul ettiği mum yakıp ziyaret ettiği bütün babalar ve evliyalar aslında, Bizans döneminin Hıristiyan evliya ve azizleridirler.
Yıllar önce İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünde, İstanbul’un Evliya ve yatırları ile ilgili bir alan araştırması yapmıştı sınıftaki arkadaşlar. Araştırmanın çok ilginç bir sonucu vardı. Bütün bu babalar aslında Hıristiyan’dı, İstanbul’un Müslüman ahalisi, bu Hıristiyan babaları kendi evliyası olarak benimsemiş ama onları Müslüman etmek için de Hıristiyan köklerini hiç de inkar etmeyen, aslında tarihi bir gerçeği de sembolik olarak yansıtan bir hikaye uydurmuştu. Bu hikayelerde bütün babalar ve evliyalar için aşağı yukarı aynıydı. Fatihin orduları İstanbul’u kuşattığında, bir papaz gelip Fatih’in susamış askerlerine ya su dağıtır, ya onların yaralarını sarar. Bu papaz veya Hıristiyan’ın yattığı yerdir o her akşam mahallelinin mum yakıp ziyaret ettiği o türbe.
Açıktı ki, bunlar Osmanlı, İstanbul’u almadan önce de, İstanbul’un Hıristiyan ahalisinin yatırlarıydı. Müslümanlar bunları olduğu gibi benimsemişler, benimseyebilmek için de, onları kendilerinin Hıristiyan destekçileri olarak tanımlamak için hikayeler uydurmuşlardı.
Bu gün bile Yunanistan’a giden, bu yatır geleneğinin, İstanbul’un ara sokaklarındaki yatırların benzerlerinin Yunanistan’ın dört bir yanında, ıssız yol kenarlarında bile yaşadığını, bir kaç mum ve eşyanın içine koyulduğu gerçek ya da potansiyel yatırların yüzlercesini görür.
Yani İstanbul’un yatırları Hıristiyan asıllıdır, biricik Müslüman yatırı olan Eyüp sultan ise, Ak Şemsettin’in Rüyasından çıkmadır. Osmanlı İstanbul’u bütün bunları bilirdi. Cumhuriyet ve Türklüğün icadıyla birlikte, İstanbul hafızasını yitirmiştir, bütün bunları da unutmuştur
Bu yatır hikayelerinde gerçek olan bir yan şudur. İstanbul Feth edilmemiştir, kapıları içinden açılmıştır.
Her iki tarafın da içinde karşılıklı işbirlikçiler vardır. Osmanlı, İstanbul’u feth etmeden önce henüz kelimenin tam anlamıyla devlet değildir. Yeniçerilik henüz çok küçük bir hassa alayı, bu günkü Cumhurbaşkanlığı Muhafız alayı benzeri bir grup askerdir. Ordu, esas olarak dirlikçilerden veya bağımsız boylardan oluşmaktadır. Osmanlı, diğer Türkmen ve Oğuz boyları arasında, “eşitler arasında birinci” (primus inter pares) durumdadır. Batı Ortaçağı’ndaki gibi bir durum söz konusudur. Diğer eşitler, İstanbul’un alınışının, Osmanlı’yı eşitler arasında birinci olmaktan çıkaracağını, onu devletleştireceğini ve kendi ağırlıklarının sonu anlamına geleceğini bildikleri, o kandaş demokrasisinin son kalıntılarının sonunu; yani kendi etkilerinin sonunu getireceğini bildikleri, sezdikleri için, İstanbul’un alınmasını istememektedirler ve bu nedenle Bizans ile iş birliği yaparlar. Zaten Osmanlı’da İstanbul’u alıp devletleştikten sonra hiçbir zaman bir daha kapıkulu, devşirme (köle) olmayan birini sadrazam yapmamıştır.
Osmanlı içinde Bizans’ın müttefikleri olduğu gibi, Bizans’ın içinde de, Osmanlı’nın müttefikleri vardır. Çürümüş bu imparatorluğun her türlü gelişmenin ve refahın önünde bir engel olduğunu gören Bizanslılar da Osmanlı ile işbirliği yapmaktadırlar. İstanbul, bu gün anlatıldığı gibi, Ulubatlı Hasan’lar tarafından alınmamış, kapıları yerli halk tarafından gizlice Fatih’in ordularına açılmıştır. İşte yukarıda değinilen, yatırları Müslüman yapan hikayeler, aynı zamanda bu iş birliğinin sembolik ifadeleridirler de.
Bu nedenledir ki, Fatih, Hıristiyanlara geniş özerklikler tanımıştır. Osmanlı’nın sonraki büyümesinin sırrı da buradadır.
Ahalisinin çoğunluğu Hıristiyan bir ülkedeki Müslüman egemenliği, ancak böyle genişletilmiştir. Sırf zorla hiçbir şey olmaz. Bunun hukuki biçimi de, şeri hukukun alanının daraltılması ve sırf Müslümanlara geçerli kılınması, örfi hukukun alanının genişletilmesidir. Osmanlı, aslında örfi Hukuk, diyerek, Şeri hukuku, fiilen uygulanmaz kılmıştır.
Türkiye’deki laiklik uygulaması, bu Örfi Hukuk geleneğinin bir uzantısı ve modern biçimi olarak da görülebilir. Ama burada bir çelişki de vardır, Laikliğin ortaya çıktığı yıllarda Hıristiyan ahali Ermeni ve Süryani Katliamı ve Rum Mübadelesi ile tasfiye edildiğinden, Alevilik dışında toplumsal temeli kalmamıştır. Bu nedenle, sözde Laik Türkiye, Müslüman Osmanlı’dan daha bağnaz daha “Müslüman”dır.
Eğer tarihle bir paralellik kurarsak, bu günün ulusları, dünün dinleri gibiydiler. O dinlere ve cemaatlere otonomi sağlayabildiği için Osmanlı öyle bir güç olabilmişti. Ulusçuluğun ortaya çıkışı, bu dengeyi alt üst etti. Osmanlı topraklarında onlarca Ulus kuruldu. Bu bölgenin kültürel ve iktisadi korkunç gerileyişinin, kanlı katliamların yolunu açtı. Ama bu gün, ulusçuluğun tekrar, ilk doğduğu zamanlardaki, kana, dile, soya bağlı olmayan, hukuki bir tanıma indirgenen, diller, dinler karşısında nötr olan bir ulusçuluk, modern çağın cemaatleri olan uluslar karşısında, Fatih’in yaptığına benzer bir işlev görebilir. Bu da klasik Akdeniz-Ortadoğu uygarlığının birbirini izleyen ve devamı olan üç imparatorluğunun; yani Roma, Bizans, Osmanlı topraklarının kültürel, ekonomik ve siyasi birliğinin yolunu açabilir.
Şu an Orta Doğu ve Balkanlar’da böyle bir programı olan birçok kültürel ve entelektüel damar var ama güçlü bir tek politik akım var: Kürt Hareketi.
Kürt Hareketinin yeni stratejisinin onu formüle edenlerin bile düşünmediği tarihsel anlamı budur.
Tarihsel analojiyi buradan kurduğumuzda, Eyüp mitingiyle, İstanbul’u Feth etmeye kalkan Kürt Ulusal Hareketi, biraz Fatih’in ordularına benzemektedir. Buradaki Fetih, askeri değil, siyasi bir Fetihdir. Eğer Feth ederse, tıpkı Osmanlı gibi Feth ettiği tarafından Fetih de edilecektir, ama aynı zamanda İstanbul’u Feth etmiş, İstanbul’un kültürel birikimini arkaya almış bir hareket olacaktır. Tıpkı, Fatih’in İstanbul’u alışından sonra, hızla yayılması gibi, kısa zamanda, klasik Osmanlı-Bizans bölgesini sarsacak ve aynı zamanda, Sao Paulo, Kahire, Tahran gibi bir başka deneyi sunacaktır.
Kürt Hareketinin ulusal olanla dil, etni ve kültüre ilişkin olanın bağını koparan demokratik programı İstanbul’u feth etmeden Orta Doğu’yu feth edemez. Ama İstanbu’u feth ettiği an, karşısındaki bütün engeller, birbiri ardınca hızla yıkılırlar. Ankara’nın yolu İstanbul’dan geçer. İstanbul, Orta Doğu ve Balkanların kapısıdır.
İşte, bu Pazar İstanbul’da yapılacak Miting, İstanbul’ Feth etmek için, Emevi ya da Fatih ordularının bir zaman konakladığı yerde, Eyüp’te İstanbul’u siyasi olarak Feth etmek için Kürt Ulusal hareketinin ilk siyasi hücumu anlamına gelmektedir.
Bir hücumla şehrin düşeceği elbette söylenemez. Ama morali bozulabilir, sarsılabilir, şoka uğratılabilir.
Ve tarihin gösterdiği başka bir gerçek de var: İstanbul’un kapılarını içinden açacaklar gerekiyor. Yoksa İstanbul’un surları dışarıdan saldırılarla yıkılmayacak kadar güçlüdür. Bu surlar bu gün, kültürel surlar biçiminde varlıklarını sürdürüyorlar.
Yani Kürt Ulusal Hareketi’ne, İstanbul’un kapılarını açacak, İstanbul’un Hıristiyan kökenli evliyaları gibi bu gün İstanbullu evliyalar gerekiyor. İşte, Kürt Ulusal Hareketi ile ittifaka giren Türk sosyalistleridirler bu günün evliyaları, İstanbul’un kapılarını açacak ve onun sırlarını; zayıf yerlerini Kürt ulusal hareketine anlatacaklar.
*
Fatihin ordularına İstanbul’un kapılarını açan Hıristiyan evliyaların bu günkü karşılığı olan ateist Evliyalar, Kürt Ulusal Hareketi ile ittifaka giren Türk sosyalistlerdir. Bu sosyalistler ile de Eyüp arasında köklü bağlar vardır. Bu da İstanbul’un bilinmeyen başka bir kuşatmasından gelir.
Türkiye sosyalist hareketinin, İşçi Hareketinin deneylerinin sonuçlarını ortaya çıkarıp, tecritten kurtulduğu, yoksul kitlelerle bağ kurduğu ilk yerdir Eyüp.
1957 seçimlerinde, Hikmet Kıvılcımlı’nın önderi olduğu Vatan Partisi, burada yaptığı mitingle Türkiye sosyalist ve komünist hareketi tarihinde ilk kez, küçük illegal bildireler ve tevkifatlar çemberini kırıp binlerce işçiyle doğrudan ilişki kurup onlara yine ilk kez devrimci programını anlatmıştır.
İktidar İşçilerin gösterdiği ilgiden korkup Kıvılcımlı’yı ve arkadaşlarını tutuklamış, gerisi gelmemiştir ama bu 1957 Eyüp Mitingi, Türkiye sosyalist Hareketi’nin tarihinde bir kopuş anlamına gelir.
Bunun anlamını görmek için biraz gerilere gidelim.
1950’lerde traktörlerin kıra girişi ile, köyden şehirlere muazzam bir göç başladı.
Bu göç, İstanbul’un surları etrafında adeta Fatih’in orduları gibi İstanbul’u kuşatan gecekondu semtlerinin oluşmasına yol açtı. Bizzat Gecekondu kavramı da Dolmuş kavramı gibi, bu yoğun yoksullaşma ve şehre göçün sonuçlarını yaşayanların, yaşadıkları gerçekliği yine kendilerinin yarattığı kavramlarla tanımlamalarının ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Köyden kopmuş ve hızla proleterleşen bu geniş kitlelerin umutsuzlukları, eskiden Osmanlı padişahlarının kılıç kuşandığı Eyüp Sultan külliyesine, bambaşka bir işlev kazandırmıştı. İstanbul’un, umutsuz yoksullarının, proleterlerinin dilek diledikleri, adaklar sundukları en önemli ziyaret yeri olmuştu. Yani Eyüp Sultan, bir rastlantı ürünü olarak, umutsuz ve modern proleter kitlelerin, durumlarına bir çözüm aradıkları bir uğrak yeriydi. Sisteme duyulan tepki, dinsel biçimlerde yansıyordu, tıpkı bu gün işçilerin kapitalizme ve yoksulluğa duydukları tepkinin AKP’ye kayması gibi.
Bu tepki nasıl olur da sosyalizmin kanalına akabilirdi? Sorun buydu. Ama sorunun böyle koyulması bile belli ön koşulları gerektirir. Önce bu ön koşullara değinelim.
Tıpkı 1960 sonrasında yeniden doğanında olduğu gibi, 1960 öncesinin adeta TKP ve çevresinden ibaret sosyalist hareketinde özünde farklı sınıfların eğilimlerini temsil eden farklı damarlar vardır.
Bu damarlardan biri, aydınlara dayanan, batı aydınlanması hayranı, burjuva sosyalizmi denebilecek bir eğilimdir. Behice Boranlar, Zeki Baştımarlar, Aybarlar, Esat Adil Müstecaplı’lar, sanat alanında Nazım Hikmet’ler, Ruhi Su’lar bu eğilimin en bilinen isimleridir. Bu eğilimin esas olarak işçi sınıfıyla hiçbir bağı yoktur. İşçi hareketiyle bağları, İşçi sınıfının sendikacımlar zümresi ve onun eğilimleriyle bağlardır. Üzeyir Baba’lardan, Kemal Sülker’lere kadar geniş bir sendikalist zümre ile tencere yuvarlanıp kapağını bulmuşçasına birbirlerini tamamlarlar. Bu uyum ve yakınlık, Esat Adil’in partisinde de görülür. Fransız Anarkosendikalisti Sorel’den aşırı etkilenmeler taşır. 1960’ların TİP’i de bir bakıma bu iki damarın buluşmasıdır. 1970’lerin TKP ve DİSK’i de yine bu iki damarın birliği ve yakınlaşmasının ifadesidir. Ortak metodolojik karakteristik, düz bir ilerleme anlayışı, ekonomizm ve bayağı bir materyalizm; politik olarak da reformizm, sendikalizmdir. Bu damar bu gün büyük ölçüde, ikinci cumhuriyetçiler ve CHP ve ÖDP içinde eriyip gitmiş ve aslına dönmüş, sosyalizm kabuğundan soyunmuş bulunuyor.
Böyle bir eğilimin, ne yoksul insanların dine yönelmişlerini kazanma gibi bir sorunu olur ne de, böyle bir sorunu olmaması dolayısıyla, buna yönelik kavramsal ve politik araçları. Dolayısıyla bu eğilime Eyüp’e gelen yoksulların bulunduğu yerlerde rastlanamazdı.
İkinci eğilim, radikal küçük burjuva devrimci eğilimdir. Mihri ve Zeki, Şefik Hüsnü ve Esat Adil ayrılıkları özünde burjuva sosyalizmi karşısında radikal küçük burjuva eğilimlerin ayrılıklarıdır. Daha sonra TİP karşısındaki Dev-Genç, yetmişlerdeki TKP, TİP, TSİP burjuva sosyalizminin dışında kalan THKPC, THKO ve TİKKO kökenli bütün hareketler hemen hemen tümüyle bu eğilimin yansımalarıdırlar. Altmışlardan sonra Alevilik olmuştur bu damarın esas besleyici kaynağı.
Bu eğilimin eski kuşaklardan kalan en bilinen temsilcisi Mihri Belli’dir. Alevilikle bağlarının güçlü olmadığı 60 öncesi dönemde bu eğilim daha ziyade üniversiteliler arasında etkilidir. Bu eğilimin geleneksel olarak işçi hareketiyle hiçbir zaman güçlü bağları olmamıştır. İşçilere ve yoksullara dayandığı yerlerde bile, işçilerin modern örgütleri olan sendikalar ve işçi partileri aracılığıyla değil, o işçilerin toplumsal konumlarından farklı, geçmişin kalıntısı olan kültürel konumları aracılığıyla bağlantı kurar. Alevilikten hemşehriliğe kadar bunlar değişir. İşçi örgütlenmesi içinde yer aldığında bile, küçük radikal ve sekter işçi örgütlenmelerine eğilim duyar. Bir zamanlar Halkın Kurtuluşu’nun, 30’ların Alman komünist Partisi’nin Faşizm karşısında yenilgiye yol açan “Sınıfa Karşı Sınıf” taktiğinin örgütsel biçimi olan “Kızıl Sendika Muhalefeti” gibi biçimleri aşamaz.
Küçük burjuva sosyalizminin temel özelliği idealizmdir. Yani düşüncenin varlığı belirlediği var sayımının gizli egemenliği. Bütün bu küçük burjuva radikalizmi, toplumsal konumlar ve sınıfların objektif eğilimleriyle açıklamaya çalışmaz dünyayı; adeta insanların sınıflarını düşünceleri belirlediği gibi gizli bir varsayımı vardır. Küçük burjuva sosyalizminin bu temel metodolojik yalışıı her adımda yedi başlı ejderha gibi ortaya çıkar. Sovyetler’in sosyo ekonomik yapısı mı? Revizyonizm partiye egemen olunca, koca ülkenin sosyo ekonomik yapısı da değişmiş olur. Yani varlığı düşünce belirler. Bir partinin devrimci veya karşı devrimci olduğunu, dayandığı ve eğilimlerinin ifadesi olduğu toplumsal kesimler değil;  görüşleri belirler bu küçük burjuva radikalizmine göre
Bu idealizmin de “gerici” ve “dini bir ideolojiye yönelmiş” işçileri nasıl kazanacağım gibi bir sorusu olmaz, çünkü onlar “gerici”dirler ve karşıdadırlar. Onların iknası, dolayısıyla iknası için de kavramsal araçlar geliştirilmesi gibi bir sorun olmaz. Dolayısıyla bu eğilim de olamazdı, ellilerin yoksullarının tepkilerini dini biçimler altında dışa vurduğu Eyüp’te.
Ama Türkiye sosyalist hareketinde bilinmeyen, hep görmezden gelinen; ama varlığını her zaman sürdürmüş, devrimci kabarış dönemlerinde birden bire su yüzüne çıkmış bir dip akıntısı, bir başka damar daha vardır.
Bu damarın nasıl yok sayıldığını bir örnekle göstermeyi deneyelim. Bu yıl, aslında Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı’nın doğum yıl dönümüdür. Türkiye Sosyalist Hareketi’nin bu iki devi pek ala “İki Hikmetler’in Yüzüncü Doğum Yıl Dönümü” gibi bir başlık altında anılabileceklerken, sadece Nazım Hikmet anılmıştır. Kıvılcımlı hakkında ne bir yazı, ne bir inceleme vs. hiçbir şey yoktur.
Aslında Nazım’ın dahil olduğu burjuva sosyalizmi damarı aslına rücu ettiği için, burjuvazi açısından Nazım bir tehlike olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle burjuvazinin Nazım’a sahiplenişi yadırganamaz. Ama solcu ve hatta kendine komünist diyenlerin de, burjuvazi ile Nazım konusunda senin mi benim mi diye çekişmeye büyük bir iştahla atılmasına rağmen, gerek devrimci kişiliği, gerek teorisiyle Nazım’la sosyalist teori ve politika bakımından kıyaslanmayacak önemdeki Hikmet Kıvılcımlı’nın adının bile anılmaması hiç rastlantı değildir. Bunun nedeni, ortalığı ve aydınları kaplamış küçük burjuva sosyalizmi ve burjuva sosyalizmi ile Kıvılcımlı’nın temsil ettiği, klasik Marksist gelenek ve metodoloji arasında var olan uyuşmazlıktır. Bunlar arasında dün olduğu gibi bu gün de hiçbir gönül yakınlığı yoktur.
Bu eğilim, metodolojik olarak klasik Marksizm’e dayanır ve onu geliştirir. İşçilerle her zaman güçlü bağları vardır. Gerek Burjuva sosyalizmi, gerek sendikalistler zümresi, bu eğilime karşı zor gizlediği bir düşmanlık içindedir. Küçük burjuva sosyalizmine gelince, aslında politik olarak zaman zaman radikal konumları nedeniyle burjuva sosyalizmi karşısında paralel ve yakın konumlarda bulunmasına rağmen, aralarında kan uyuşmazlığı vardır ve yıldızları hiçbir zaman barışmaz.
Bu eğilim, burjuva sosyalizminden ayrı olarak, sendikacılar zümresiyle değil, sınıfla bağlar içinde olduğu için ve küçük burjuva sosyalizminin idealizminden ayrı olarak, sınıfları, kazanılması gerekenleri nesnel toplumsal konumlarıyla tanımladığı için 1950’lerin Eyüp’ünde vardır.
Bu damar, her şeyden önce Kıvılcımlı ve onun etrafındaki işçilerle bağlı olarak, 60 öncesinin TKP’si içinde her zaman olmuştur. Bu damar kimsenin inkar edemeyeceği stiliyle (meşrebiyle) bambaşka bir kanaldır. Bu damar, daha sonra 60’larda İsmet Demir, buradan Dev-Genç’in işçilere eğilim duyan kadrolarıyla sürmüştür.
Burada Kıvılcımlı’nın o muazzam sosyolojik ve tarihsel çalışmalarıyla (kısaca “Tarih Tezi”)  İşçi sınıfı ve onunla bağlar arasındaki derin içsel bağa varırız. Bu sosyolojik ve tarihsel çalışmalar (“Tarih Tezi”) olmadan, Eyüp’e gelen işçi ile bağ kurma; onunla bir ortak dilde buluşma şansınız olamaz; ama işçilerle bağınız olmadan da, böyle bir bağı size sağlayacak teorik araştırmalara yönelmeniz mümkün değildir.
Türkiye sosyalist hareketindeki biricik teorik eser vermiş kişinin, aynı zamanda bu işçi damardan olması bir rastlantı değildir; esas gerçek, görünmez derin bağlar bu noktadadır.
Şimdi tekrar zinciri kuralım. O zamanların TKP’si içinde, İşçi Sınıfı’nı kazanma diye ciddi bir kaygısı olan ve işçilerle asgari de olsa bağları olan biricik damar, Kıvılcımlı’nın temsil ettiği damardır. Bu damar, bu bağı nasıl kurarım, bu toplum nasıl bir şeydir anlayabilmek için, nesnel toplumsal gerçekliği anlayabilmek için tarihsel araştırmalara yönelmiştir. Bu araştırmalar sonucunda birçok teorik keşifler yapmış ve nesnelerin olduğu gibi görünmediği, çoğu kez kendi zıttı biçiminde göründüğünü görmüştür.
O aydınlanma ve reformizmin ilericilik ve gericilik kavramlarını tersine çevirmiştir. “İlerici” gibi görünen Batıcı Kemalist bir gerici, buna karşılık “gerici” gibi görünen Eyüp Sultan’da dua eden, tarikatlere yönelen işçinin tepkisi özünde ilericidir. Bu bakış elbette çalışmasının muhataplarını, CHP’ye yakın “ilerici”lerde değil, toplumun en “gerici” bilinenleri içinde arayacaktır. Ayrıca bu tarihsel çalışmalar bu yönelişin anlamını açıklayan ve onunla ortak bir dil kurmayı sağlayan araçları da sunmaktadır.
İşçilerle bağ kurma, onları kazanma çabasının teorik sonucudur tarih tezleri, ama bu soru taktik sorunlara cevap vermez otomatikmen. Yani bu bağ kurmayı sağlamak, tecritten kurtulmak için, ne yapmak gerekir?
1930’lerde yazdığı Yol adlı eserinde Kıvılcımlı, bu soruyu da sorar ve bütün diğer damarların hepsinden farklı olarak, şu cevabı verir: “bildiri ve tevkifat” fasit dairesine son vermek için, legal alanda her olanak değerlendirilmelidir. Kıvılcımlı’nın 1933’den sonra bütün siyasi pratik çalışması budur. Türkiye’de Marksist klasiklerin yayınlandığı ve Marksizm'in Türkiye’nin entelektüel ortamına bir parça etkisinin bulunduğu biricik dönem 30’lardır. Ve bunu başaran, legal Marksizm Kütüphanesi ile Kıvılcımlı’dır.
Aynı legalite taktiği ile en kötü koşullarda legal mücadele araçlarını sonuna kadar kullanma taktiğiyle, 1954’te Vatan Partisi’ni kurar. Ve yine aynı çerçevede 1957 seçimlerine katılır.
Şimdi durumu tekrar göz önüne getirelim. Türkiye sosyalist hareketinde işçilerle bağı olan tek damar, yine bu bağı kurma kaygısıyla bir yandan tarihe yöneliyor toplumu anlayabilmek için diğer yandan, taktik ve örgütsel olarak legaliteyi azami kullanmaya. Legaliteyi kullanmak için de legal bir parti içinde seçimlere katılıyor. İşçileri kazanma diye bir derdi olduğu için, o umutsuz işçilerin yatağına ve toplanma merkezine gidiyor. Buradaki işçiler ise, egemenlere tepkileri ve umutsuzluklarıyla İslam’a yönelmişler. Bu toplanma yeri aynı zamanda bu yönelişin de sembolik merkezi. İşçilerin İslami biçim alan tepkisinin buluştuğu yer Eyüp. Zaman bu tepkinin en yoğunlaştığı zaman: bir namaz saati. Kanalın biri bu.
Diğer kanal, dünya işçi hareketinin tarihsel deneyimlerine dayanan, kaba materyalizmle alış verişi olamayan, bu işçilerin dünyasının özünü kavrayan Marksizm’in somutlaştığı kişi yani Dr. Hikmet Kıvılcımlı.
Bu buluşmanın gerçekleştiği yer ve andır Eyüp 15.10.1957. Yani aşağı yukarı yarım yüz yıl önce.
Bir “Allahsız Komünist”, tepkisiyle iyice dine dönmüş işçi sınıfına ne anlatır, nasıl anlatır? Onları kendi programına nasıl kazanır. Bunu uzun uzun anlatmaktansa, Kıvılcımlı’nın yine bu partiyi kapatmak için Polis tarafından diktafonla kaydedilmiş konuşmasından bir bölüm aktaralım. Marksizm’in, sosyalist programın en karmaşık gibi görünen sorunlarının, en küçük bir bayağılaştırma ve tahrifat olmadan en “anti komünist” Müslüman’ın diliyle anlatılışının örneğini görelim.
“Muhterem Vatandaşlarım! Sevgili İşçi kardeşlerim!
 Bugün, Müslüman İstanbul'umuzun, İstanbul'dan önce Müslüman olan Eyüp bölgesinde Vatan Partisi'nin sesini duyurmaya geldik.
 Sevgili vatandaşlarım! : . . Vatan Partisi İŞ ve İŞÇİ partisidir. . . Bunu söylerken, elimde olmayarak, Müslümanlığın büyük bir hizmetini hatırladım. O büyük söz der ki: "Kıyamete kadar yaşıyacakmış gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et" der. Vatandaşlar! . . . İbadet: HAK önünde konuşmak, halk önünde hakkı teslim etmek manasına gelir. . . Bugün, Vatan Partisi nin kendi prensiplerini HAK ve ÇALIŞMAK gibi iki prensip üzerine kurduğunu açıkça ortaya koymak lüzumunu duyuyorum.
 İslamın büyük prensibi, hepimizin bildiği gibi: "Leyse lil insane illa ma sea" der. (Yani: İnsan için, çalışmaktan başka, emekten başka her şey yalandır) der. İşte, o büyük hakikat: Aradan binlerce yıl geçtikten sonra, bugün, dünyanın en ileri memleketlerinde dahi, tek büyük TOPLUMSAL HAKİKAT, insanhğın bulabildiği en büyük hakikat olarak tanınmıştır. Bugün insanlığın yarattığı değer: EMEK üzerine kurulur: Avrupa'nın en büyük iktisat alimleri, İngiltere'nin klasik iktisatçısı denilen Adam Smith'ler, Ricardo'lar: Binlerce senelik insan ilminin neticelerini toplarken, o hakikati bulabilmişlerdir: "Leyse lil insane illa ma sea! " hakikatini: "Değer insanın emeğinden doğar" şeklinde ifade etmişlerdir. . . İşte Vatan Partisi'nin prensibi de, her şeyin temelinin, memleket siyasetinin de üzerinde kurulması icabeden temelin EMEK olması lazım geldiğini ifade eder.
 Türkiye'de emeği, insanın çalışmasını kim temsil ediyor? Şehirlerde işçi kardeşlerimiz, esnaf kardeşlerimiz. . Köylerde alınteriyle çalışan küçük, fakir köylülerimiz! Vatan Partisi Türkiye'de" -bütün öteki partilerden farklı olarak, - bu çalışkan zümrelerin hakkını arıyan, hakkını aramak için kurulmuş tek teşkilattır.
 Şimdiye kadar maalesef, büyük hakikatler daima küçük insanlardan uzak kalmıştır: Uzak bırakılmıştır. Yine vatandaşlarım gayet iyi bilirler ki, Hazreti Muhammed: "Ben hatemel enbiyayım" demiş. (Yani: "Ben peygamberlerin sonuncusuyum") demiştir. O büyük sözün manası üzerinde vatandaşları bir an düşünmeye davet ederim. . .
 Vatandaşlarım! . . . O zamana kadar insanlar arasında bütün düzeni kuran kanunlar ve kaideler "gökten iner" di. Hazreti Muhammed: "Ben sonuncu peygamberim! " demekle, bizlere şu büyük hakikati anlatmış. oluyordu: ARTIK KANUNLARINIZI KENDİNİZ YAPACAKSINIZ! demek istemiştir. . . Ve onun için insanların büyük toplantı yerleri: Camiler meydana gelmişti. Bütün İslamların camii: Adı üstünde CAMİ! . .
 Cami: Hepinizin bildiği gibi, TOPLAYICI demektir, vatandaşlarım. Ve Müslümanların tatil günü de vaktiyle "CUMA" günü idi, vatandaşlarım.
 Bu ne demektir? Bir an düşünelim: CUMA, toplanma günü demektir. Nerede toplanıyoruz? Toplayıcı olan Cami de. . . niçin toplanıyoruz, vatandaşlarım? Hak için, değil mi? . . İşte o büyük ve necip dava, bugün dünyada insanhğın arıya arıya henüz bulabildiği, henüz güçlükle çalışabildiği Demokrasi dediğimiz gavurca lakırdının ta kendisidir.
 Mübarek Ezani Muhammedi dolayısıyle buradaki HAK davamızın konuşulması bir an için durdurulmuştu. Sözümüze, -müsaadenizle; yeniden başlıyoruz.
 Sevgili vatandaşlarım! . .
 Ne zaman mübarek bir camiin; mübarek bir mescidin önünde bulunsam, daima, Hülefayi Reşidiyn zamanındaki vatandaşların siyasi hayatları gözüm önüne geliverir. Bilirsiniz, o zamanlar, camiler Müslümanların siyasi toplantı yerleri idi. Yani her Cuma, Halife bizzat camiin içerisine gelir, karşısındaki vatandaşlara bütün memleketin Umur ve Hususu hakkında hesap verirdi. Gene çok iyi bilirsiniz ki, devlet başkanı olan Halife, bizzat halk tarafından biat suretiyle reis olur, Yani seçimle iktidara gelirdi. Bizzat Halifeler seçilmiş devlet başkanı idiler. Bu seçilmiş başkanlar, her hafta, bütün Müslümanları önüne toplıyarak, camide onlara memleket işleri hakkında hesap verirlerdi.
 O ibret verici hadiselerin bugün bize ne kadar büyük dersler vermesi lazım geldiğini düşünerek, bir hadiseyi hatırlatmaktan kendimi alamıyacağım. . . Ordular, hudutlarda zafer zafer üstüne kazandılar; fakat ele geçen ganimetleri Müslümanlar arasında kardeşçe paylaşılmak üzere gönderdiler, idi. O zaman başkente, baş şehre gönderilen kumaşlar, gene vatandaşlar arasında herkese aynı büyüklükte parçalar verilmek suretiyle paylaşılırdı, taksim edilirdi: . . . Vatandaşlar, o parça kumaşlardan kendilerine elbise dikerek camiye Cumhurbaşkanları olan Halifeyi, Ömer'i dinlemeye gittikleri zaman. . . Halife söze başlar başlamaz, Müslümanın biri ayağa kalktı. "Ya Ömer" dedi, "Sen bir hırsızsın , senin söyliyeceğini Müslümanlar dinliyemez" dedi.
 Düşünün vatandaşlarım: Demokrasinin o zamanki manzarasını düşünün. Lalettayn, adsız bir vatandaş, lütfen kalkıyor, devlet başkanına, hiç bir izah yapmaksızın: "Sen bir hırsızsın! " diyor. Bunun üzerine devlet başkanı Ömer ne yapıyor? Ne yapsa beğenirsiniz? Yani, ondan sonra çeker kılıcını, uçururdu söyliyenin kellesini, değil mi? . . Hayır. Hazreti Ömer: "Bu sözün sebebi var mı? Ben neden hırsızım? Bilmiyorıım. İzah et: Eğer hırsızsam hakikaten, sözümü keseyim. " dedi: Soğukkanılılığa, tahammüle, tenkit karşısındaki insanca tepkiye bakalım. Bundan, bugün için bugünkü devletle vatandaş arasındaki münasebetler için büyük neticeler çıkarmaya çalışalım.
 O zaman, bu adsız vatandaş; cemaat ortasında kalkıp kendi üstünü gösterdi: "İşte bak" dedi, "Hepimize dağıtılan kumaştan ben de üzerime elbise yaptım. Ancak küçük bir sako, küçük bir ceket çıktı bana. . . Halbuki sen, Ey Ömer boyunca kocaman bir cübbe giymişsin. Bu cübbeyi yapmakla, sen, o kumaştan bütün vatandaşlara düşen paydan iki hisse aldın. Demek, çaldın. . Demek hırsızsın! öyle ise, ben senin hilafetini tanımıyorum, sen sus! " dedi. Bunun üzerine Hazreti Ömer ne yaptı? Hiç kızmadan, tehdit etmeden, sükunetle oğluna: "Ya Abdullah! Kalk cevap ver" dedi. Oğlu kalktı. Dedi ki: "Vatandaşlar, görüyorsunuz. : " dedi, "Benim üzerimde sizinki gibi kısa bir ceket te yok. Ben hissemi babama verdim. Babam da bir cübbe yaptı. " bunun üzerine Ömer:
 "- Ne dersin? "
 Diye sordu o vatandaşa. Ve vatandaş cevabında:
 "- Peki: " dedi. "Anladım, hırsız değilmişsin, Ömer. Otur şimdi, söyle, dinliyeceğim. " dedi.
 Vatandaşlar! . . . İnsanlık tarihinde, bizim yakından tanıdığımız halkçı idare üç dört günde icat edilmiş bir şey değildir. Bizim, en müstebit sultanların zulüm yaptığı Şark memleketlerimizde dahi, öyle büyük geleneği olan bir demokrasi 1400 yıl evvel kurulmuştur. Biz hala bugün, o kadar kuvvetli demokrasinin vücudunu hayranlıkla:
 "- Acaba var mıymış? Nasılmış? Ah! Ben de öğrenebilsem. . " diye arıyoruz. Hepimizin, şu mübarek tanrı evinde, beş vakitte dualarla andığımız hayat, özlediğimiz şey: O büyük insan demokrasisi değil mi?
 Lakin ondan sonra ne oldu, vatandaşlarım? Daha Muaviye denilen zat Suriye valisi iken, o büyük demokrat Hülefayi Raşidiyn'nin memleketteki izlerini silmeye çalıştı. Muaviye kimdi, bilir misiniz? Muaviye, Kureyş'in para ile Müslüman olmuş büyük bezirganlarından Ebü Süfyan'ın oğlu idi: . . İşte, bizim Şark memleketlerimizde vatandaşla devlet arasında ilk zehiri koyanlar. . Bu, 1400 sene evvel para ile Müslüman olmuş bulunanlara "Müellifetül-kulub" mü diyeceksiniz? . . O Müellifetül-kulub, hatta, Kur'an i Kerim'in bile içinde, tahsisat alma haklarını kazanmışlardı. . . İşte bu adamlar, memlekette kendi bezirgan kârlarını, kendi bezirgan ruhlu çocuklarını ilerletmek için, vatandaşlara karşı suikast hazırlarken. . ilk işleri, o demokrat devlet başkanlarını, Hülafayi Raşidiyn'i ortadan kaldırmak olmuştu. Ve derebeğilik ondan sonra başladı.
 1400 sene, mütemadiyen derebeğilerin ardarda gelişi ile, insanlar adeta hak aramaktan korkar hale geldiler, ve siyaset demekten korkar hale geldiler. Bugün vatanımızdaki fakir fukaranın "siyaset"in sözünden korkmalarının baş sebebi, o büyük geleneği silmiş olan Şark derebeyliğidir. (Osmanlıca'da siyaset sözünün lugat karşılığı bile "adam asmak" anlamına geliyordu! ). Bugün, Osmanlı İmparatorluğundan, maalesef bize hala o kötü terbiye: Siyasetten kaçmak, hakkını aramamak gerektiği gibi kötü adetler. . hâla intikal etmiş bulunuyor. Ve biz hâla memleketin idaresini yalnız birkaç büyük bezirganın yapabileceğini zannediyoruz. “
Toplumu anlamak için teoriyi ve tarihi, bunun bir yan ürünü olarak da İslamiyet’i anlama; kitlelerle bağ kurabilmek, tecritten kurtulabilmek için legalitenin en küçük olanağından yararlanma ve bunların bunalmış işçilerle onların en yoğun olduğu noktada buluşması.
Şimdi, burada anlatılanların içeriğinde biraz yoğunlaşalım. Burada anlatılanın içeriği nedir? Kıvılcımlı “Paris Komünü Tipi Devleti” anlatmaktadır. Lenin’in Devlet Ve Devrimde anlattığı ve unutulmaktan kurtardığı; Marks’ın Fransa’da İç savaşta anlattığı devleti; yani ezilenlerin üzerine bir baskı aracı olarak yükselemeyecek ve küçük ezen azınlığın baskısının aracı olamayacak; büyük ezilen çoğunluğun iktidar aracı olabilecek; ondan bağımsızlaşamayacak bir devleti anlatmaktadır. Bir diğer deyişle “Proletarya diktatörlüğü”nü.
Kıvılcımlı’nın Ergin Halifeler devrine ilişkin anlattıkları, kelimesi kelimesine Marks’ın yazdıklarıdır. Veya Vatan Partisi Programı’nın Ucuz Devlet başlığı altında sıraladığı taleplerdir. Diğer bir ifadeyle gerçek iktidarın halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olduğu; proletarya diktatörlüğünün özgül biçiminden başka bir şey olmayan Demokratik Cumhuriyet’tir.
Ve bu hiç de öyle soyut olarak anlatılmamaktadır. Tıpkı Vatan Partisi Programı’nda olduğu gibi, işsizlik ve pahalılığın var oluşu ve kaldırılmasıyla bağlantı içinde anlatılır. Pahalılığın nedeni, fazla para basmaktır, Niçin basılır? Çünkü devletin masrafları gelirinden fazladır. Niçin fazladır? Çünkü pahalı ve baskıcı, askercil bir devlet cihazı vardır. Yoksulluğun nedeni de aynı cihazdır. Bu cihazın baskıları ezilenlerin örgütlenme ve direnmesini engellemektedir. Yine buna yapılan harcamalar nedeniyle üretim artışı ve refaha yatırılacak kaynaklar harcandığı için gelişme olmamaktadır ve bağımlılık artmaktadır.
Bunun mantıki sonucu, acil yapılması gereken, ana halka, bu günkü var olan baskıcı, bürokratik, militer devlet cihazının tasfiyesidir. Yani diğer bir deyişle; Demokratik Cumhuriyet. Demokratik Cumhuriyet, Meclis’e girmek ve onda çoğunluk sağlamakla ortaya çıkan bir şey değil, bu çoğunluğun, gerçekleştirmek için mücadele edeceği hedeftir.
Şimdi bir de bu günün, aynı yerde miting yapan “Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu”nu oluşturan tarafların hedef ve vurguları göz önüne getirilsin: Avrupa Birliği’ne Hayır veya Evet; Savaşa Hayır; IMF’ya hayır. Hiçbir somutluğu olmayan ve gerçek hedefi gözden kaçıran; sanki o olmazsa mümkünmüş hayali yayan sözler ve sloganlar. Demokratik bir Cumhuriyet hedefi, yani bu günkü baskıcı, pahalı, bürokratik militer devlet cihazının tasfiyesi talebi ve bunun somut ifadeleri; bunun işsizlik ve pahalılıktan kurtulmakla hayati ilişkisi yok.
Bu olmayınca, Blok, İstanbul’un ellilerde Eyüp Sultan’da, bu gün AKP’de toplanan işçi sınıfının en gerici gibi görünen en devrimci tabakalarını kazanma; onlarla ortak bir dil bulma şansı bulamaz. Ve İstanbul’u feth edemez.
Kürt Ulusal Hareketi, adeta çürüyen medeniyete bir barbar akını, bir tarihsel devrim gibi; yüzlerce yıl sonra, aynı yerde bu çürümüş İstanbul’u yeni bir fetih denemesine girişirken, İşçi hareketinin bu tarihsel deneyi ve teorik kazançlarını hor görmez ve onun programını kendi programı yapmayı becerebilirse, Bizans’ın kapıları ona açılır. Bizans da Orta Doğu ve Balkanlar’ın kapısıdır.
Ama bu günkü dünyada, böyle bir değişim, bir sosyalistin kendi başına hedefi olamaz. O demokratik bir Cumhuriyet’in bu günkü dünya koşullarında, kendini ulusun tanımından dil, din, kültürü dışlamakla sınırladığı takdirde, sadece imtiyazlılar arasına katılma sonucunu vereceğini bir an bile aklından çıkarmadan; hareketin içinde kendi ulusal olan ile politik olanın bağını koparma bayrağıyla yer almadığı takdirde; demokratik hareketin aşırı sol kanadı olmaktan başka bir işlev göremez.
Türkiye’nin sosyalistleri ise, bu soruna henüz öyle uzak ki?
Kendilerinin soruna uzaklığını, sorunun kendilerine uzaklığı gibi kavrıyorlar. Yanılıyorlar.
Yarın öbür gün tarihin hızlandığı günler geldiğinde, en küçük bir hazırlık olmadan bu sorunla karşı karşıya geldiklerinde ne yapacaklarını bilemeyecekler.
Tarihin ilginç bir rastlantısı: İstanbul’un başkenti olduğu çürümüş uygarlığa (Bizans) saldıran “barbar akınları”nın (Osmanlı) sembolik yerinin aynı zamanda; Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketinin ilk gerçek buluşmasının ve modern İşçi Hareketinin de aynı şekilde sembolü olan Eyüp’ün, bu gün Demokratik karakterdeki Kürt Ulusal hareketinin de İstanbul’u fetih için toplanma yeri olması. 
26 Ekim 2002 Cumartesi
Yazıları e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:

Hiç yorum yok: