14 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma, “İş Kazaları”, Mutlak Devlet ve Kapitalizm

Soma çocukluğumun geçtiği, kişiliğimin şekillendiği yerdir. Çocukluğum bu madenci kasabasında, maden işçileri arasında geçmişti. Biz işçi çocukları, kömür kamyonlarının seslerinden hangi marka olduğunu bilme ve kimin olduğunu çıkarma oyunları oynardık. Yıllar sonra Emil Zola’nın Germinal romanını okuduğumda çocukluğumun dünyasına geri dönmüş gibi olmuştum.
Maden İşçileri ocakta kafalarındaki kasklarının önüne bir lamba takarlar. O lambanın enerjisi bellerindeki aküden gelir. İşçi ocağa girmeden önce, kendi markasını verip bir lamba alır. İşten çıktığında da teslim eder markasını alır. Bu akülerin her gün bakımı ve yeniden şarj edilmesi gerekir. Babam bu işin yapıldığı lambahanede ustabaşıydı.
Önceleri maden ocaklarında (benim çocukluğumda özel ocaklarda da) karpit lambası kullanılırdı. Bir devlet işletmesi olan o zamanın Garp Linyitleri İşletmesi’nde ise elektrikle çalışan modern lambalar.
Lambalarda yansıyan fark aslında iş koşullarının tümünde görülebilirdi.

Karlılık kapitalizmin esas motorudur. Kar biricik hedef olunca, bunu arttırmak için masrafları düşürmek gerekir. Masrafları düşürmek için ise, işçileri daha kötü şartlarda, daha ucuza çalıştırmak; üretim masraflarını iyice kısmak.
Bütün bunlara karşı işçilerin direnmekten başka çaresi yoktur. Ama direnmek birleşmek ile olur. Birleşmek ise ancak demokratik bir ortamda mümkündür. Bu nedenle işçiler dünyanın her yerinde ve her zaman demokrasinin en büyük savunucuları olmuşlardır. Kendilerini savunmak için demokrasiye ihtiyaçları vardır. Bugün Avrupa Demokrasisi diye tanımlanan rejimlerin ve ülkelerin hepsi aslında işçilerin mücadeleleriyle ortaya çıkmışlardır.
İşçilerin örgütlenmesi ve Demokrasi birbiriyle bağlıdır. İşçiler ne kadar örgütlü ise o ülke o kadar daha demokratiktir. Ne kadar demokratikse o işçiler o kadar kolay örgütlenebilirler. İşçilerin örgütlerini sadece sendikalar olarak algılamak yanlıştır. İşçilerin esas etkili örgütleri Sosyal Demokrat ve Komünist partiler olagelmiştir. Kuzey Avrupa’da Sosyal Demokrat, Güney Avrupa’da Komünist Partiler, işçilerin en etkili savunma araçları olmuşlardır. İşçiler iktidara geldiklerinde ille de sosyalizme geçmezler, iktidarda kalıp, kapitalizmi belli sınırlar içinde de tutabilirler ve o ülkedeki işçilerin çıkarına olabilir bu. İsveç gibi ülkelerdeki “sosyal devlet” tam da bunun ifadesidir. Aslında Avrupa’nın hikâyesi, iktidara gelmiş işçilerin kapitalizmi korumalarının ama aynı zamanda kendi haklarını geliştirmelerinin hikâyesidir.
Güney Avrupa ülkelerinde işçi hareketi daha militan ve kavgacıdır ama aynı zamanda daha bölünüktür. Bu militanlığına rağmen Güney Avrupa’da işçilerin hakları Kuzeydekiler kadar değildir. Bunun nedeni, Kuzeydeki sendika ve partilerin, bütün bürokratikliklerine rağmen genellikle tek bir örgütte birleşmiş olmalarıdır. Bir ülkedeki işçileri kapsayan tek örgüt genellikle her zaman bölünmüş ama militan bir işçi hareketinden çok daha etkili sonuçlar alır.
İşçiler gerek ekonomik, gerek sosyal, gerek politik olarak ne kadar elverişli konumdalarsa, o ülke o kadar zengindir ve gelirler arasındaki eşitsizlik o kadar azdır. Çünkü işçilerin hakları ve demokrasi arasındaki ilişkinin benzeri de demokrasi ile zenginlik ve sosyal adalet arasında da vardır.
Neden böyledir?
Çünkü demokrasi ve yüksek bir örgütlülük düzeyi, işgücünün fiyatçının yüksekliği demektir aynı zamanda. İşgücünün fiyatı yüksekse, kapitalist diğer kapitalistlerle rekabet edebilmek için emek üretkenliğini arttırmak; yani daha modern teknikle, daha çok makine kullanarak üretim yapmak zorundadır. Bu da modern tekniğin ve araçların kullanılmasını; bu yönde araştırma ve geliştirmeler yapılmasını; bu modern tekniği ve araçları kullanabilecek ve üretebilecek kaliteli, yaygın ve yüksek bir eğitimi vs. zorunlu kılar.
Keza işçilerin örgütlülüğü, burjuvaziye daha büyük vergileri; daha iyi bir kontrolü; vergilerden ezilen sınıfların refahına daha büyük harcamalar yapmayı zorunlu kılar. Böylece refah ve gelir eşitsizliklerinin daha ılımlı oluşu, yani tipik bir batılı ülke resmi ortaya çıkar.
Yani sanılanın aksine batı ülkeleri zengin olduğu için demokratik değildir; demokratik olduğu için zengindir.  İşçi sınıfı örgütlenip haklarını iyi savunabildiği için o ülkeler demokrasiyi geliştirebilmişler; bu da işçilerin örgütlülüğünü ve haklarını arttırmış; bu da kapitalistleri daha modern makineler kullanmaya zorlamış bu da o ülkelerin zengin ve ileri olmasının yolunu açmıştır.
Yani amacınız o olmasa bile demokrasi için mücadele ettiğinizde aslında aynı zamanda o ülkenin zenginliği, refahı ve sosyal adaleti için mücadele etmiş olursunuz.  Bu her zaman nesnel olarak ortaya çıkan sonuçtur.
Bu değer yasasının bir sonucudur. Mutlak ve nispi artık değer arasındaki faktır bu b.ir yanıyla. İşçileri daha uzun ve yoğun çalıştırarak mı ucuza mal edilecektir mallar, yani mutlak artık değer artışıyla mı; yoksa daha modern teknik, daha yoğun makine kullanımıyla mı? Yani nispi artık değer artışıyla mı? İşçiler örgütsüzse ve direnemiyorlarsa, hiçbir güç kapitalisti daha modern teknik kullanmaya zorlayamaz; boğaz tokluğuna çalışan işçi ile ve eski makine ve teknikle üretim devam eder.
O halde, Türkiye’de toplum niye bu şarklılıktan çıkamıyor; niye demokrasi gelmiyor; niye geri bir ülke olmaktan çıkamıyor; niye böyle müthiş gelir farkları var sorularının cevabı niye işçiler Türkiye’de örgütsüz ve dağınıktır sorusunda gizlidir.
Şundan dolayı: Türkiye’deki devlet ve devletçilik, bu merkezsi bürokratik devlet, bütün anti demokratik ve keyfi yasaları ve idaresiyle; bu yapısıyla işçi sınıfının örgütlenip mücadele vermesinin önündeki en büyük engeldir. Yani aslında bu merkezi bürokratik, keyfi devlettir Türkiye’de kapitalistlerin böylesine hayasızca sömürülerinin nedeni. Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada ve geri ülkelerde de böyledir. Bu devlet parçalansa, bu merkezi ve bürokratik mekanizme yıkılsa, işçiler kendilerini savunabilirler.
Ayrıca bizzat bu devletin yaptıkları da işçilerin savunma ve birleşmelerinin önünde bir engeldir. Yüzyılın başında Hıristiyan halkları sürerek, öldürerek ve katlederek, aslında aynı zamanda işçi sınıfının en örgütlü ve modern kesimlerini de yok etmiş; geri kalan Müslümanları ise, öldürdüklerinin kimi kırıntılarıyla satın alarak, işçileri iyice örgütsüz bırakmış, günahına ortak etmiş, her türlü demokratik geleneğin kırıntısını işçi sınıfı içinde kazımıştır.
Türkiye’nin bütün diğer güney Avrupa ülkelerinden farkının ve burada örneğin bir Yunanistan'daki komünist Partisi gibi bir zamanların güçlü partilerinin bulunmaması ve şimdi Türkiye’nin çeyrek ve yarım yüzyıl geriden giderek nal toplamasının nedeni bu katliamlardır.
Bütün bunların sonucu olarak yeraltında yüzlerce işçi kalmakta ve ölmektedir.
Bu devlet olmasa, diyelim ki bu merkezi ve bürokratik devletin yerine, kuzey Avrupa’daki gibi bir burjuva devlet olsa; iş emniyeti standartları yüksek olur; bu standartlara kapitalistin uyup uymadığını yine bizzat işçi örgütleri denetler; merkezsi devlet değil. Türkiye’de denetlemeyi ise kim yapmış? Bu merkezi ve bürokratik devletin bakanlığı.
Yani demokrasi için mücadele ayrı zamanda iş kazalarına karşı bir mücadeledir de.
İşçiler, tek tek işkolları ve iş yerlerindeki mücadelelerinde, çok özel koşullar olmadıkça yenilmeye mahkûmdurlar. İşçiler, sadece tüm işçileri değil; tüm toplumdaki gayrı memnunları da birleştirecek bir programa sahip olduklarında ancak belli haklar kazanma yolunda bir mesafe kat edebilirler ve o zaman ancak böyle iş kazaları daha az olur; daha az insan ölür veya sakat kalır.
Bunun için de işçiler, tüm gayrı memnunların farklı mecralarda akan talep ve tepkilerini bir tek büyük nehirde birleştirmelidirler. Bu birleştirme ise ancak gerçekten tutarlı ve radikal bir demokrasiyi hedeflemek ve savunmakla olabilir.
Ancak insanların dili, dini, soyu sopu, cinsi veya cinsel eğilimi nedeniyle herhangi bir baskı ya da ayrımcılığa uğramadığı; devletin bütün bu konularda kör olduğu; devletin veya ulusun bunlarla tanımlanmadığı koşullar için bir mücadele tüm gayrı memnunları birleştirebilir. Bunun yanı sıra, ancak merkezi ve bürokratik devletin keyfiliğine karşı mücadele tüm işçilerin ve diğer tüm gayrı memnunların desteğini kazanabilir.
İşçiler, ancak dil, din, kültür, cins vs. bölünmelerine son verebildiğinde gerçekten iktisadi konum ve çıkarlara göre bir bölünme temelinde birleşebilir. Bu nedenle ancak gerçekten demokratik bir düzende sosyalizm hem bir zorunluluk hem bir olanak olarak ortaya çıkar.
Ve yine bu nedenle, işçi hareketi işçi hareketi olmaktan çıktığı ölçüde gerçekten işçi hareketi olur.
*
Kapitalizm öncesi toplumlarda, madenlerde “ekonomi dışı zor” aracılıyla cüceler çalıştırılırdı. “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” masalındaki yedi cücenin madenci olması, insanlardan uzak bir ormanda yaşaması, kapitalizm öncesi toplumlarda, yani basit meta üretimine dayanan toplumlarda, madenlerin işlenişinin gerçeğini yansıtır. Bizans ve Osmanlı’da Cüce olmak madenci olmaya yazgılı olmak demekti. Cüceler adeta bir kast durumundaydılar. Madenleri de genellikle Şark’ın mutlak devleti angaryayla çalıştırırdı.
Kapitalizm ile birlikte kapitalizm öncesinin ekonomi dışı baskısı ortadan kalktı ve onun yerini ekonomik baskı aldı. Artık “özgür” insanlar vardı. Tüm feodal bağlarından ve üretim araçlarından özgür. Günümüzün moda deyimiyle, artık bir “birey”dir. En küçük bir savunma mekanizması kalmamış, sadece çalışmaz, yani iş gücünü satmazsa aç kalacak insanlar, yepyeni bir tarihsel ve toplumsal kategori olan işçilerdirler. Loncaların veya kastların bağlarından da ve korumasından da özgür. Bu nedenle Kapitalist sömürünün ekonomi dışı zora, yani devletin zoruna ihtiyacı yoktur, kapitalizm öncesi sömürüden farklı olarak. Bu nedenle Das Kapital’de devlet diye bir  bölüm de bulunmaz.
Kapitalizm öncesinde dilencilik bile bir meslektir ve dilencilerin bile loncası vardır. Kapitalizmde ise işsiz herkes potansiyel veya fiili bir dilencidir, tabii dilenebilecek bir yer bulabilirse.
İş gücünün yaşı, cinsiyeti, ırkı, milliyeti, dini vs. onun ürettiği artı değer üzerinde hiçbir etkide bulunmaz. Bizlerin insanların eşitliği, çok kültürlülük vs. dediğimiz bugünün değerleri bütünüyle iş gücünün bu özelliği ile ilgilidir.
Bizler din, millet, kültür vs. eşitliği için mücadele ederken aslında tamamen kapitalizmde bütün artı değerin kökeninde bulunan meta olan iş gücünün bu özelliğine uygun bir politik düzenin inşası için davranmış oluruz.
Zaten tam da bu nedenle tüm bu biçimsel eşitlikler Kapitalizmi ortadan kaldırmaz ve daha mükemmel bir kapitalizme olanak sağlar.
Ama bu aynı zamanda işçilerin kapitalizme karşı birleşebilmelerinin de temel koşulunu sağlar. Bu nedenle burjuvazi kapitalizm için bu ideal ilişkiye karşıdır ve tam da bu nedenle işçiler bayraklarına her şeyden önce biçimsel ve hukuki eşitliği, yani Demokratik Bir Cumhuriyet’i yazarlar. Bu biçimsel eşitliği her şeyden önce işçilerin bölünmüşlüğüne son verip sınıf olarak birleşmenin koşullarını sağladığı için işçiler tutarlı (radikal) bir demokrasiyi savunabilecek biricik sınıftır. Bütün diğer sınıflar demokrasiyi radikal bir içerik ve biçimle savunmaktan uzaktırlar.
Kapitalizm’de kar, rant ve faizin kaynağında, işçilerin sahip olduğu ve gerçekleştirmek için satmak zorunda olduğu tek malın, işgücü denen mal (meta) vardır. İşgücü’nün kullanımıyla ortaya çıkan şey değerdir yani emektir. Emek, sadece ücreti değil, artı değeri de kapsar. Bu nedenle “emek en yüce değerdir” gibi emek güzellemeleri aslında burjuvazinin sloganlarıdır. Nasıl sosyalizmi sınıf mücadelesine indirgemek onu burjuvazinin kavramlarıyla ve burjuvazinin kabul edeceği bir biçimde savunmak ise, aynı şekilde emeğin savunusu ya da güzellemeleri de sosyalizmi burjuvazinin ufku içinde onun savunabileceği biçimde savunmak demektir.
Sınıf mücadelesini ve sınıfların varlığını da; emeğin değerin kaynağında bulunduğunu da burjuva düşünürlerin bulması bir rastlantı değildir. Bunları kabul etmek veya sınıf mücadelesi çağrıları yapıp emeğe övgüler düzmenin sosyalizmle ilgisi yoktur sosyalizmi burjuvaca savunmaktır.
Sınıfların varlığını ve mücadelelerini kabul etmek sosyalizm için yetmez; sınıfları ve mücadelelerini yok etmeyi ve bunun tarihsel olarak bir gereklilik ve imkân olduğunu savunmaktır sosyalizm.
Değerin yoğunlaşmış emek olduğunu kabul insanı sosyalist yapmaz; işgücü denen metaın tüm değerin kaynağı olduğunu kabul ettiğiniz, tüm diğer gelirlerin (kar, faiz, rant) kökeninde bu artı değer denen ödenmemiş emeğin bulunduğunu kabul ettiğinizde sosyalist olursunuz.
Bu değerin içinden işgücünün payı olan ücret’i çıkardığınızda geriye kalana artı değer denir ve bu artı değer de, kar (sanayi ve ticaret karı), faiz ve rant olarak paylaşılır. Bunlar da kapitalist toplumdaki temel sınıfları oluştururlar.
Bunlardan rantiyeler kapitalizmin işlemesi için gerekli olan bir sınıf değildir. Toprak da hava gibi su gibi bir üretim koşuludur. Aslında bütün topraklar kamulaştırıldığında kapitalizm ortadan kalkmaz, daha mükemmel bir kapitalizmin koşulları oluşmuş olur.
Ama burjuvazi, işçi sınıfından korktuğundan, ayrıca toprakları kamulaştırarak deliye taşı andırmak istemediğinden, yani işçilere kendilerinin de mülksüzleştirilebileceğini göstermek istemediğinden tarihsel olarak bu adımı atmaz ve atamaz. Dolayısıyla bu adımı atmak da yine işçilere kalır. Sanılanın aksine toprakların kamulaştırılması sosyalist değil, demokratik bir taleptir.
Aynı durum Türkiye gibi ülkelerde burjuvazi ile kapitalizm öncesinin yadigârı şark Devleti arasındaki ilişkide de vardır. Aslında soyut olarak, kendi egemenliğinin aracı olacak bir devletten çıkarlıdır burjuvazi. Ama nasıl Toprak sahipleriyle uzlaştı; iş ve güç birliği yaptı ise, bu merkezi, keyfi ve bürokratik devletle de uzlaşır
O halde Türkiye’nin politikasını şu ilişki belirler: burjuva sınıfının demokrasi korkusu ve gericiliği ile devletin mutlak ve merkezi yapısı. Burjuvazinin bu baskıcı güçlü devlete ekmek gibi su gibi ihtiyacı vardır. Merkezi bürokratik aygıtın da böyle kendisine dokunmayacak kendini “ele geçirecek” ve daha gerici yasalarla kendi keyfi yapısını güçlendirecek bir burjuvaziye.
Bu nedenle Türkiye’de devlet, yani kapitalizm öncesinin bir kalıntısı, Türkiye’de kapitalizm ve burjuvazi geliştikçe zayıflamaz, güçlenir.
Ham ruhların anlamadığı diyalektik buradadır.
Türkiye’de kapitalist ilişkiler geliştikçe, prekapitalizmin en büyük ve somut ifadesi olan merkezi, bürokratik ve keyfi devlet güçlenir. Türkiye Kapitalistleştikçe ve burjuvazi güçlendikçe, demokratik mücadele ve hedefler için mücadele gereği artar.
Bu nedenle, acil bir görev olarak antikapitalist sloganlar atmak; burjuvaziyi ve kapitalizmi lanetlemek; bu demokratik mücadeleden kaçmanın bir örtüsünden başka bir anlama gelmez. Türkiye’de ve dünyada kapitalizmi tasfiye edebilmek için önce prekapitalizmi tasfiye etmek gerekmektedir. Prekapitalizmin asli özelliği ağalar falan değil; ekonomi dışı zor ile artı ürüne el koyan, Sümerler çağından kalma devlettir.
Bu merkezi bürokratik devleti tasfiye en acil demokratik görevdir.
Ölen işçilerin bize vasiyeti, demokrasi için, en radikalinden bir demokrasi için mücadeledir.
Ancak o zaman sözlerimiz ve yaptıklarımız hamasi söz ve davranışlar olmanın ötesine geçebilir ve kalıcı bir mücadeleye dönüşebilir.
Demir Küçükaydın

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Hiç yorum yok: