16 Nisan 2014 Çarşamba

1 Mayıs İçin Yel Değirmeni Don Kişot’ta Yapılmış Bir Öneri

14 Nisan’daki olağan Yel Değirmeni Don Kişot’ta yapılan Pazartesi Forumu’nda gündem maddelerinden birisi 1 Mayıs idi. Orada söz alarak özetle şunları söylemeye çalıştım.
1 Mayıs, Taksim’de yapmanın kendi başına bir hedef haline geldiği bir mücadele olarak kalıyor. Taksim’in yasaklanması dolayısıyla da çatışmalar ve/veya Hükümet’i istifaya çağıran bir etkinlik olarak kalıyor.
Bu da, hem Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesi açısından; hem de genel olarak işçi hareketi ve 1 Mayıs’ın gelenekleri ve anlamı açısından son derece yanlış, etkisiz bir konumlanmaya, bir tuzağa düşmeye yol açıyor.
Çünkü bu biçimler ve konumlanışlar içinde, sosyalistler toplumun önünde yeni ufuklar açmıyor, var olan çatışmaların tuzağı içinde boğuluyor.
Öncelikle bu tarz politika yapma anlayışından uzaklaşmak gerekiyor.

Neden ve Nasıl?
Sosyalistlerin gücü ve etkisi, aldıkları oy oranlarıyla, çağrılarına cevap verenlerin ve onların mitinglerine gelenlerin sayısı ve gücüyle ölçülmez.
Sosyalistlerin gücü toplumun önüne getirdiği yeni sorunlardan kaynaklanır.
Sosyalistler 1960’larda da çok güçlü değildi. O zaman da yüzde üçten fazla oy alamıyorlardı.
Ama toplumun gündemini belirliyorlardı. Tüm susuş ve görmezden gelme çabalarına rağmen, herkes sosyalistlerin ortaya koyduğu sorunları tartışmak, onlara cevap vermek, o sorunlar aracılıyla onlara küfretmek, saldırmak zorunda kalıyordu. Gerçek zafer buydu.
İnsanlar sizin ortaya attığınız konuları tartışmaya; size küfretmeye başlamışlarsa, siz en önemli zaferi kazandınız demektir.
Çünkü bilimde olduğu gibi toplumda da esas derin ve önemli değişiklikler verilen cevaplardaki değişmeler aracılığıyla değil, değişen sorular aracılığıyla yürürler.
Sosyalistlerin tekrar bu entelektüel “saldırı inisiyatifini” ele geçirmesi gerekiyor.
Bu yapılamadan, bırakalım sosyalisti bir yana, en küçük demokratik bir değişim bile sağlanamaz.
1 Mayıs bunun bir aracı olabilir.
Elbette bugünkü Sosyalist örgütlerin taşlaşmış yapılarından böyle bir yaratıcılık ve inisiyatif beklemek ölü gözünden yaş beklemekten farksızdır.
Ama Gezi selinin son kalıntıları olan bu Forumlar, Dayanışmalar böyle bir yenilenmeye öncülük edebilir. Gezi’nin yaratıcılığı mücadele biçimlerindeki yaratıcılıktan içerikteki yaratıcılığa kaydırılarak sürdürülebilir.
Bu bakımdan bizler bu yapacağım öneriyi diğer forum ve dayanışmalara da götürerek (elbette bütün sol örgütlerin de gündemine sokmaya çalışarak.) bu yönde bir girişimde bulunabiliriz. En azından bunu tartışabiliriz.
Öneri şöyle:
Sosyalistlerin toplumun çok küçük ve etkisiz bir bölümünü oluşturduğu bir sır değil. Böyle az güç olduğunda, güçleri bir tek noktaya yığmak, daha etkili sonuçlar almayı sağlayabilir.
1 Mayıs gibi neredeyse bütün sosyalistlerin mobilize olduğu bir etkinlik, en azından toplumun gündemine can alıcı bazı sorunları getirmek, bu yapılamıyorsa geniş kitlelerin “kulağına su kaçırmak”; “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşünmek”; “deliye taşı andırmak” için değerlendirilebilir ve değerlendirilmesi gerekir.
Bu bağlamda Türkiye’deki ilticacılar, göçmenler, “yabancılar” konusu tüm güçlerin yığılacağı esas vuruş noktası olarak belirlenerek, bu son derece can alıcı konu gündeme taşınmaya; insanların kulağına su kaçırılmaya; olumlu anlamıyla, yani insanları alışılmış kalıpların dışına çıkararak düşünmeye zorlama anlamında, bir provokasyon yapmaya çalışılmalıdır.
Konu kabaca şudur:
Türkiye’de birkaç milyon göçmen, mülteci, “yabancı” var. Bunların herhangi bir hukuki statüsü bile bulunmuyor.
Bunlar İşçi Sınıfı’nın en alt kesimini oluşturuyorlar; bunların emeği tam anlamıyla bir köle emeğidir. Kısaca göçmenler diyebileceğimiz bu insanlar, Kürtlerden bile daha alt konumda; hiçbir sosyal ve hukuki hakkı olmayan köleler durumundadır. Kürtlerin en azından vatandaşlık hakları; oturma, çalışma hakları var. Kürtlerin üzerindeki baskı, dilleri yüzünden bir baskı. Alevilerin, dinsizlerin, Hıristiyanların üzerindeki baskı inançları yüzünden bir baskı. Ama bunlar en azından hukuki olarak yurttaşlık haklarına, yani ülke içinde bir yerden bir yere gitme, yerleşme, bir işte yasal olarak çalışma gibi haklara sahipler.
Ama bu göçmenler en basit insan haklarından bile yoksunlar. Yani örneğin Kürtlerin ve Alevilerin en azından yasal biçimde sömürülme hakları var. Bu modern kölelerin ise hiçbir hakkı; yasal biçime sömürülme hakları bile yok.
İşin kötüsü bizler kafamıza işlemiş ulusçuluk nedeniyle, bir ulustan olmamanın, bir ülkenin vatandaşı olmamanın, o insanı en sıradan insan haklarından yoksun bırakmasını son derece normal karşılıyoruz. Yani insan olmayı bir ulustan olmaya, bir ulusal devletin yurttaşı olmaya bağlayan ulusçular olduğumuz için bu durumu normal karşılama eğilimindeyiz.
Ama sadece bu nedenle değil, aynı zamanda bu köleleri bizzat bizlerin de sömürmesi nedeniyle, yani çıkarlarımız nedeniyle de bu köleliği görmezden gelme eğilimindeyiz. (Örneğin evlerimizde yaşlı, hasta ve özürlülerimize bakanlar genellikle bu köleler. Bu modern kölelerin bu durumundan çıkarlıyız. Onlar böyle köle emeği satma durumunda olmaza, evimizdeki yaşlıları bu kadar ucuza baktıramayız. Veya bu işçiler örneğin bir lokantanın arkasında bulaşıkçı olarak daha ucuza çalıştırılabildikleri için, daha ucuza yemek yiyebiliyoruz.)
Ve elbet bizlerin bu çıkarları ile ulusları normal kabul etmemiz arasında da bir ilişki yok değil.
Konu birçok bakımdan ele alınabilir.
Dünya işçi sınıfının birliği açısından.
1 Mayıs işçi sınıfının birlik mücadele ve dayanışma günü ise, işçi sınıfının bu en alt ve köle durumundaki kesiminin konumunu gündemleştirmek ve bunların en azından oturma ve çalışma haklarının garanti edilmesini sağlamak işçilerin en acil görevi olmalıdır. Bu aynı zamanda 1 Mayıs’ın geleneğine de uygundur.
Türkiye’deki demokrasi mücadelesi açısından. Örneğin bu insanların hakları için mücadele, Türkiye’deki geri ve ırkçı ulus anlayışının da sarsılmasına yol açar. Bir ulustan ve ulusun vatandaşlarına tanıdığı haklardan yararlanma, dil, din gibi bağlardan kurtarılıp; hak ve görevler bağlamına oturtulabilir. Yani bir insan Türkiye Toprakları içinde yaşıyorsa, Türk vatandaşlarının tüm sosyal haklarından yararlanmalıdır. Bu insanlar diyelim ki bir yıldır bir vergi veriyorsa, görevler hakları da doğuracağından, aynı zamanda vergilerinin ne olduğuna da karar verebilmeli ve siyasi haklara da sahip olmalıdırlar.
Tabii böyle bir yaklaşım bir noktadan sonra mantık sonuçlarına ulaştığında sadece bir dille, dinle vs. tanımlanmış ulusal devletleri değil, aynı zamanda genel olarak ulusal devletleri ve ulusları da sorgulamanın kapısını açar.
Yine hem Türkiye’deki demokrasi mücadelesi; hem de Suriye’deki acil gelişmeler açısından. Türkiye’de yaşayan insanların oturma ve yaşama haklarının sağlanması, hatta bunun gündemleştirilmesi, onları gizli istihbaratın, hem Türk devletinin hem de başka devletlerin caniyane planlarının aracı olmaktan çıkmalarını kolaylaştırır. Çünkü Türkiye özellikle Suriye’den gelen bu insanları, mülteci statüsü vermeden, sözde “misafirlik” adı altında gizli servislerin ücretli askerleri olarak kullanmaktadır.
Ekonomi politik ve İşçi Sınıfının durumu açısından. Bu kölelerin sosyal haklara sahip olması aynı zamanda onların ve Türkiye’nin vatandaşı olan işçilerin rekabet gücünü yükseltir; işgücünü daha iyi koşullarda satmasına yol açan, bu da sömürü oranlarının düşmesi, Türkiye’nin önceden yurttaşı olan işçilerin de koşullarının iyileşmesini sağlar.
(Burjuvazi açısından bile uzun vadede avantajlıdır. İşgücü fiyatının yükselmesi kapitalistleri mutlak artı değer oranı (daha ucuz işgücü, yani düşük ücret; daha uzun iş saatleri ve daha yoğun iş) yerine daha üretken emek (yani daha modern makineler) kullanmaya ve dünya pazarında rekabet gücünün artmasına yol açar.
Bu neden ve sonuçlar daha farklı alanlara da yayılıp daha ayrıntılı gerekçelendirilebilir.
O halde, örneğin 1 Mayıs’ta tüm sosyalistlere 1 Mayıs’ın ana vurgusu ve sloganı olarak, Türkiye’deki göçmenleri ana ve temel slogan olarak yükseltmeyi önerebiliriz. Bu hem 1 Mayıs’ın ve İşçi Hareketinin geleneğine, Hem Türkiye’deki Demokrasi Mücadelesinin İhtiyaçlarına, hem de Gezi’nin mirasına uygun bir davranış olur.
Örneğin şu slogan ve talepler acil bir çözüm olarak yükseltilebilir.
Türkiye’de yaşayan bütün mülteci, göçmenlere, derhal oturma ve çalışma hakkı (izini değil hakkı. Hak onların kaderini, izin veren memurların iki dudağı arasından kurtarır.)
Bu slogan şöyle bir sloganla tamamlanabilir. Örneğin bir yıldır çalışan, vergi veren ve bir ikameti olan, her göçmen ve mültecinin derhal siyasi hakları da verilmelidir ve isterse vatandaş olma hakkı olmalıdır.
Vuruş yönü bu noktalarda yoğunlaşan bunları öne çıkaran binlerce, yüz binlerce pankart, sloganlar, şehrin tüm duvarlarını kaplayan afişler düşünün. Taksim’e girip girmemek önemli değildir. Taksim’e gitmek için mücadele edenler, Türkiye’deki kölelerin haklarını duyurmak için oraya gitmeye çalışıyor olurlar. Burada Taksim’e ulaşıp ulaşmamanın hiçbir önemi olmaz. Yenilgi bile bir zafer olur.
Böylece hem içinde bulunulan tuzaktan çıkılmış, toplumun gündemine çok acil ve yaralayıcı bir konu (Özellikle bir milyona yakın “Suriyeli Mülteci” göz önüne getirilsin) tüm toplumun gündemine getirilmiş olur. Çok acil durumdaki Suriyeli göçmenler de muhtemelen kimi küçük kazanımlar sağlar böyle bir mücadeleden.
Böylece Türkiye’deki demokrasi mücadelesi için sağlam bir taş koyulmuş olur.
Böylece İşçi Hareketinin geleneklerine uygun davranılmış, bu devrimci gelenekler canlandırılmış olur.
Böylece milliyetçilik ve milletler sorgulanmaya başlamış olur.
Avantajlar saymakla bitmez.
Şöyle düşünelim.
Örneğin şimdiki durumda 1 Mayıs için Taksim’e gitmek ve orada 1 Mayıs yapmak kendi başına bir hedef olarak alınmış bulunuyor. Temel yanlış bu. Bu yanlışı göstermeyi deneyelim.
Bir an için varsayalım ki Hükümet birkaç yıl önce yaptığı gibi, 1 Mayıs alanını açtı, bu hedef bir anda boşta kalır.
Kaldı ki, Taksim’de 1 Mayıs yapmak, Türkiye’nim antidemokratik yapısında en küçük bir değişme anlamına gelmez. Hatta Hükümet için kendi hareket alanını genişleten bir manevra bile olur. Sosyalistler her zaman olduğu gibi, neredeyse bir festival ya da ayin havasında birbirinden güzel ve renkli olarak o alanı doldururlar bu anti demokratik yapıyı yokmuş gibi göstermenin konu mankenleri olurlar.
Yine bir an için varsayalım ki Hükümet 1 Mayıs alanını açmadı, en büyük polis şiddetiyle tüm gösterileri engellemeye çalıştı. Bunun üzerine her yerde sokak çatışmaları oldu. Akşama doğru yorgunluktan hepsi de söndü.
Bu durumda yine toplumun demokrasi mücadelesinde hiç bir değişim olmayacaktır. Saflar aynı yerinde kalacak, kemikleşme sürecek ve çıkmaz derinleşecektir. Bundan CHP gibi AKP gibi partiler var olan bölünme saflarını derinleştirerek karlı çıkacaklardır.
Ya da haydi şöyle düşünelim ve olmayacak duaya amin diyelim. Gezi öncesinde olduğu gibi, yüz binler sokaklara çıktı ve polisi, askeri falan püskürterek 1 Mayıs alanına girdi.
Bu da sadece bir moral vermekten öte hiçbir değişim sorucunu vermez. Bunu bizzat Gezi’de yaşadık. Aynı şekilde hükümet bir süre sonra tekrar o alanı tekrar ele geçirir ve Türkiye’de hiçbir demokratikleşmenin izi tozu olmaz. Gezi’nin kazancı Taksim’i ele geçirip orada iki hafta kalması değildi; insanların kafasında yarattığı değişikliklerdi. Ancak yukarıda önerilen gibi bir hedef ve yüklenme ile benzeri bir değişiklik sağlanabilir.
Ama bu alternatiflerin her birinin, Türkiye’de yaşayan her göçmen ve mültecinin oturma ve çalışma hakkı alması sloganıyla yapıldığını düşünelim. Esas vuruş yönünün bu olduğunu var sayalım. O zaman Taksime, girip girmemenin, polisle savaşı kazanıp kazanmamanın önemi ikincil olacaktır. Savaşın kendisi bir amaç olmaktan çıkacaktır
Varsayalım ki, bütün basın, Türk vatandaşları ve hatta işçiler bizlere karşı çıktı. Bunlar olmayacak şeyleri savunuyorlar. Dünyanın neresinde görülmüş böyle şeyler diye eleştiriyorlar. Polisin bizleri ezmesi için bizleri tutup polise veriyorlar. Bunlar vatan haini diyorlar.
Bu durumda bile sonuç ne olursa olsun biz kazanmış oluruz.
Çünkü bize küfredenler bile bizim dediklerimizi tartışıyor olacaklardır.
Ama en büyük kazanç başka bir noktada olacaktır.
Türkiye’de yaşayan milyonlarca göçmene devrimci ve demokrat bir işçi sınıfı davranışının örneği sunulmuş olacaktır. Onlar işçi hareketinin bir geleneğinden haberdar olacaklar, bu konular üzerine düşünmeye başlayacaklar ve ileride belki başka ülkelere gittiklerinde kendileri ulusal sınırları yıkmak için bir mücadeleye gireceklerdir.
Aşağı yukarı söylemek istediklerim bunlardı. Bir kısmını da söyledim. Bu konuda daha tartışılacak.
Arkadaşlar hazırlık olarak bu konuda benden literatür istediler. Bu bağlamda yazılar yollayacağım. Birkaç yıl önce yazdığım yine bu konuyla ilgili bir yazıyı bir başlangıç olarak altta yolluyorum.
 (Ama 24 Nisan’a kadar da Ermeni Katliamı ve bugün konusunu gündemleştirebilmek için de uğraşmak gerekiyor.  Bu nedenle 24 Nisan’a kadar 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapma, 24 Nisan’ı unutturmaya karşı direnme noktasına ağırlık vereceğim. Yani 1 Mayıs için önerdiğim stratejiyi 24 Nisan için uygulamaya çalışacağım. 24 Nisan’dan sonra ise, özellikle göçmen ve ilticacılar konusu öne çıkarılabilir.)
16 Nisan 2014 Çarşamba
Demir Küçükaydın

1 Mayıs’a Katılacak Sosyalistlere İki Somut Öneri

On yıl hapis, çeyrek yüzyıl da sürgün yaşayınca Türkiye’de kitlesel olarak kutlanabilen bir 1 Mayıs’a ilk kez geçen sene katılabilmiştim.
İlginç bir rastlantı sonucu uzun yıllar sonra ilk kez Taksim’de kutlanıyordu. Katılan kitlenin genel karakterini anlayabilmek için bir tek yerde durmayıp Mecidiyeköy’den Taksim’e hızla yürümüş, sonra da diğer yönlerden gelenleri ve alanda bekleyenleri gözlemeye çalışmıştım.
Sonuç olarak izlenimim,1 Mayıs kutlamasının aslında, sosyalizm ve enternasyonalizm ardına gizlenerek demokratik görevlerden kaçmanın, kaba veya rafine bir ulusalcılığın bir biçimi olduğu sonucuna ulaşmıştım. Güneş’in altında henüz yeni bir şey yoktu. Türkiye’nin solcuları ve sosyalistlerinin gerici milliyetçiliğe teslim olmuşluğu, tüm 1 Mayıs’a katılan kitleye damgasını vuruyordu. Hem sloganlarıyla, hem de katılanların sınıfsal konumlarıyla böyleydi bu.
Bir süre önce Newroz’a da katılmıştım. İstanbul’un en yoksul proleterleri ise Newroz alanında Zeytinburnu’nda bulunuyordu. Gerçekten demokrasi ve enternasyonalizm o ulusal bayramda çok daha fazla bulunuyordu. Tabii gören gözler için.
O günden bugüne değişen bir şey yok.
Üç örnek verelim, yeter.
1)      DTP’nin desteklediği bağımsız adayların veto görmesi üzerine Taksim’de yapılan ve Aksaray’a kadar giden sonunda gaz bombalarıyla dağıtılan protesto gösterisine katılan sosyalist bir arkadaş on bin kişi kadar katıldığını söyleyince, içimden, DTP Türkiyeli sosyalistleri aday gösterdi belki ondan dolayı biraz sosyalistler de katıldığı için böyle kalabalık olmuş olabilir diye düşünüp, “Türk sosyalistleri ne kadardı” diye sorduğumda, “en fazla üç yüz, beş yüz kişiydi” cevabını aldım. Görülüyordu ki Ertuğrul, Sırrı Süreyya ve Levent’in adaylıkları, en liberalleri bile ayağa kaldıran bu haksızlık karşısında Türkiyeli sosyalistlerin Kürtlerin yanında kitlesel bir katılımını sağlamaya yetmemişti.
2)      Birkaç gün sonra yanılmıyorsam Grup Yorum’un konseri olmuş ve ona yüz bin kişinin katıldığından söz ediliyordu. Bu Konser’den birkaç gün sonra da, Facebook’ta yıllar sonra Türkiye’ye dönmüş birisi, Aksaray’da Polis’in Kürtlerin direniş çadırların yaptığı saldırıları anlatırken, birkaç gün önce Grup Yorum’un konserinde yüz binler vardı, burada Polisin saldırısı karşısında Kürtlerin yanında onların binde biri yoktu diye yazıyordu.
3)       Bunlardan birkaç gün sonra da 24 Nisan’dı, Ermenilerin kitlesel katlinin ve bu katliam ile Anadolu’nun Müslüman ahalisinden Türk ulusunun ortaya çıkışının ve yaratılışının yıl dönümüydü. Aslında gerçek demokratik özlemleri yansıtan, sosyalistlere yakışan 1 Mayıs, 24 Nisan’a katılmaktır. Bu devletin, bu ulusun şeref verici nefretini ve şiddetini üzerine çekmektir. Ama sosyalistler, 24 Nisan anması yerine AKP’nin Nükleer santral yapmasına karşı Kadıköy’de eyleme gitmişler. İşin kötüsü, DTP’nin desteklediği sosyalist bağımsız adaylar da 24 Nisan anmalarında olacak yerde, Kadıköy’e gitmeyi tercih etmişler.
4)      Ve 24 Nisan’a gitmeyen sosyalistler şimdi 1 Mayıs’ta Taksim’e akacaklar. Bunun adı da enternasyonalizm ve “emekten yana” olmak olacak!
Şimdi bu “emekten yana” ve de “enternasyonalist” Türk sosyalistlerine iki önerimiz olacak.
Elbette, 24 Nisan gibi, şu son derece netameli, “iyi saatte olsunlar”ın hışmını insanın üzerine çekme sonucu doğurabilecek; sonra çoğunluğu oluşturan Müslüman kitleler ve milliyetçi orta sınıflarla ters düşme, onlardan tecrit olma gibi bir sonuca yol açabilecek, dolayısıyla onlara sosyalizmi anlatma imkânını ortadan kaldırabilecek konulardan uzak durmayı anlıyoruz. Ne de olsa “kitle çizgisi”, ya da “Suda balık” olmak gibi bir şeyler var. Sudan çıkmış balığa dönmemek gerekir. Her şeyin zamanı ve yeri vardır. Hele şu “üçüncü kutup” oluşturulup kitlelere sosyalizm anlatılsın, o zaman bu Ermeni ve Kürt sorunları zaten yan bir ürün olarak kendiliğinden hallolacaktır.
Kürtlere gelince, onlar da zaten Terörist ve de Stalinist, ayrıca Kürt sorunundan söz etmek de, sosyalistleri Türk milliyetçisi Türk işçilerinden ve orta sınıflarından tecrit edip onlara sosyalizmi anlatma imkânını ortadan kaldırır.
Bu gibi kaygıları anlıyoruz. Hatta Kürtlerden ve Ermenilerden uzak durup, Kürtlerin ve Ermenilerin adını anmamayı çok “zekice” bir taktik olarak görüyoruz.
Bu nedenle işin içine Ermenileri ve Kürtleri katmadan, hem enternasyonalizmin sembolü ve kanıtı hem de milliyetçiliğe karşı başka bir pratik ve somut bir öneride bulunacağız.
*
Biliniyor, Türkiye’de yüz binlerce, belki de birkaç milyon, Doğu Avrupa’dan, Afrika’dan ve Asya’dan gelmiş, hiçbir hakkı olmadan, köle gibi boğaz tokluğuna çalıştırılan bir Göçmen İşçiler kitlesi var. Bunlar Türkiye Proletaryasının en alt, kölelik şartlarında çalışan ve yaşayan kesimini oluşturuyorlar. Tabi bunların ne hukuki, ne siyasi, ne sosyal hiçbir hakları olmadığından en kötü koşullarda çalışıyorlar.
İşçi hareketinin ve Enternasyonalizmin klasik temel sloganlarından biri, işgücünün serbest dolaşımı ve bulunduğu ülkedeki tüm siyasal, sosyal ve hukuki haklardan yararlanmasıdır.
Bu hem işçilerin arasındaki bölünmeyi kaldırır, hem de iş gücünü, hiçbir hakkı olmayan bir işgücünün “haksız rekabet”inden korur ve işçilerin gelir ve hayat seviyelerinin yükselmesini sağlar.
Bu durumda hem enternasyonalist hem de işçici ve emekten yana şu sloganı bütün 1 Mayıs’ta Taksim’e gelecek sosyalistler yüz binler halinde haykırabilirler:
Türkiye’de bulunan tüm göçmenlere Türk vatandaşlarına has tüm hukuki, siyasi ve sosyal hakların derhal tanınması. Göçmen İşçilerin Köleliğine son!
Hem Enternasyonalist, hem emekten yana, hem işçici, hem Kürtleri ve Ermenileri işe karıştırmıyor, sonra öyle bölünme tehlikesi falan da yaratmıyor. Yani tam da sınıfçı ve de enternasyonalist Türk sosyalistlerinin yüreğine ve ağzına ve 1 Mayıs’a layık bir slogan.
Bu sloganı yüzlerce pankarta, flamaya, bayrağa yazıp yüz binler olarak Taksim’e aktığınızı bir düşünün. Çılgın bir hayal kurun! Çılgınlık sadece burjuvaziye has olmamalı, işçiler ve sosyalistler de çılgın olmalı ve bu çılgın olma hakkını kullanabilmeli.
Afrikalı, Doğu Avrupalı ve Asyalı göçmenlerin kalbinde ve o ülkelerdeki emekçilerin aklında, Fethullahçıların devlet destekli okullarından bin kat daha derin izler bırakırsınız. O çok şikâyet ettiğiniz Fethullahçılığa karşı böylece geçekten dünya çapında bir mücadele de yürütmüş olursunuz.
Fehullahçılar o ülkelerin burjuvalarını ve yüksek bürokratlarını ve Türk devletinin iş birlikçilerini yetiştiriyor. Türk sosyalistleri de onların karşısında o ülkelerin işçilerinin içinde enternasyonalist bir örnek aracığıyla sosyalist ve enternasyonalist bir eğitim başlatmış olur.
Ve emin olun, eğer bunu yapabilirseniz, gelecek 1 Mayıs’larda yüz binlerce Göçmen İşçi Taksim’e akacaktır. Taksim’deki 1 Mayıs, gerçekten, burjuvazinin dünya şehri yapmak istediği İstanbul, buna layık, dünya işçilerinin şehri olur ve enternasyonal bir İşçi Bayramı kutlar hale gelir.
İkinci öneri de bu taleple bağlantılı.
Biliniyor Festus Okey diye bir Afrikalı göçmen işçi Türk Polisince Keyfi bir biçimde öldürüldü ve Türk mahkemeleri bu cinayetin üstünü örtmek ve cezasız bırakmak için elinden geleni ardına koymuyor.
Bu sefer lütfen, Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin ve diğer “şehitlerin” resimleri, isimleri ile yürümeyin. Herkes bir sembol olarak Festus Okey’in resmiyle yürüsün. On binlerce Festus Okey resmi olmalı.
Bu da enternasyonalist bir “şehit” anlayışını yerleştirecektir. Festus Okey de ne Kürt ne de Ermeni. Yani korkacak bir şey de yok, “kitlelerden tecrit olmaya” yol açmaz.
Ayrıca Hem Mahir’i Hem Deniz’i tanımış bir insan olarak, sizi temin ederim ki, onlar bunu kendi anılarına en uygun davranış olarak göreceklerdir, eğer bir öte dünya varsa ve oradan Taksim meydanına bakıyorlarsa. Ektiğimiz tohumlar nihayet yeşerdi diyeceklerdir.
Özetle, çok basit, hem enternasyonalist hem de emekten yana, hem işçi hareketinin geleneğine uygun; hem bugünkü globalleşmeye, hem AKP’ye hem Fethullahçılara, hem de Türk Milliyetçiliğine karşı; hem de Kürtleri ve Ermenileri işe karıştırmayıp, sosyalist yapacağınız kitlelerdeki ön yargılara takılıp sizi tecrit de etmez.
Yani bir taşta on sosyalizm ve enternasyonalizm kuşu vurabilirsiniz.
Çok basit Festus Okey’in resimleri ile ve Türkiye’deki tüm göçmen işçilere derhal Türk vatandaşlarının sahip olduğu tüm sosyal, ekonomik, hukuki ve siyasal hakların verilmesi pankartları denizi.
Bu kadar basit.
Haydi, bakalım “Emekten yana”, “Sosyal Cumhuriyet”çi, “Enternasyonalist” Türk Sosyalistleri!
Gösterin kendinizi!
Mahcup edin size şu milliyetçi, ulusalcı diyenleri.
Ve en başta beni.
Demir Küçükaydın
28 Nisan 2011 Perşembe


Hiç yorum yok: