23 Ocak 2014 Perşembe

Marksizm ve Din (2) - Modern Marksizmde Din Kavramı ve "Zındık Marksizmin" Katkıları

Marksizm'in Aydınlanmaya göre, ayırıcı özelliği, bizzat Marks’ın da belirttiği gibi,  sınıflar ve sınıf mücadelesi açısından tarihe ve topluma bakması değildir; toplumun yapısına ilişkin, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözü’nde söyledikleridir. Sınıflar ve sınıf mücadelesinin varlığı Marks’tan önce Aydınlanmacı veya burjuva Tarihçiler tarafından bulunmuştur. Marks’ın teorisi bunu içerir ama aşar. O Önsöz’de görüleceği gibi, Marksizm, toplumun Yapısı’nın analizidir ve bu yapının tarihsel hareketi nasıl oluşturduğuna ilişkin bir teoridir..
Mars’ın formüle ettiği biçimiyle, bu teoriye göre, Yapı içinde din bir “bilinç biçimi” veya bazan da “ideoloji” olarak tanımlanarak, üstyapının içine yerleştirilmekte; bu bağlamda sınıf mücadelesine bağlanmaktadır.

Aslında sorun daha genel bir sorunun alt başlığı gibidir. Marks Yapı’nın Tarihsel Hareketi nasıl oluşturduğunu açıklarken, yapının nasıl tarihsel öznelere dönüştüğü sorunuyla karşı karşıyadır. Yani üretici güçler gelişmelerinin belli bir aşamasında var olan üretim ilişkileri ve üstyapıyla çelişkiye düşüyorlar ve sonra bir devrim oluyor diyor teorinin ilk önermeleri; ama üretici güçler cansız nesnelerdir, sabanlar, traktörler, taş baştalar devrim yapamaz. Üretici Güçlerin bir grup insanın eyleminde ete kemiğe bürünüp toplumu değiştirmesi gerekir. Marks bu sorunu, “devrimci sınıf en büyük üretici güçtür” diyerek çözer.
İşte din de sınıf mücadelesi aracı olarak böyle yapıya bağlanır, aynı çözüm çerçevesinde, bir bakıma onun alt başlığı olarak.
Ancak tıpkı Yapı’nın devrimleri yapan ve tarihsel hareketi gerçekleştiren Özne’ye bu şekilde bağlanmasının, çözdüğünden daha çok sorun yaratması ve bu sorunların klasik Marksizmi boğması gibi (Bu konuda “Marksizmde Yapı ve Özne Sorunu, Eleştirisi ve Çözümü” adlyı yazılarımız incelenebilir.) din konusu da çözdüğünden çok daha fazla sorun yaratır. Aslında din teorisi konusundaki sorunlar özünde yapı ve özne konusundaki sorunların özgül bir görünümünden başka bir şey değildirler.
Din özgülündeki bu sorunlar kısaca söyle özetlenebilir.
Eğer din, bir “bilinç biçimi” ve/veya “ideoloji” dolayısıyla sınıflar ve sınıf mücadelesiyle ilgiliyse, sınıfsız toplumlarda, sınıflar olmadığından, tıpkı devletin olmaması gibi, din olmaması gerekir.
Ama sınıfsız toplumlarda da din vardır. Dini sınıf mücadelesine bağlı olarak ele alma sınıfsız toplumdaki dini açıklamakta işe yaramaz ve bu açıklamanın çok temel bir yanlış içinde bulunduğunu gösterir..
Bir başka sorun da şudur: Kapitalizm öncesinde neredeyse her şey dinseldir. Bugünkü toplumda ise sanki dinin pek işi ve yeri yok gibi görülmektedir. Kapitalizmin temel farkı nedir de böyle görülmektedir? Kapitalist veya Kapitalizm öncesi uygarlıklar, ikisi de sınıflı toplumlar olduğuna göre, modern toplumda dinin durumunu açıklamak için, sınıfların varlığından öte başka bir şey söz konusu olmalıdır.
Evet, sınıf mücadelesi veya parti (tarikat) anlamı, dinin bir başka ve sosyolojik kullanımıdır ama bu yetersiz kalmaktadır dinin ne olduğunu anlamakta.
Din kavramının, buraya kadar ele alınanlardan bir başka anlamı daha olması gerekir. Nedir bu din? Bu öncekilerin dışına taşan, onlardan farklı olan anlam nedir?
Modern Marksizm’in Klasik ve Otantik Marksizmden esas büyük farkı tam da bu noktadadır.
Şimdi bu anlama gelelim. Buna dinin tüm üstyapı olarak tanımlanması diyebiliriz.
Ama bununla ne kastedildiğin anlayabilmek için, dinin tüm üstyapı olarak veya üstyapının bir unsuru olarak (“bilinç biçimi”, “ideoloji”) görülmesinin farkını, yani dinin iki farklı sosyolojik anlamını, bunun için de üstyapı kavramının ne olduğunu kısaca ele almak gerekiyor.
*
Her bilim üzerinde tüm diğer kavramların yükseldiği bir takım temel kavramlara sahiptir. Örneğin fizikte, zaman, uzay, hız, ivme, kütle, enerji, ağırlık, hacim; biyolojide tür, popülâsyon, sindirim, solunum, boşaltım, anabolizma, katabolizma, metabolizma, üreme gibi bazı kavramlar vardır. Sosyolojinin de çok temel kavramları vardır: üretici güçler, üretim ilişkileri, mülkiyet ilişkileri, (ekonomik) temel, üstyapı, ahlaki, hukuki, estetik, politik vs. gibi.
Aslında Marksist toplum teorisi çok basit ve sağlamdır. “İnsanlar varlıklarını sürdürebilmek için her şeyden önce yemek, içmek, giyinmek, barınmak zorundadırlar. Bunun için bir üretimde bulunurlar. Bu üretimi gerçekleştirirken kullandıkları araçlar ve yöntemler; üretkenlik düzeyini ve tüm iktisadi ilişkileri (üretim, tüketim, bölüşüm, dağılım, değişim) belirler. Hukuk, sanat, ahlak vs. gibi diğer toplumsal fenomenleri ve bunların farklarını anlamak için bu ekonomik temele bakmak gerekir.”
Marksizm bir tarih ve toplum teorisi olarak kabaca böyle özetlenebilir.
Yukarıda özetlenen, sınıflar ve sınıf mücadelesi paradigması içinde bir parti, ideoloji veya bilinç biçimi olarak Din’i ele alış, onu üstyapının bir öğesi, genellikle bir ideoloji veya “bilinç biçimi” olarak tanımlanır. Yani burada Din: ahlak, hukuk, sanat gibi, onlarla aynı kategoriden, onların yanı sıra bir şey olarak ele alınır.
Ancak bu ele alışın yukarıda değinildiği gibi birtakım sorunları vardır ve çözdüklerinden daha büyük sorunları otaya getirir.
Peki, eğer din bir “bilinç biçimi” ve/veya “ideoloji” ise, dinsizler “bilinç biçimsiz” ve/veya “ideolojisiz” mi oluyorlar?
Bilinç Biçimi” ve/veya “İdeoloji” sosyolojik kavramlarsa, din de bunlarsa, en azından sınıflı toplumlarda, “dinsizlik” (“ideolojisizlik” veya “bilinç biçimsizlik”) mümkün olan bir durum olamaz. Çünkü kimse sınıflar dışı olamaz. Tıpkı ideolojisizlik olamayacağı gibi. Çünkü ideolojisizlik iddiasının kendisi bir ideolojidir.
Yani ahlaksızlığın da ahlaki bir olgu olması gibi; dinsizlik de dini bir kategori olmalıdır. Ama bu sadece hukuki bir kategori olarak mümkündür; yukarıda görüldüğü gibi, sosyolojik olarak değil. Din hukuki bir kategori ise, üstyapıya ilişkin sosyolojik bir kategori değildir.
Bir başka akıl yürütme, Din bir ideoloji ise, Faşizm, Komünizm, Liberalizm vs. ile aynı kategoriden bir şey demektir. O zaman kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda nasıl din varsa, bu ideolojilerin de olması gerekirdi, niye yoktular? Veya bunların olmaması gibi Dinin de olmaması gerekir.
Bir bilimin bütün kavramları birbiriyle iç tutarlılık içinde bulunmalıdır. Açık ki, dini bir bilinç biçimi veya ideoloji olarak tanımlamak, müthiş çelişkilere ve tutarsızlıklara yol açmaktadır.
Kavramların iç tutarlılığı açısından durum böyle.
Peki olgular bakımından ne alemde?
Olgusal düzeyde baktığımızda, din sadece bir ideoloji de değildir, klasik uygarlıklarda bile, insanların doğumundan, alacağı isme, mezarda nasıl yatacağından, nasıl ve ne zaman ne yiyeceğine veya yemeyeceğine, nasıl evleneceğine, boşanacağına, kazancını veya ürettiğini nasıl tüketeceğine, mirasının kime ve nasıl kalacağına; artı ürünün nasıl dağıtılacağına; iyi ahlakın ne olduğuna; sanatın nasıl olduğuna veya olması gerektiğine kadar, neredeyse tüm toplumsal üstyapı alanına giren her şey dinseldir.
Öte yandan sadece sınıflı toplumlarda ve uygarlıklarda böyle değil; tüm sınıfsız toplumlarda da böyledir. İdeolojinin sınıfsız toplumda olmadığı ve olamayacağını bir yana bıraksak bile din fiilen tüm toplumsal yaşamı düzenlemektedir.
Yani olgular da “ideoloji” veya “bilinç biçimi” kavramına sığmamaktadır. Hem dinin sınıfsız toplamda da var olması nedeniyle; hem de neredeyse tüm toplumsal ilişkilerin ve yaşamın dinsel olması nedeniyle.
Buralardan ilk elde şu sonuçu çıkarmak gerekir: demek ki dini “bilinç biçimi” ya da “ideoloji” olarak tanımlamak, an azından din denen olgunun tüm yönlerini kapsamamaktadır.
Bir başka sonuç da şu olur: kapitalist veya modern toplumda antik veya sınıfsız toplumlarda bütün dinsel görünen alanlar din dışı göründüğüne göre, bunu nasıl izah edeceğiz?
Bunlar gerçekten din dışı mıdır? Eğer öyle ise, modern toplumda neden böyledir?
Yok, öyle değilse, modern toplumda da din dışı görünenler dinselse bu din denen şey nedir? Modern toplumun bir dini var mıdır? Varsa bu din nedir?
Keza başka ikinci dereceden sorunlar da vardır. Din teori ve kavramımız bunları da açıklayabilmelidir. Örneğin birini belirtelim.
Eğer din bir ideoloji ise, sınıflar ve uygarlıklar Çin’den Magrip’e kadar her yerde var olduğuna göre, niye tek tanrılı dinler hep orta doğuda ortaya çıkmıştır? Niye Çin’deki dinler tanrısızdır da Hindistan’da binlerce tanrı vardır? Niye sınıfsız toplumlara hiç peygamber gelmemiştir. Eğer din bir ideoloji ise, niye bu ideoloji orada öyle burada böyle bir biçim almıştır?
Yani Din’i ideoloji olarak tanımlamak, elbet bazı toplumsal olguları anlamaya yaramakta ama çözer göründüğünden daha fazla sorun ortaya çıkarmaktadır. Eksik veya yanlış olan bir şeyler vardır bu tanımda. Ortada hala dinin kapsamına giren ama ideoloji veya sınıf mücadelesi aracı bir parti olarak din kavramının kapsamadığı bir yığın olay vardır. Bunlar nedir? Bunlar nasıl izah edilebilir?
*
Modern Marksizm'in katkısı ve cevabı tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır: Din tüm toplumsal hayatı düzenler, üstyapının kendisidir, tümüyle üstyapıdır; üstyapının somut olarak varolduğu biçimdir cevabını verir.
Din tüm üstyapı, bir toplumun üstyapısının somut biçimi olarak tanımlanırsa, yani toplumdaki, hukuki, siyasi, estetik, ahlaki vs. her şeyin ancak din içinde anlaşılabileceği; dinin toplumun en temel bir yapı taşı olduğu gibi tamamen farklı bir anlayış ve bakışa geçilirse bütün bu yukarıda bir kısmı sıralanan sorunların hepsi bir vuruşta çözülmektedir. Ayrıca dinle ilgisizmiş gibi görülen, ulusz, yapı ve özne, başka bir uygarlık programı vs. gibi sorunları da bir vuruşta çözmektedir.
Ayrıca bu yaklaşım, bütün bilinenleri ters yüz eder. Bu ters yüz edişin çapını gösterebilmek için birkaç örnek verelim. Bunu bu önermeyi mantık sonuçlarına götürerek göstermeyi deneyelim.
Eğer din tüm üstyapı ise, bizzat din kavramının, bilim kavramanın vs. kendisi de ancak dinsel olarak anlaşılabilir demektir. Yani din kavramımız da dinseldir, bilim kavramımız da dinseldir.
Hâlbuki klasik bakışta, dini inanç olarak tanımlarken, din kavramımızın ve bilim kavramımızın da bilimsel olduğunu düşünüyorduk. Dini bilim dışı olarak tanımlarken bilimsel olduğumuzu varsayıyorduk. Bilim ve din zıtlık içinde koyuluyor ve kavranılıyordu.
Ama Din tüm üstyapıdır önermesiyle birlikte, hiçbir şey bu sosyolojik analiz kavramının, yani üstyapının, yani dinin dışında olamayacağından, bilim kavrayışının da ancak dinsel olduğu ve olabileceği gibi bir sonuç çıkar. Din bilim karşısında üstünlük kazanmakla kalmaz, bu kavram çifti arasındaki alışılmış zıtlık da ortadan kalkar. Çünkü Dinin tümüyle üstyapı olduğu bilimsel bir önerme ise, bu önermenin kendisi de ancak bir din (üstyapı) içinde var olabileceğinden, bu durumda din bir bilim, bilim bir din haline gelir. Çünkü Dinin tümüyle bir üstyapı olduğu önermesi aynı zamanda Modern toplumun dininin yüzündeki peçeyi kaldırarak onun dinsiz gibi görünüşünün de din olduğunu açığa çıkarmaktadır.
Bu önermenin kendisi de din dışı olamayacağından, ama aynı zamanda bir bilimsel önerme olduğundan, bu önerme aynı zamanda bilimsel bir din kuruluşunun ilk adımı olmaktadır. Yani sosyoloji, toplumun hareket yasalarının bilgisine dayanan bir üstyapı (Din) olmaktadır.
Bu noktada toplumun örgütlenmesi ilk kez bilinçsiz sezişler ve tarihsel eğilimlerin bilinçsiz sembollerle ifadesi olmaktan çıkmakta ve toplumun biçimi bilimsel olarak belirlenmektedir. Akıl veya bilim araçsal bir akıl olmaktan çıkarak, bu sosyolojik önermeyle, nesnel bir akla dönüşmektedir.
Bir başka akıl yürütme.
Tüm üstyapı din ise, din de analitik kavram olan karşılığı olan üstyapı gibi her toplumda olmalıdır, o toplumun temel bir yapısıdır; toplum olmanın organik bir bileşenidir. O zaman modern toplumun da bir dini olması gerekir. Bu din nedir? Bu toplumun dinsiz gibi görünüşü; bizzat bu toplumdaki din tanımının kendisi bu topumun dini olamaz mı? (Bu dinin neden modern toplumda bir hukuki inanç kavramı ile tanımlandığını hemen açıklar örneğin. Önceki dinlere inanç olarak, kişilerin özel sorunu olarak tanımlamak;  bunun için de bir özel ve politik ayrımı yapmak modern toplumun dinidir. Yani böylece dinin neden hukuki olarak özele ilişkin, inanç anlamıyla tanımlandığının da bir sosyolojik açıklaması yapılmış olur.)
Bir başka sonuç.
Üstyapısal değişmeleri anlamak için alt yapısal değişmelere bakmak gerektiği ilkesi uyarınca, bu, dinsel değişmelerin ve farkların maddi temeldeki, altyapıdaki değişmelere bağlı olarak anlaşılabileceği anlamına gelir. Kaza, yine Marksizme göre, devrimler altyapıdaki değişmelerin üstyapıdaki karşılıkları anlamına geldiğinden, devrimlerin din değişimleri olduğu ve olması gerektiği gibi bir sonuç çıkarmak gerekir. Kavramların iç tutarlılığı bunu zorunlu kılar.
Hâlbuki klasik anlayışta, modern devrimler dine karşı yapılmış gibi görünürler. Klasik anlayışta tarih adeta devrimsiz bir tarihtir. Son birkaç yüzyılın devrimlerinden başa devrim yoktur. Ama şimdi din değişmeleri ve dinlerin yayılışları, devrimler olarak ortaya çıkmakta dinler tarihi devrimler tarihi olmaktadır.
Tabii tarih dinler tarihi olarak ortaya çıkınca Peygamberler de devrimciler olarak ortaya çıkmaktadır.
*
Bu bir kaçına değinilmiş sonuçlardan görülebileceği gibi dini sınıflar ve sınıf mücadeleleri paradigması bağlamında ele almakla; toplumsal yapı paradigması bağlamında ele almak, her ikisi de sosyolojik olmakla ve aynı “Din” kavramıyla karşılanmakla birlikte, çok farklı iki din kavramına dayanmak demektir. Ve toplumsal yapıya ilişkin olan ikinci ele alış hem dini, hem de tarihi ve toplumu açıklamak için çok daha geniş olanaklar sunmakla kalmamakta tarih ve toplum kavrayışında bir tür “kopernik devrimi”ne yol açmaktadır..
İlk biçimiyle din kavramı da yanlış değildir. Ama o başka bir içerikle yüklüdür ve çok sınırlıdır. Başka bir olguyu karşılamaktadır, sözcük aynı olmakla birlikte.
Bu fark şöyle bir formülasyonla da açılanabilir. Klasik Marksizm, tarihi sınıflar mücadelesi tarihi olarak anlatır, ama bu tarihte sınıflar devrim yapamadığından, bu tarih devrimsiz bir tarih olarak kalır. Sadece bir parti işlevi görebilir din bu anlamda.
Tarihi, Yapı’nın dönüşümü olarak ele aldığında, yani dini üstyapı olarak tanımladığında, bugünkü ulaştığı kavramsal düzeyde, yani Modern Marksizm’de, tarihi dinler tarihi olarak ortaya çıkar; Tarih dinler tarihi olunca da aynı zamanda tarih devrimler tarihi olur.
Klasik Marksizm’de din sadece üstyapının bir öğesidir, Modern Marksizm’de üstyapının kendisidir, tümüdür. Klasik Marksizm’in din kavramı yanlış değildir ama eksiktir, başka olguları din olarak tanımlamaktadır.
Ve bu yaklaşım, aynı zamanda Marksizmi inmelendirmiş yapı ve özne çelişkisini de bir vuruşta çözer. Devrimleri sınıflar yapmaz; insanlar bir dinden başka bir dine geçerek yaparlar. Yapı ve Özne, din aracılığıyla bir ve aynı olgunun ike farklı görünümü olarak ortaya çıkar, sadeleşir. Din’in Üstyapının tümü olduğu önermesi, Sosyoloji’nin “Evren Formülü”, “Herşeyin Kuramı”  ya da eski deyimiyle “Birleşik Alanlar Kuramı”dır; tıpkı fizikteki dört temel kuvveti bir ilkede toplayacak kuramı gibi.
*
Şimdi bu yeni Din Teorisine nasıl ulaşıldığı; nasıl bir birikimle bu sıçramanın mümkün olduğu konusuna kısaca değinelim.
En başta, yanlış veya doğru olduklarına ve neden ortaya çıktıklarına hiç girmeden, İnanç kavramının hukuki ve epistemolojik anlamlarını ele almıştık. İşte bu anlamlara ilişkin alt üst edici, adeta birer “Kopernik Devrimi” yapan gelişmeler olmadan bugünkü Modern Marksizm ortaya çıkamazdı.
Şimdi inancın bu farklı anlamlarının ters yüz oluşuna ilişkin olarak zındık Marksizmin yaptığı katkıları kısaca ele alalım[1].
Önce, Epestemolojik ya da Felsefi diyebileceğimiz, İnanç (Akli olan ve olmayan) anlamı[2] ve zıtlığındaki alt üstlüğü görelim.
Biri kapitalist toplumun akli görünüşünü; diğeri kapitalizm öncesi toplumda dinin akıl dışı görünüşünü sorgulayan birbirinden habersiz ama farklı çıkış noktalarıyla birbirini tamamlayan ve destekleyici sonuçlara ulaşan iki büyük teorik katkı veya ilerlemeyi zındık Marksizm iki ayrı koldan iki farklı uçtan yola çıkarak gerçekleştrdi.
Bilindiği gibi, Aydınlanma kendini akıl yerine koyuyor; kendisinin karşıtlığını inanç (Din, hurafeler vs.) ve “karanlık Ortaçağ” üzerinden kuruyordu. Kendisiyle akıl çağı başlıyordu.
Başlangıçta işler iyiydi, teknik gelişiyor, emek üretkenliği artıyor; bu da “pozitif bilimler”e ve akla olan inancı pekiştiriyordu.
Ancak faşizmin ortaya çıkışı, insanların en modern tekniklerle kitle halinde öldürülmeleri gibi olgular, bu iyimserliği derinden sarstı ve aklın egemenliği nasıl oluyor da öyle akıl dışı toplumsal ilişkilere ve acılara yol açıyor sorusuna yol açtı. İyimserliğin yerini kötümserlik aldı; Devrimler “lokomotifler” olmaktan çıkıp “imdat frenleri” oldu[3].
Frankfurt Okulu” da denen “Eleştirel Teori”, yani Marksizm'in yaşayan eleştirel bir damarı, bu inanç karşısına koyulmuş aklın aslında araçsal bir akıl olduğu, bütün bu araçsal aklın, içinde doğru bir anlama sahip olabileceği, nesnel bir akıl bulunmadığını gösterdi.
Nesnel akıl, tümü kaplar, toplumun nasıl düzenleneceği, toplumsal var oluşun hedefi ve anlamı sorusuna bir cevaptır. Kapitalizm öncesi toplum ve o toplumda inanç denerek karanlıkla özdeşleştirilen Din, bilimi ve bilgiyi nesnel akla (Toplumsal düzene) göre tanımlar ve anlamlandırır, en azından böyle bir çabadır. Bu anlamda bir iç tutarlılığı vardır.
Ama nesnel akıl, (objektif idealizmdeki “Demiurgos”; Hegel’deki “Mutlak Ruh”);  ortadan kalktığı an (“Tanrı Öldü”), tek tek her şey kendi içinde çok akli ve bilimsel olabilir ama tümlük olarak toplum, fiilen tamamen kara ve kapitalist anarşiye göre şekillenir; amaç ve anlam bunlar olur. Tanrı (din) artık sermayenin ve karın hizmetindedir, kapitalizm öncesinde kar bile tanrının hizmetinde olduğu iddiasındadır ve ancak öyle var olabilir.
Yani bir fabrikayı son derece rasyonel planlayabilir ve orada hiç kayıp vermeden, son derece efektif ve emek üretkenliği yüksek üretim yapabilirsiniz. Ama yaptığınız üretim, toplumsal olarak saçma ve insanlığa zararlı bir şey olabilir. Yaşadığımız toplumda otomobillerden reklamlara kadar her şey böyledir. Bu rasyonalizm (akıl, bilim), insanları rasyonel yöntemlerle fırın ve gaz odalarında yok etmenin bir aracı olur. Gaz odaları son derece akli ve bilimsel olarak örgütlenmişlerdir. Hitler’in yaptığı tamı tamına buydu. Araçsal Akıl’dan (pozitif bilimler) “doğru bir hayat”ın nasıl olacağına dair hiçbir sonuca ulaşılamaz. “Yanlış bir hayat da doğru yaşanamaz.” (Adorno)
Yani Aydınlanma’nın epistemolojik iman ve akıl zıtlığındaki, aklın aslında akıl dışına vardığı, “aklın” ya da “bilim”in, o saçma dediği, “inanç” dediği dinlerden bile daha saçma sonuçlara yol açtığı, zındık Marksistlerce ortaya çıkarılmış bulunuyordu. Epistemolojik, dinle (inançla) zıtlık içindeki, akıl kavramı, sosyolojik olarak akıl dışı sonuçlara yol açıyordu. Sosyolojik olarak akli olmak ile epistemolojik olarak akli olmak çok farklı şeylerdi. Aydınlanma Sosyolojik bir olgu olan Din’e epistemolojik bir anlam vererek ve bu anlam kaymasıyla onu lanetliyerek; sosyolojik olarak dinin ne olduğunu açıklayamadığı için, lanetlediğinin lanetine uğruyor; kendisi epistemolojik olarak aklı temsil ederken sosyolojik olarak akıl dışına düşüyordu. Ceza suçun cinsindendir.
*
Bir yanda Eleştirel Teori, Aklın Akıldışı olduğunu gösterirken; diger yanda Kıvılcımlı Akıldışı denerek lanetlenmiş Dinin akli olduğunu göstererek; aynı yolu tersinden; tünelin öbür ucundan katederek ilişkiyi ters yüz ediyordu.
Kapitalizm öncesi toplumda da her şey dinseldir. (Kapitalizmde de öyledir ama bu bir üstyapı olarak din tanımıyla görülebilir hale gelir. Teorinin evrimini anlattığımızdan, o dönemde böyle görülmediği için bu ifadeleri kullanıyoruz). Dinin ne olduğunu anlamadan kapitalizm öncesi toplumu anlamak olanaksızdır. Kıvılcımlı ise kapitalizm öncesi toplumların hareket yasalarını bulmaya çalışıyordu. Bu nedenle, kapitalizm öncesi tarihin ve toplumların yasalarını inceleyen Kıvılcımlı, din ile her adımda karşılaşmak durumundaydı. Dinin ne olduğuna bakınca, klasik Marksist geleneğe uygun olarak onu sosyolojik bir olgu olarak ele alınca, en saçma gibi görünen şeylerin bile son derece rasyonel bir açıklaması olduğu sonucuna ulaştı. Bunu örneğin birçoklarının yanı sıra, İslam Tarihi ve Kuran üzerinden, örneğin en akıl dışı gibi görünen Allah’ın sıfatlarını (“Esma ül hüsna”) yorumlayarak gösterdi.
Sorun o saçma gibi görünenleri tarihsel bağlamı içinde bir sosyolojik olgu olarak ele almakta toplanıyordu.
Örneğin, Cennet hikâyesi bilinir. Bu hikayeden hareketle, İnsan Adem’den değil maymundan geldi türünden, imana karşı akıl zıtlığı içinde itirazlar yapılır. Ama Cennet hikâyesi, akıl inanç zıtlığında bir epistemolojik örnek değil; sosyolojikbir olgu olarak ele alınıp da şifreleri çözülünce, Cennet’in sınıfsız ve kitapsız (yazıyı, bilimi bilmeyen toplum) bir toplumun masumiyetini; Bilgi ağacının meyvesini yiyince cennetten kovulmanın uygarlığa, bilgiye ve sınıflı topluma geçişi temsil ettiği vs. görülür. Böylece saçma gibi, ancak inançla kabul edilebilir gibi görünenin, gerçek tarihsel sürecin aslına sadık ama çocuksu; ama son derece akli ve akılla kavranabilir bir tasviri olduğu görülür.
Böylece bu sefer, Aydınlanma’nın Ortaçağ karanlığı ile özdeşleştirip, inanç, dolayısıyla akıl dışı olarak tanımladığı din, tamamen akli bir olgu olarak ortaya çıkar. Epistemolojik olarak akıl dışı denen sosyolojik olarak aklidir artık. Tanrı doğa ve toplum yasalarını ifade eder; Tanrı, toplumun amacını ve anlamını temsil eden “nesnel akıl”dır.
Yani zındık Marksizm'in Kıvılcımlı damarı da bu sefer öbür uçtan yola çıkarak akıl dışının akli olduğunu göstermiştir. Bir taraf nesnel aklın yokluğunu gösterirken diğer taraf inancın (dinin, tanrının vs.) nesnel akıl olduğunu göstermektedir.
Akıl ve inanç (din) zıtlığı, zındık Marksizmin iki ateşi arasında kalmıştır. Frankfurt okulu aklın altını oyarak; Kıvılcımlı inancın (dinin) altını oyarak, bu zıtlığın yanlışlığını kavramanın yollarını açmıştır..
Özetle, Aydınlanma’da ve ona dayanan klasik Marksizm’de, bir yanda akıl ya da bilim, diğer yanda inanç ya da din varken; şimdi Kıvılcımlı ve “Frankfurt Okulu” gibi inançsız (kâfir) ve bilimsel Marksistlerin bu katkılarıyla, Modern Marksizm’de, akli olan akıl dışı; akıl dışı olan akli olarak ortaya çıkmıştır. Din konusunda klasik bilgi ve tartışmalardaki her şey ters yüz olmuştur.
*
Benzer bir ters yüz oluş, hukuki anlamıyla inanç, yani din kavramında da gerçekleşir. Bu sefer bir yanda gerçek bir Kopernik Devrimi geçiren ulus teorileri, diğer yanda yine Kıvılcımlı vardır. Kıvılcımlı’da kalmıştık, bu sefer Kıvılcımlı’dan başlayalım.
Kıvılcımlı’nın katkısı yukarıda anlatılanla sınırlı değildir. Kıvılcımlı kapitalizm öncesi toplumları ve onlarda dinin muazzam etkisini incelerken, dinin sadece bir parti veya ideoloji işlevi görmediğini, aynı zamanda neredeyse bütün toplumsal ilişkileri de düzenlediği türden sonuçlara ulaştı. Örneğin Osmanlı toprak düzenini düzenleyen dindi. Yani din öte dünyayla değil, bu dünyadaki düzenle ilgiliydi. Ve sadece ideoloji veya bir parti işlevi görmüyordu., Örneğin İslam’ı bilmeden Osmanlı toprak düzeni açıklanamazdı. Yani din sadece özele ilişkin değildi. Devlet ve mülkiyet hatta üretim ilişkileri, yani altyapı,  din (üstyapı) olmadan açıklanamıyordu.
Kıvılcımlı neredeyse bir toplumsal düzenin tümüyle dinsel bağlamda anlaşılabileceğini olgu düzeyinde göstermiş olmakla birlikte (Özellikle Kıvılcımlı’nın “Osmanlı Tarihinin Maddesi” adlı eseri zikredilmelidir.) hiçbir zaman bu sonucu, dinin tüm üstyapının kendisi olduğu sonucunu çıkaramadı, bu genellemeyi yapmadı[4] veya yapamadı. Yapamadı ama dinin özele ilişkin olarak sınırlanamayacağı yönünde bir kavrayışı yerleştirdi.
Kıvılcımlı özele ilişkin denen dinin, özele ilişkin olmadığı kavrayışını pekiştirirken, ulus teorilerindeki alt üstlüğü yapanlar da, politik olanın, ya da ulusun, din gibi bir “cemaat” olduğu yönünde bir sonuca ulaşıyorlardı.
Klasik Marksizm, ulusu insanların kabul ve bilinçleri dışında, tıpkı sınıf gibi var olan bir gerçeklik ve ulusu da sınıf gibi sosyolojik bir kavram olarak ele alıyordu. Örneğin Stalin’in ulus tanımı vs. hep böyle gizli bir varsayıma dayanırlar. Ulus tanımlarının veya teorilerinin farkı, tıpkı sınıf gibi, insanların kabulleri dışında nesnel olarak var olduğu varsayılan, ulusu tanımlayan özelliklerin neler olduğu noktasındaydı.
Sorun, kabullerden bağımsız olarak var olan, sınıf gibi şeyin (ulusun) ne olduğunu çıkarmak, onu tanımlamaktı. Ancak bütün çabalar, tutarlı bir ulus teorisi kuramamış ve ulusun ne olduğunu tanımlayamamıştı.
Seksenli yılların başında E. Gellner, B. Anderson, E. Hobsbawm gibi sosyolog ve Marksistler Ulus üzerine teorik çalışmalarda tam anlamıyla bir “Kopernik Devrimi” yaptılar.
Buna göre, Ulus sınıflar gibi değil, dinler gibi bir toplumsal olguydu. Diğer bir ifadeyle uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardı. Ulusu diğer dinsel cemaatlerden ayıran politik bir cemaat olmasıydı. Yani dinle özdeşleşmiş cemaat kavramı politik olmayanla bağlantılı iken, burada politik olan da cemaat olarak; din gibi bir şey olarak ortaya çıkıyordu. Ya da tersindern ifade edersek, politik olmayan (inanç) olarak tanımlanmış din, şimdi karşımıza ulus kılığında politik olan olarak çıkıyordu.
Kıvılcımlı, Din’den hareketle politiğe; Ulus teorileri ise, politikten hareketle dine varıyorlardı.
Böylece hukuki olarak inanç anlamıyla din kavramı da iki ateş arasında kalmış ve dini böyle anlamlandırmanın anlaşılmazlığı ortaya çıkmıştı.
*
Ulus teorisiyle ilgilenenlerce atılan adım, yapılan devrim gerçekten çok büyüktü, ama bu keşfin çok temel bir hatası bulunuyordu. Ulusun politik bir cemaat, dinlerin politik olmayan cemaatler olduğunu söylerken, politik ve politik olmayan ayrımını analitik ya da sosyolojik bir ayrım gibi ele alıyor ve tanımını böyle yapıyordu.
Örneğin Gellner’in yaptığı ve diğerlerince de paylaşılan, “ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmaktır” tanımına bakılabilir.
Bu tanımın sosyolojik bir tanım olması için, “politik olan” tanımındaki politik kavramının sosyolojik yani analitik bir kavram olması gerekir. Hâlbuki burada politik kavramı da normatiftir. Toplumsal ilişkileri belirlemeye yarar. Yani aslında modern toplumun örgütlenmesinin bir ayrımıdır. Yani politik ve politik olmayan; diğer bir ifadeyle inanç veya inanç olmayan ayrımı analitik değil; normatif ya da hukuki bir ayrımdır. Yani aslında, modern ulus teorilerinin ulusçuluğa ilişkin tanımı da ulusçu bir tanımdır.
Kullanılan kavramların analitik (sosyolojik) veya normatif (hukuki) olup olmadığının analizi dinin ne olduğunu, tümüyle üstyapı olduğunu anlamayı sağlayan en kritik adım oldu. Ama bu adım, zındık Marksizm'in yukarıda kısaca özetlenen katkıları olmasaydı, atılamazdı.
*
Bütün bu birikimler, bir Din teorisinin oluşumunu mümkün kıldı. Ama bunun gerçekleşebilmesi bir başka ayrımın             farkına varılması sayesinde mümkün oldu. O da analitik kavramlar ile normatif kavramların; Toplumu analiz etmeye, anlamaya yarayan kavramlar ile düzenleyen, sınırlarını ve ilişkilerini belirleyen kavramların, aynı sözcüklerle ifadelerine  rağmen farklı anlamlarının ortaya çıkarılması, bu ayrımın yapılması sayesinde mümkün oldu.
Gerek din, gerek ulus konusunun sosyolojik olarak çözülememesinin nedeni, normatif (ilişkileri ve sınırları düzenleyen) kavramların analitik (toplumsal ilişkileri açıklayan) kavramlar olarak ele alınmasıyla ve bu farkın görülmemesiyle ilgiliydi.
Din’i inanç olarak tanımlamak, normatif bir din tanımıydı; ulusu bir tarih, coğrafya, dil, ortak yaşantı, kader vs. birliği olarak tanımlamak da normatif bir ulus tanımıydı. Din veya ulus sayılmanın koşullarıydı bunlar. Dolayısıyla toplumsal ilişkileri düzenledikleri ve sınırları belirledikleri için, modern toplumun dininin (aydınlanmanın veya onun gerici biçimi olan ulusçuluğun) tanımlarıydılar.
Tam da bu nedenle bir din ve ulus teorisi yoktu. Bu ayrımın yapılması, bu kavramların analitik değil, modern toplumu düzenleyen kavramlar olduğunun anlaşılması, bu kavramların egemenliğinden kurtulmayı mümkün kılıyordu. Tam da bunların normatif olduğunun anlaşılması aynı zamanda modern toplumun dininin anlaşılması; dinsizlik gibi görünenin de din olduğunun anlaşılması anlamına geliyordu. Böylece tarihin modern tarih dâhil dinler tarihi olduğu somutluk kazanmış oluyordu.
Din ve ulus tanımlarının normatif tanımlar olmasının keşfi, bu tanımların tarihsel anlamı ve işlevinin ne olduğu sorusunu sorma ve açıklama olanağını ortaya çıkarıyordu.
Örneğin dini inanç olarak tanımlama ile tek tanrıya inanma, aynı tarihsel soruna, farklı koşullarda verilmiş iki farklı cevap ve çözüm olarak ortaya çıkıyordu. Bu ayrım totemlere tapılan bir dünyada Allah’ın gördüğü eşitleyici işlevi, yeryüzünü uygarlıkların ve onların dinlerinin kapladığı bir çağda görüyordu.
Böylece politik ve politik olmayan ayrımı; modern toplumun dini (Buna aydınlanma denebilir); politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesine dayanma (yani ulusçuluk) da bu dinin reaksiyoner ve karşı devrimci bir biçimi olarak sosyolojik bir tanıma kavuşabiliyordu.
Tabii böylece program sorunu da, klasik dini normatif olarak tanımlayan, din ve devlet işleri ayrımı basitliğinden ve bunun burjuva ufkundan sıyrılıp; bu karşı devrime karşı demokratik (ulusal olanı bir dil, din, tarih vs. ile tanımlamaya karşı tanımlama) ve evrensel (nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanı özel olarak tanımlama) programatik çözümlere; ama önceki klasik tanım ve anlayışları alt üst eden çözümlere ulaşabiliyordu.
Maalesef modern Marksizm'in bu Din veya Üstyapı veya Ulus teorisi dünyada henüz bilinmemektedir ve Türkiye’de susuşla yok sayılmaya çalışılmaktadır.
Ancak er veya geç kendini kabul ettirecektir. Bu muhtemelen var olan sosyalist kuşakların biyolojik ömürlerini tamamlayarak yok olup gitmeleriyle gerçekleşecektir. En azından şimdiye kadarki bütün tarihsel tecrübe, yeni teorilerin kabul ve yayılmalarında böyle bir eğilimin varlığını göstermektedir.
*
Türkiye Solu ve Marksizm’in Dine bakışıydı bu yazının konusu.
Marksizm'in yukarıda özetlenen dine bu bakışı da, bunun ortaya çıkışına muazzam bir katkı olan Kıvılcımlı da Türkiye Solu kavramına dâhildir; bunları susarak ve yok sayarak yok etmeye çalışanlar da Türkiye solu kavramına dâhildir.
Böylesine birbirine zıt anlayışların aynı kavram içinde toplanabilmesi, aslında bu kavramın hiçbir özsel ve bilimsel değeri; analitik değeri olmayan bir kavram olduğunu gösterir.
Türkiye Solu kavramının özsel ve bilimsel bir değeri olsa, yani belli görüşler ile bir ilişkisi olsa, din anlayışlarından ve tanımlarından biri olduğunda diğeri olamaz. Dinin analitik tanımıyla epistemolojik veya hukuki tanımının bir arada olamayacağı gibi.
Ama dinin epistemolojik veya hukuki olarak tanımlanmasının kendisi; sosyolojik olarak bir dindir.
“Türkiye Solu”nun da sosyolojik bir olgu gibi tanımlanması, sosyolojik olarak, sosyolojik olmayan kavramlarla sosyoloji yapmak; yani bugünkü egemen gerici ulusları ve ulusçuluğu fiilen savunmak demektir.
Modern Marksist bir din kavramına dayanan bir akım, bir parti, bir görüş “Türkiye solu” olamaz.
Eğer Türkiye Solu ise, yani Türkiye’ye ilişkin bir program öneriyor ve ufku onunla sınırlıysa Marksist olamaz.
Yukarıda açıklanan teorik temele göre, Türkiye veya herhangi bir yerde, Marksist olmanın asgari koşulu; ulusal olanın bir dille, dinle, tarihle, toprak parçasıyla tanımlanmasını reddetmek ve ona karşı mücadele etmektir. Yani ulusun Türklük veya Türkiye ile tanımlanmasına karşı mücadele etmektir. Bu mücadeledeki özne, kendini kendisine karşı mücadele ettiği şeyle tanımlamaz. Yani Marksist ise Türkiye Solu olamaz.
Türkiye Solu: “Lat, Mena, Uzza vs. totemlerine tapanlar İslam’ı” gibi, veya “köşeli daire” gibi bir oksimorondur.
*
Demir Küçükaydın





[1] Dikkat edilirse olumlu olarak üç Marksizmden söz ediyoruz. Bunlar bir ve aynı marksizmin üç aşaması gibi görülmelidir. Klasik veya Otantik Marksizm; Zındık, Heteredoks Marksizm; Modern Marksizm.  Modern Marksizm, Klasik Marksizm'in orijinal kavramlarına ve Zındık Marksizm'in katkılarına dayanarak şekillenmiştir. Onların devamcısıdır. Zaten bu yazıda bu hikâye anlatılmaktadır.
[2] Örneğin Sevan Nişanyan düzenlediği seminere “Akıl ve Din” başlığın koyuyor. Din inanç anlamında ve akılla zıtlık içinde ele alınıyor..
[3] Marks “Devrimler tarihin lokomotifleridir” diyordu; buna karşılık Benjamin “Devrimler Tarihin imdat frenleridir
[4] Kıvılcımlı biraz da bu genellemeyi yapıp dinin ne olduğunu doğru biçimde tanımlayamadığı için, toplumdaki dinin önemi nedeniyle bu öneme uygun bir açıklama bulma zorunluluğu, onu dinin köklerinin “insan beyninin derinliklerinde” olduğu türünden sonuçlara ulaşmasına yol açtı. Maymundan insana geçişle ilgili araştırmaları incelerken ve kısmen de kendi çıkarsamasıyla, Din’in insanın insan olma sürecinde önemli işlevleri olduğu, bilinç bilinçaltı çelişkilerinin oluşmasının dinle bağlantılı olduğu gibi sonuçlara kadar gitti. (Ki uzunsüre biz de bunları önemli katkılar olarak görüyorduk.) Bu nedenle, dinin köklerini “insanın beyninin derinliklerine” kadar götürdü. Yani dinin Biyolojik temelleri olduğu gibi (Mantık sonuçlarına ulaşırsa, bir tür “din geni”, veya “tanrı geni” demektir bu) bir görüşe kadar vardığı bile söylenebilir. Biz bunu yanlış görüyoruz. Ama bu apayrı bir yazının konusudur. İlerde zamanımız olursa bu konuyu ele almayı düşünüyoruz.

Hiç yorum yok: