31 Aralık 2013 Salı

Bir Yıl Sonunda İnsan Türünün Kaderi Üzerine Düşünceler

İnsan türünün, Tarihin çok acımasız davrandığı; cılız omuzlarına kaldıramayacağı ağırlıkta yükler yüklediği belki de son kuşaklarıyız.
Birbirine zıt iki anlamda son kuşaklar.
Böyle yükleri yüklenmiş son kuşaklar anlamında veya insan türünün son kuşakları anlamında.
Türün son kuşakları olmamayı başarırsak böyle yükleri yüklenmiş son kuşaklar olabiliriz.
Evet, sadece toplumun değil, bir türün kaderi, önümüzdeki üç beş kuşağın sırtında.
Ama türün kaderini toplumsal yasalar; toplumun kaderini; değer yasası ve sınıf mücadelesinin yasaları belirleyecek.
Yani son duruşmada, türün kaderini belirleyecek olan ise, toplumun kaderi.

*
Bugün var olan ve bizlerle tamamen aynı biyolojik özelliklere sahip insan türü, bilimsel adıyla Homo Sapiens Sapiens, topu topu iki yüz bin yıldır (200.000) var. Yani Paleontolojik ölçülerle bakıldığında yeryüzünde görüleli birkaç saniye olmuş.
Evren, 13 Milyar 700 milyon yıldır var.
Güneş sistemi ve dünya, yuvarlak hesap 5 milyar yıldır var.
Canlılar 4 Milyar yıldır var.
Çok hücreli canlılar, yuvarlak hesap 500 milyon yıldır var.
Memeliler 60 Milyon yıldır var.
İnsan (Homo) türü, iki veya üç milyon yıldır var.
Bizim içinde bulunduğumuz insan türü ise (Homo Sapiens Sapiens) 200.000 yıldır var. Köpekbalıkları, timsahlar, kaplumbağalar birkaç yüz milyon yıldır varlar.
Bir kuşak 25 yıl üzerinden hesaplanırsa, topu topu ortaya çıkışımız üzerinden 8000 kuşak geçmiş.
İnsan türünün ortaya çıkışıyla toplumun ortaya çıkışı aynı değil. Bunun 200 bin yılın en az yüz bin yılında (100.000), insan türü belki oldukça karmaşık ama toplum olamamış sürüler halinde yaşıyordu. Kullandığı aletler hala diğer insan türlerininkinden pek farklı değildi.
Bundan 70.000 yıl kadar önce, antropologların ve arkeologların nedenini açıklayamadığı büyük bir sıçrama başlıyor. İlk kez sanat eseri denebilecek şeyler görülmeye başlanıyor. Aletler ve yöntemler hızla inceliyor ve gelişiyor.
Aynı dönemde, yani 70.000 yıl önce insan türünün adeta yok olmanın eşiğine geldiğini söylüyor biyologlar. Çünkü bugün yeryüzünde yaşayan bütün insanlar, 70.000 yıl önceye giden bin kişiyi aşmayan bir popülâsyondan geliyor. Mitokondriyal Havva anamız 70.000 yıl önce yaşamış. Yani 2800 kuşak önce yaşamış birkaç yüz kişilik bir popülâsyondan geliyoruz. Hepimiz kardeş sayılırız bir bakıma.
Biyolog ve paleantologlar bunu bir jeolojik felaketle açıklamaya çalışıyorlar. Endonezya’da patlamış süper bir volkanın insan türünü yok oluşun eşiğine kadar getirdiği için, bütün insanların birbiriyle ancak bu kadar geriye gidebilen bir ortak atadan geldiğini söylüyorlar. Ondan önce veya sonra yaşamış diğer Homo Sapiens popülâsyonlarının bizim genlerimizde izi tozu yok. Bunun başka açıklamasını bulamıyorlar.
Biz ise, bunu başka bir teoriyle açıkladığımızı düşünüyoruz. 2005 yılında formüle etmeye başladığımız din ve üstyapı teorisiyle. Tezimiz, 70.000 yıl önce, İnsan türünün içinden bir grubun, yani muhtemelen bugün hepimizin geldiği o birkaç yüz kişilik popülâsyonun, ilk kez sürüden topluma geçmesi; yani Din’i keşfetmesi; bir topluluğun sınırlarını çizip ilişkilerini düzenlemesi; yaptırımlar koyması. Toplum denen bambaşka hareket yasaları olan varlık türünün ortaya çıkışı bu hesapça 70.000 yıl oluyor.
Bu kadar yeni bir şey, insan türünün sürü değil toplum olarak yaşaması. Toplum ve onun yasalarının ortaya çıkışı. Fiziğin konusu 13,7 milyar yıl önce; biyolojinin konusu 4 milyar yıl önce; sosyolojinin konusu 70 bin yıl önce ortaya çıktı diyoruz.
Toplumla sürünün farkı, sürünün ortak çıkarlarda oluşması; toplumda ise parçanın bütüne tabi olmasıdır. Bu özellik diğer başka, karıncalar, termitler, arılar gibi türlerde görülürse de, bu iş bölümü sonucu olarak ortaya çıkar ama daha önemlisi, bizzat o bütünün kendisi yeni bir canlı türüdür. Yani tek tek karıncalar bir canlı türü değil, bir canlı türünün yapı taşlarıdır, tıpkı çok hücrelilerin vücudunu oluşturan hücreler gibi. Karınca kolonisinin veya “devletinin” kendisi tek bir canlıdır.
Bu nedenle, aslında parçanın bütüne tabi olduğu ilk sürü, yani toplum İnsan’da ve 70.000 yıl önce ortaya çıkmıştır. Bu çıkışın kendisi bir devrimdir. Çünkü Darwin yasaları, bireyin var oluşu ve başarısı üzerinden yürür. İşbirliği buna hizmet ettiği için var olur. Ama bireyin kendisini fedasının, grubun yaşamasına hizmet etmesi ve bunun üzerinden bireyin başarısını getirmesi için, biyoloji ve içgüdülerden başka bir şey; içgüdüleri bastıracak bir güç gerekir.
Din, bir topluluğun sınırlarını çizerek (örneğin bir totemle) ve ilişkilerini düzenleyerek ve yaptırımlar koyarak tam da bunu yapar.
Yani Toplum, Din’in ortaya çıktığı noktada ortaya çıkar. Din genellikle Tanrı ile özdeşleştirildiğinden, ceza suçun cinsinden olsun diyerek şöyle de diyebiliriz: Toplum’u yaratan Tanrı olmuştur.
O noktadan itibaren, ahlak, hukuk, sanat, vs. hepsi ortaya çıkar. Gerçekten de, bütün kazılar vs. bunu olgusal olarak doğrulamaktadır. 70.000 yıl önce başlayan aletlerdeki o muazzam patlamanın ve sanat eserlerinin görülmeye başlamasının nedeni, insanın 70.000 yıl kadar önce, Toplum’a geçebilmiş olmasıdır.
Bu geçişi yapan popülâsyon toplumun sürüye üstünlüğü ile bütün diğer Homo Sapiens popülâsyonlarını yiyerek veya onların yaşam koşullarını ortadan kaldırarak yok ettiği için, bizler bu geçişten sonra yaşayan diğer homo sapiens popülâsyonlarının genlerini taşımıyoruz. Onların yok oluşunun nedeni, Endonezya'daki volkan patlaması değil; toplumun ortaya çıkmasıdır; bu çok daha müthiş bir patlamadır. Bu sıçramayı yapan popülasyon, bir volkanın yeryüzünü kaplayan bulutları gibi, tüm yeryüzünü kaplamıştır. Ve diğerlerini yok etmiştir.
Böylece günümüzün sorunlarını açıklamak için ortaya konulan din ve üstyapılar teorisi bir yan ürün olarak, antropolojinin açıklanamayan olaylarını ve Toplumun ortaya çıkışını açıklayabilmektedir.
Topluma geçiş ile birlikte, insan türünün kaderi, toplumsal yasaların egemenliği altına girmiştir.
İnsanlar biyolojik özellikleri hiç değişmemesine rağmen,  kullandığı alet ve yöntemler değiştikçe, toplumların sınırlarını ve ilişkilerin değiştirerek, yani dinlerini değiştirerek farklı toplum biçimleri içinde yaşamaya başladılar.
Biyolojik evrimin yasaları gerçi elbet varlığını sürdürüyor ama çok yavaş çalıştıklarından bu zaman içinde sabit kabul edilebilirler ve esas toplumsal evrimin yasaları insanların kaderini belirliyordu.
Bu evrimin yasalarının ilk temellerini ise İbni Haldun ve Marks gibi büyük düşünürler keşfetti.
Toplum, 60 bin yıl kadar, avcılık ve toplayıcılıkla kıtlık içinde varlığını sürdürdü ve belli bir noktada, diğer canlı türlerini evcilleştirmeye başlayınca, ilk kez bir canlı türü sürekli kıtlık içinde, rastlantılara bağlı olarak yaşamaktan kurtuldu.
Bu da aşağı yukarı 10.000 yıl önce, ilk kez şu Verimli Hilal denen bölgede, yani hala insanlığın kaderinin bağlı olduğu yerlerde, Ortadoğu’da gerçekleşti.
Bundan sonra beş on defa daha birbirinden bağımsızca neolitik devrimi yapanlar oldu ve bunların çoğu uygun nişastalı bitki türlerinin olduğu yerlerde büyük uygarlıkların kuruluşuyla sonuçlandı. Ortadoğu, Hint (buğday), Çin (pirinç), İnka (patates), Aztek, Maya (mısır) uygarlıkları gibi.
İlk neolitik devrimden beri 400 kuşak geçmiş bulunuyor.
İlk uygarlıktan beri 200 kuşak geçmiş. Bunlar tabii ilk geçişlere göre. İnsanların büyük bölümü bu geçişleri çok geç yaşadığı için gerçekte ortalama olarak bu rakamlar çok daha düşüktür.
İlk artı ürünün ortaya çıkışı ile birlikte ilk kez farklı ihtiyaçları değiş tokuş yapma olanağı ortaya çıktı. İlk kez bir kabile veya kişi kendi ürettiği ama fazla ürünü başka birinin veya başka bir kabilenin ürettiği ama elinde fazla olan bir ürünle değiştiği an, tıpkı ilk kez canlıların ve toplumun ortaya çıkışında olduğu gibi, yepyeni bir yasanın, değer yasasının egemenliği başladı.
Bu iki farklı ürünü eşit ve değişebilir kılan neydi?
İçlerinde yoğunlaşmış emek miktarı. Böylece bu eşitlik aracılığıyla kolayca değişimleri sağlayan para; para ile birlikte sermaye; zenginliklerin belli ellerde yoğunlaşması gibi bütün uygarlığa has özellikler ve sınıflar ortaya çıktı.
Bu noktadan sonra toplumun kaderi değer yasasına bağlı olarak değişmeye başladı. Sınıflar, barbar akınları, uygarlıkların kuruluş ve yıkılışları. Devletler, isyanlar vs. son duruşmada hepsi bu değer yasasının egemenliğinin sonucuydu.
Yani nasıl toplum’un ortaya çıkışıyla birlikte, insan türünün kaderi artık toplumun kaderine bağlı hale geldiyse ve toplumun kaderi insan türünün kaderini belirlemeye başladıysa; benzeri şekilde, toplumun kaderi, değer yasasına tabi oldu.
Yani bu sefer ekonomi politiğin konusu olan olgular sosyolojinin konusu olan olguların kaderini belirlemeye başlamışlardı.
Toplumun hareket yasalarını bulan Marks, bu nedenle ömrünü toplumun değil, ekonomi politiğin, yani değer yasasının incelenmesine vermişti.
Çünkü modern toplumda neredeyse her şey bu yasanın egemenliği altına girmiş bulunuyordu. Nasıl ilk kez topluma geçen insan popülâsyonu bütün diğer popülâsyonları yok ettiyse, benzeri biçimde; değer yasasının egemen olduğu toplumsal biçimler de diğer toplumları artan bir hızla yok ediyordu. Sanayi devrimi ile bu korkunç bir hız aldı ve bugün pratik olarak yeryüzünde değer yasasının egemenliğine girmemiş hiç bir toplum kalmadı.
O halde kapitalizmin egemenliği son iki yüzyılda başladığından, insanların topu topu sekiz nesildir, kapitalizmin egemenliği altında yaşamaya başladığını var sayabiliriz. Görüldüğü gibi çok yenidir her şey.
Kaldı ki kapitalist üretim doğar doğmaz bütün insanlığı egemenliği altına alamadı. Bu da belli bir zaman aldı. Yakın zamana kadar dünyanın hala büyük bölümünde kapalı köy ekonomileri egemendi ve insanlığın çok büyük bir bölümü köylerde yaşıyordu.
Köylerdeki nüfusun çoğunluğu yitirmesi ise şunun şurası birkaç on yıllık, yani yuvarlak hesap 25 yıllık çok yeni bir olgudur.
Yani şunun şurası yarısından fazlası bir nesilden beri şehirlerde yaşamaya başlamış insanların omuzlarına insanlığın kaderi tüm ağırlığıyla çökmüş bulunuyor.
Tabii sadece değer yasası ile kalmadı. Bir de yine değerle birlikte ortaya çıkan sınıflı toplumlarla birlikte, sınıf mücadelesinin kendi yasaları da toplumsal gidişi belirlemeye başladı.
Sınıf savaşının yasaları askercil savaşın yasalarından oldukça farklıydı. Örneğin askercil savaşta cepheler ve sınırlar bellidir. Ama egemen sınıflar küçük bir azınlık olduğundan, egemenliğini ve zaferini ancak cepheler belli olmadan sürdürebileceğinden, bu savaşta savaşın ilk konusu, egemenler açısından cepheleri karıştırmak, ezilenler açısından ise cepheleri ayırmaktır.
Böylece her şey kendi zıttı biçiminde görünmeye başlar. Özü görünümden ayırmak müthiş bir analiz yeteneği, bilgi ve tecrübe gerektirir. Ama ezilenlerde ise en büyük eksikliği duyulan şey budur. Çünkü eşit durumdaki güçlerin karşılaşması olan ordular savaşındakinin aksine baştan yeniktirler. Bu durumda onlar da altta güreşme teknik ve taktikleri geliştirirler. Bu da cepheleri iyice karıştırır.
Sınıfların varlığı, mücadelesi ve egemen sınıfların azınlık olması nedeniyle, kısa bir devrimci döneminden sonra her din, egemen sınıfların bir egemenlik aracına dönüşür ve o biçimler altında var olur.
Tam da bu nedenle, modern toplum aslında dünya çapında bir pazar yaratmasına rağmen ve bu her biri bir uygarlık alanını kapsayan eski imparatorluklardan bile daha büyük, dünya çapında bir tek devleti gerektirmesine, İslam ve aydınlanma gibi dinler bunu önermesine rağmen, sınıf mücadelesinin yasaları egemen sınıfları, kapitalizmin ve dünya pazarının, değer yasasının yapısıyla çelişen küçük ulusal devletler kurmaya zorlamıştır.
Bunun sonucu dünya tarihinde hiçbir zaman olmadığı kadar derin bir çelişki ortaya çıkar. Diyelim ki aşiretler, neolitik köy komününün ihtiyaçlarına uygun toplumsal sınırlardır. Klasik imparatorluklar fiilen bir uygarlık alanını kaplarlardı ve iyi kötü pazarın ve üretimin düzeyine denk düşerlerdi. Ama bugün, Pazar neredeyse bir tek dünya pazarı olmasına rağmen, toplumların sınırları, klasik uygarlıklardan bile çok daha küçük yüzlerce birime bölünmüştür. Yeryüzünün siyasi biçimi ve üstyapısıyla, gerek üretici güçlerin gelişim düzeyi; gerek değer yasasının egemenliğiyle oluşmuş dünya pazarı bununla korkunç bir çelişki içindedir.
Tam da bu nedenle yirminci yüzyıl dünya tarihinin en kanlı yüzyılı olmuştur. Yirmi birinci yüzyıl ise muhtemelen insan türünün varlığı konusunda son sözün söylendiği yüzyıl olacaktır.
Çünkü bugünkü dünya yeryüzü ölçüsünde bir tek birliği gerektirmektedir. Ama egemen sınıflar egemenliklerini ancak ulusal devletler içinde var edip sürdürebilir.
Bu çelişkinin iki çözümü vardır. Birisi birinci ve ikinci dünya savaşlarında olduğu gibi ulusal egemenlik alanlarının genişletilmesi biçiminde bu çelişkinin “çözümü”. Bu bir dünya savaşı demektir.
Er veya geç, Amerika ve Çin veya bunların etrafında toplanmış müttefiklerin bir çatışmaya girmesi kaçınılmazdır. Bu ise bir dünya savaşı demektir. Ama bu arada tekniğin gelişmesi ABC silahlarıyla öyle bir noktaya gelmiştir ki, bir nükleer savaş insan türünün, varoluş koşullarını ortadan kaldıracaktır. Bu da muhtemelen çok değil, önümüzdeki on veya yüz yıl içinde olacak bir şeydir.
Yani insan türünün kaderi bizlerin ve bizden sonraki bir iki kuşağın, yani çocuklarımızın ve torunlarımızın sırtına yığılmış bulunmaktadır.
En acil sorun, yeryüzünde bir nükleer savaş tehlikesini ortadan kaldırmaktır.
Bunun da bir tek yolu var. Yeryüzü ölçüsünde bir tek devlet veya cumhuriyet. Bütün ulusal devletlerin ve sınırların yıkılması ve bir tek dünya cumhuriyeti.
Bunun için uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadele gerekiyor.
Ancak insanlar ulusun ne olduğunu bilmiyor. Çünkü doğru dürüst bir ulus ve ulusçuluk teorisi yoktu. Ulusun ne olduğunun bilinmemesi ise otomatik olarak ulusçulukla sonuçlanıyor. Bu teoriyi biz din teorisiyle birlikte koyduk ama henüz kimse bilip tartışmıyor. Bilenler bile susuyor. Hor görüyor, küçük görüyor.
Ulusun ne olduğunu bilmeden isi ulusa ve ulusçuluğa karşı savaşmak olanaksız. Bununla savaşmadan da insanlığın var olması olanaksız.
Bugün insanlığın yaşamasını isteyen herkes, ulusa ve ulusçuluğa karşı bir savaş başlatmalıdır. Ve bu savaşta önce “kendi” ulusunu ve ulusal devletini hedef almalıdır.
Devlet ve ulus düşmanlığı iliklerine kadar işlememiş her insan, egemen sınıfların hizmetindedir ve nesnel olarak insan türünün yok oluşuna giden yolun taşlarını döşemektedir.
Elbet bir çevre felâketi de boş durmamakta ve gelmektedir. Ama ekolojik felaketi önleyebilmek için de, yeryüzü ölçüsünde bir planlama gerekir. Yeryüzü ölçüsünde bir cumhuriyet kurulmadan, yeryüzü ölçüsünde planlama yapılamaz.
Ekolojik bir felaketi önlemek için belki birkaç nesil daha fazla zamanımız var. Kaldı ki, bir dünya cumhuriyetinde egemen sınıfların egemenliklerini sürdürme olanakları hiç kalmayacağından, zaten uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadele fiilen egemen sınıflara karşı bir mücadele olacağından, ekolojik bir felaketi önleyecek bir planlı ekonomiye geçiş fazla sorun oluşturmaz. Esas sorun ulusları ve ulusal devletleri ve sınırları yıkmaktır.
Bizler ve önümüzdeki bir iki nesil tarafından bu yapılmadıkça, insanlığın var olması neredeyse olanaksızdır.
Böylesine sıkışmış, omuzlarına türün varlığı yığılmış kuşaklarız bizler, çocuklarımız ve torunlarımız.
Ama öte yandan buna karşı, öylesine az silahlıyız ki.
Un büyük engel olan ulusun ne olduğu bile bilinmiyor.
Ulussuz bir dünya bırakalım uğrana mücadeleyi tasavvur bile edilmiyor.
En hızlı sosyalistler bile, sanki mümkünmüş gibi kendi ulusal devletleri içinde sosyalizm adacıkları tahayyül etmekten öteye gidemiyor.
Bir de çok daha umutsuzluğa yol açacak, dünyanın ezilenlerinin de siyah ve beyaz olarak bölünmüşlüğü sorunu var.
İleri ülkelerdeki ezilenler ve işçiler bile geri ve yoksul ülkelerdekine göre iyi yaşadıkları için, sınırların kaldırıldığı bir dünyayı istemez ve bunun için mücadele etmez durumdalar; hatta bu sınırları iyice yükseltmek ve pekiştirmek eğilimindedirler.
Yani Dünyanın en kültive, en örgütlü, en ileri işçileri (Beyaz işçileri) sınırları kaldırabilir ama bunu istemez; diğerleri (Siyah işçileri) ise bunu ister ama yapamaz durumdadır.
 Bu da durumu iyice umutsuzlaştırmaktadır.
Şimdi bu manzara içinde, Sarıgül’ün İstanbul adaylığı veya Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Avrupa Birliği’ne girmesi vs. gibi konular nedir ki? Bütün dünya ülkelerindeki bütün gündemler nedir?
Bütün bunlar muazzam bir fırtına gelirken, ilk sert rüzgârda yıkılacak bir çadırın içine güzel eşyalar yerleştirmeye kalmaktan, burnunun ucunu görmezlikten ve fiilen intihar etmekten başak bir anlama gelir mi?
O halde en acil iş, bir dünya savaşı, dolayısıyla nükleer yok oluş tehlikesini yok etmek için, tüm ulusları yıkmaya yönelik bir hareket başlatmaktır. Bunun için de herkesin önce kendi devletine ve ulusuna karşı onların gereksizliğine karşı bir uyarı ve bilinçlendirme çabasına girmesi gerekmektedir.
Her şey buna tabi olmalıdır. Demokrasi mücadelesi bile buna tabi olmadıkça, bu ulusal devletlerin bir şekilde varlığını korumasının ve kendini reforme etmesinin bir aracı olmaktan öteye gidemez.
Ancak yeryüzü cumhuriyeti kurulduktan sonra meta üretimine dayanan bir topluma karşı planlı, kullanım değerlerinin yeryüzünün dengeleri gözetilerek üretimine dayanan bir ekonomik düzene geçilebilir. Zaten fiilen bu ikisi bir arada gerçekleşir ama bir savaş stratejisi olarak, güçlerin en irisini en önemli yere yığmak, ana halkayı yakalamak bakımından en önemli sorun ve hedef uluslara ve ulusal devlet ve sınırlara karşı savaş en öndeki hedeftir.
*
Buna ulaşılırsa ne olur?
Birden bire bütün bizlerin yaşadığı gerilimler yok olur. Muazzam kaynaklar yoksulluğun ortadan kaldırılmasına; eşitsizliklerin arasındaki farkın azaltılmasına; doğanın dengesinin korunmasına aktarılabilir.
Bu tıpkı dar bir boğazdan geçerek keşfedilmemiş harika bir vadiyi keşfeden öncülerin karşılaştığı gibi yepyeni ufuklar ve olanaklar demektir.
Sadece şu iki yüz yılda, hatta şu yirminci yüzyılda yapılmış muazzam bilimsel ve teknik ilerlemeleri düşünelim.
Şöyle beş yüz yıl sonrasını düşünelim. İnsan türü muhtemelen şimdi tahayyül bile edemeyeceğimiz şeyleri yapmış olacaktır. Galaksinin veya evrenin insanlaşması bile başlayabilir.
Biliyoruz ki ve tarih şimdiye kadar gösterdi ki, insan hayal ettikleri yapabilmiş; matematiksel olarak mümkün olanlar bir gün gerçek olarak karşımıza çıkmıştır.
En azından teorik bir olasılık olan kurt delikleri, yani evrenin öbür ucundan kısa yoldan çıkmalar. Keza iki parçacığın evrenin iki ayrı ucunda bile aynı davranışları (Verschränkung) (“Kuantum dolanma” deniyormuş Google’ın tercümesine göre)  (Burada ışık hızı sınırı yoktur. Einstein’n  “spukhaften Fernwirkung” (tükürürcesine uzaktan etki) dediği olgu söz konusu) göz önüne getirilsin.
Kök hücreler vs. yeni keşfedilmeye başlandı.
Ölümsüz insanların yaşadığı, bir anda evrenin öbür ucuna geçebilen insanların evrenini düşünün.
Hayal bile edilemez geliyor.
Ama bütün teknik başlangıçlar öyle değil miydi?
Telefon anlaşılmaz bir cızırtının kısacık nakliyle başlamadı mı?
Bilgisayarlar radyo lambalarıyla ve kocaman tonlarca aletlerle başlamadı mı?
Bugün bir atom altı parçacıkla başlayan bu araştırmaların sonuçları öyle bir dünyada bugün bizlerin düşünemeyeceği pratik sonuçlara yol açar.
Bu sadece bir örnek.
Evet ya insan türü, doğa tarihinin en kısa yaşamış canlı türlerinden biri olacak (200.000 yıl. Bu kadar kısa yaşayan başka canlı türü muhtemelen yoktur) ya da ölümün ve dünyanın sınırlarını aşacak.
İkisi arasında bir orta yol yok. Ve bu karar bizler ve bizden sonraki bir iki nesil içinde verilecek.
Bizlerin yaptığı her davranış, bu sonuç üzerinde bir etkide bulunacak.
Böylesine korkunç ve ağır yükün altındayız. Bunu kaldırabileceğimize dair en küçük bir umut bile görülmüyor.
Ama yine de küçücük bir olasılık var.
Evrenin varlığı maddenin anti maddeden aıcık fazla çıkışının sonucu değil mi?
“Hiç kimse yanız başına bir ada değildir.
(…)
Suya bir taş atsan evren o denli değişir
(…)
Çanlar kimin için çalıyor diye sorma.
Çanlar senin için çalıyor” (J.D.)
Demir Küçükaydın
31.12.2013 15:24

Hiç yorum yok: