29 Kasım 2013 Cuma

Bir Teorisyen Olarak Öcalan ve Komünden Uygarlığa Geçiş Olarak Kürt Hareketi

(Aşağıdaki yazıyı “Öcalan’ın savunması Üzerine Notlar” başlığı altında 2002 yılında yazmıştık. Yazıda görüleceği gibi Öcalan’ın çok önemli ve ciddi bir teorisyen olduğunu söylüyor ve bunun nasıl mümkün olabildiğini de açıklamaya  çalışıyorduk..
Yazıda aynı zamanda Kürt Ulusal Hareketini, komünden uygarlığa geçiş olarak başka bir ışık altında ele almaya çalışmıyor, bu somut konudan hareketle Öcalan’ın teorisyen niteliklerini ve teorisinin içeriğini açıklamaya da çalışıyorduk.
O zamanlar Öcalan’ın teorisyen, hele önemli bir teorisyen olduğunu söylemek hem Türkler, hem de sosyalistler arasında lanetlenmek demekti. Öyle de oldu.
Ama bu yazı aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi’nin de sansürüne uğradı. Yazıyı yazdığımızda o zamanlar Avrupa’da çıkan Özgür Politika’ya da yollamıştık yayınlamaları ve en azından bu vesileyle Öcalan’ın savunması üzerinden bir tartışma başlatmaları ve aynı zamanda hareketin teorik gelişimini böyle bir tartışma içinde sağlayabilmeleri için.

Ne var ki, onlar da Öcalan’ın fikirlerinin herhangi bir tartışılmasına gelemeyecek bunu kaldıramayacak durumda olduklarından, yazının sadece Öcalan’ın Teorisyen oluşuyla ilgili, Öcalan’a “övgü” denebilecek ilk bölümünü yayınladılar. Gerisini Öcalan’ın açıklama ve eleştirisine giren bölümleri ise yayınlamadılar. Öcalan tabuydu, dokunulmazdı.
Şimdi köprülerin altından çok sular aktı. O zamanlar yayınlanma olanağı bulamayan bu yazıyı, tekrar yayınlıyouz.
Yazıyı olduğu gibi koruduk. Sadece bazı dipnotlar koyduk. Elbette bizim görüşlerimizde de bir sürü değişmeler oldu. Din ve Ulus teorileri alanında daha sonra başka görüşler de geliştirdik ve bugün yazsak birçok konuyu farklı açıklayabilirdik. Ama bunlar yazının esasını etkilememektedir.
Bu yazıya daha sonra Öcalan’ın görüşlerinin ayrıntılı analizleriyle devam etmek istiyorduk. Ancak yazdığımız kadarıyla Kürt basınında bile sansüre uğrayınca motivasyonumuz kırıldı ve yazıyı başka, bol bir zamanda yazarız, nasıl olsa yayınlanmıyor diye düşündük. Sonra da araya giren başka işler ve sağlık sorunları nedeniyle yazıya bir daha dönemedik. Bir giriş olarak kaldı.
Yazıyı tekrar yayınlayarak Öcalan’ın görüşleri üzerine bir tartışma da başlatmayı ikinci bir hedef olarak gözetiyoruz. 28.11.2013)

 

Öcalan’ın Savunma’sının Önemi ve Tartışılması Gereği Üzerine

Abdullah Öcalan’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) verdiği savunma, “Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru” adıyla, aşağı yukarı bin sayfa tutan iki ciltlik kitap halinde Türkiye’de ve Avrupa’da yayınlandı. Kitap Türkiye’de hemen toplatıldı.
Bu kitap hukuki bakımdan bir savunma olarak hazırlanmış olmakla birlikte, bu hukuki biçim içinde bir Tarih Yorumu, bir Toplum Anlayışı olduğu gibi aynı zamanda politik bir Programdır. Kitabın şu an Orta Doğudaki en dinamik ulus ve ulusal hareketin önderi tarafından yazılmış olması, gerek bu önderin Kürt Ulusal hareketi içindeki belirleyici ağırlığı; gerekse bu ulusal hareketin Orta Doğu’daki dengeleri giderek artan oranda etkileme ve hatta belirleme eğilimi göstermesi nedeniyle, içeriği ne olursa olsun, bir proje olarak, ister bu hareketin dostu, ister düşmanı olsun, herkesin ciddiyetle okuması ve tartışmasını gerektirir.
Şu ana kadar, kitabın yazarının bu özgül niteliği nedeniyle bile olsun bu kitap pek tartışılmadı. Bu onun, çeşitli ülkelerin stratejleri, araştırmacıları, istihbarat görevlileri tarafından okunmadığı ve bilinmediği anlamına gelmiyor elbette. Bu baylar kitabın tam da öneminin farkında oldukları için, onu unutturma ve gündemden uzak tutmaya çalışmaktadırlar. Çünkü kitap çok önemlidir ve Kürtlerin hapsedildiği gettonun dışına çıkmayı başarıp okunabildiği ve üzerine tartışılabildiği takdirde, büyük bir maddi güce dönüşme potansiyeli taşımaktadır. Bu nedenle kitabın gözlerden ve bilinçlerden uzak tutulması, elbette psikolojik savaşın ve dezinformasyonun bir parçasıdır.
Bu tavrın anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Egemen ulusların, devletlerin başka türlü davranması düşünülemez. Onlar Kürt ulusal hareketini bastırmaya ve yok etmeye çalışmaktadırlar. Savaşın kurallarına uygun olarak da, yapmaları gerekeni yapmaktadırlar. Tıpkı faili meçhuller gibi, tıpkı köy boşaltmalar ve daha bin bir türlü savaş biçimi gibi.
Peki, ye sosyalistlere ve demokratlara ne demeli? Onlar şu Türkiye’de cidden biraz politika yapmak niyetindeyseler, yukarıda belirtilen gerekçelerle, bu kitabı değerlendirmek, onun üzerine tartışmak ve onun karşısındaki konumlarını belirlemekle yükümlüdürler. Ciddi politikacılarsa eğer, karşı dahi olsalar bunu yapmak zorundadırlar. Çünkü Kitapta dile getirilen görüşler, Kürt Ulusal Hareketi’nin çizgisi; bundan sonraki evrimi üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olacaktır. Yani milyonlarca insanın talepleri ve özlemleri bu kitapta dile getirilen fikirlerle yakından bağlantılıdır ve bağlantılı olacaktır. Ciddi bir politikacı iseniz, böyle önemli bir kitabı, ister katılın, ister karşı olun, tartışmanız gerekir. Eğer ondaki fikirleri yanlış buluyorsanız, o milyonlarca insana o fikirlerin yanlışlığını göstermek diye bir sorununuz olması gerekir. Dolayısıyla o kitapta geliştirilen görüşleri tartışmanız, varsa eleştirilerinizi belirtmeniz gerekir.
Peki, Türkiye veya Kürdistan sosyalistlerinde ve ilericilerinde böyle bir tavır görülüyor mu? Asla. Onlar da soldan aynı susuş kumkumasını sürdürüyorlar. Tartışmayarak, üzerine hiç bir şey yazmayarak; yokmuş gibi yaparak; susuşa getirerek o kitapla savaşıyorlar.
Fakat bu kitabın önemli yapan, sadece onu yazan kişinin kimliği, Kürt hareketindeki ağırlığı değildir. Kitap, içeriğiyle de çok önemlidir. Kitap, hiç kimsenin bilmediği; hiç bir toplumsal etkisi olmayan biri tarafından yazılsaydı da içeriği bakımından önemlidir.
Bunu şöyle bir örnekle açıklamaya çalışalım. Türkiye’den gelen tesadüfen karşılaştığımız sol eğilimli, hatta sosyalist bilinen kişilere, Öcalan’ın savunmasının çok önemli olduğunu söyleyip, okuyup okumadıklarını sorduğumda, şöyle cevaplarla karşılaştım. “Kitabı devletin görevlileri hazırlamış ve Öcalan’a vermişler. O böyle bir şey yazamaz.”
Böyle bir cevap elbette, ezen ulusun ezilen ulusu hakir görüşünü yansıtır. Yani Öcalan’ın gerek üslup, gerek dil, gerek nicelikçe böyle bir kitabı yazacak kapasitede olmadığı ve olamayacağı. Bunu ancak egemen ulusun, istihbarat görevlileri veya stratejlerinin yazabileceği.
Ama şimdilik cevapların bu yanını bir yana bırakalım. Çünkü burada anlatmak istediğimiz başka bir şey, kitabının, yazarının kişiliğinden bağımsız olarak önemi.
Biz bu kişilere aynen şunu dedik: “Öyleyse de bu kitap önemlidir, öneminden bir şey yitirmez. Eğer Türkiye’de böyle bir kitap yazabilecek bir devlet görevlisi veya görevliler topluluğu varsa, işimiz çok zor demektir ve o zaman Türk devleti hakkında bütün bildiklerimizi de gözden geçirmemiz gerekir. Nasıl oluyor da böyle çok önemli, yeni ve ezilenlere güçlü silahlar sunabilecek fikirler geliştirip yazabiliyorlar; nasıl oluyor da Tarihe böyle yaklaşabiliyorlar; nasıl oluyor da böyle projeler geliştirebiliyorlar?
Türk solcuları, kitabın üslubu, dili ve hacmi gibi nedenlerle onun Öcalan tarafından yazılamayacağı akıl yürütmesini yapmaktadırlar ama kitabın içeriği aksine onun bir Türk devleti görevlisi tarafından yazılamayacağının kanıtıdır.
Var sayalım ki bu kitabı yazan bir Türk devlet görevlisidir, yine kitap değerinden bir şey kaybetmez. Çünkü bu kitaba değerini veren, kimin tarafından yazıldığı değil, içeriğidir.
Bu fikri tersinden bir örnekle daha açmaya çalışalım. Düşünelim ki, Öcalan bir muziplik yapmaya karar verdi ve avukatlarıyla gizlice anlaşarak, bu kitabın kendisiyle ilgisiz başka bir isimle basılmasını sağladı. Kimse bu kitabın kimin tarafından yazıldığını bilmiyor.
Bu takdirde de bu kitap değerinden bir şey yitirmezdi. Yine tartışılması gerekirdi. Ama o zaman, gerçekten kitabın içindeki fikirlerin önemini bilenler tarafından, içeriğinden dolayı tartışılırdı. Hiç bir olumlu veya olumsuz ön veya bön yargı olmadan.
Ama bu içeriğin değerini anlamak için, anlayabilecek kapasitede olmak gerekir. Meşhur kaşıkçı elmasının hikayesi bilinir. Bu değerli taşı bir balıkçı bulur. Onu sadece güzelce ve parlak bir taş olarak görür ve bir kaç kaşık karşılığında satar. Elindeki hazinenin değerini kavrayacak bilgiden yoksundur balıkçı. Cevahirin kıymetini kuyumcu bilir.
Maalesef bu kitap söz konusu olduğunda, ne Türkler ne de Kürtler arasında böyle cevahirin değerini anlayacak kuyumcular görülmüyor.
Egemenler bu kitabın içeriğinin öneminin farkında olduklarından dolayı susuşa getiriyor. Solcular ise içeriğinin önemini anlayacak kapasitede değiller, sırf biçimsel özellikleri bakımından bile onu, ezilen ulustan bir öndere layık görmüyorlar. Kitap, egemen ulus açısından böyle bir çifte komploya kurban gidiyor.
Kürtler açısından ise, durum tam tersi. Onlar kitabın öneminin farkındalar, ama Öcalan yazdığı için farkındalar. Bu farkındalık Öcalan’ın otoritesinden geliyor. Eğer bu kitap, Öcalan tarafından yazıldığı bilinmeyen bir kitap olsaydı, muhtemelen Kürtler de bu kitabı tartışmazlardı.
Tam da bu durum, kitabın Kürt cephesindeki tartışmalarının handikapını oluşturuyor. Kitap, yazarının kimliğinden bağımsız, dile getirdiği fikirler bakımından tartışılamıyor. Maalesef böylece anlaşılması ve gerçekten tartışılması olanaksızlaşıyor. Olgular, yöntem, kavramlar düzeyinde, bilim dışı kaygılardan arınmış olarak değil, politikanın bir fonksiyonu olarak tartışılıyor ve yorumlanıyor. Kitap, kutsal kitapların akıbetine uğruyor, yani üzerinde yorumlar yapılan bir metin haline dönüşüyor. Yani kitap üzerine tartışmalar, skolastik bir karakter taşıyor.
Böylece Türk tarafında kitap Abdullah Öcalan tarafından yazıldığı için tartışılmaz ve susuşa getirilirken, Kürt tarafında Öcalan tarafından yazıldığı için belki okunuyor ama tam da bu nedenle bilimsel olarak, olgular ve kavramlar düzeyinde tartışılamıyor.
Biz bu kitabı, her şeyden önce, Öcalan yazdığı için değil, kim yazmış olursa olsun, içeriğini önemli bulduğumuz için, içeriğinin tartışılmasının gerektiğine inandığımız için tartışmak istiyoruz. Esas olarak yapmaya çalışacağımız budur.
Bu onun niteliğini, yani onun politik ve somut anlamını tartışmayacağımız anlamına gelmiyor. Hatta başlangıçta onun niteliğine, onu yaratan eğilimlere, onun anlamına ilişkin yazacaklarımız daha ağırlıklı olacaktır. Giderek onun ayrıntılarına ve içeriğine girdikçe, onun kimin tarafından yazılmış olursa olsun, önem taşıyan ortaya koyduğu sorular ve cevaplara gireceğiz.
*
Aslında Öcalan’ın bu kitabı özerine bir kitap hazırlayıp, kitabı bitirdikten sonra yayınlamayı düşünüyorduk. Çünkü Öcalan’ın kitabı, tartıştığı problemler katalogunun zenginliği ve sistematik bütünlüğü ile kişinin fikirlerini onunla kıyas içinde açıklayabilmesi için az bulunur bir temel sunmaktadır.
Ne var ki, olayların ve tarihin giderek hızlandığı bir dönemden geçiyoruz. Birbiri ardından sarsıcı alt üst edici gelişmeler yaşanıyor. Bunları sıcağı sıcağına ele almak gerekiyor. Bu durumda, belli bir konu üzerine yoğunlaşmak, büyükçe bir eser için olaylara belli bir süre için mesafe koymak ve onlardan uzaklaşmak adeta olanaksız hale gelmekte. Araya giren sağlık sorunları vs. ise bunu iyice olanaksızlaştırmakta. Bu durumda, başlangıçtaki savunmalar üzerine kitap hazırlama projemizden vazgeçmek zorunda kaldık. Bunun yerine her biri bağımsız ama aynı zamanda birbirini tamamlayan bir sistem içinde, haftada bir veya iki yazı halinde yazmaya karar verdik.
15 Şubat 2002 Cuma

Orijinal bir Teorisyen Olarak Öcalan ve Bunun Kökleri

Söze, Türkleri ve Türkiye sosyalistlerini çileden çıkaracak bir önerme ile girelim: Öcalan AİHM’ye savunma biçiminde hazırladığı bu kitabıyla, sadece çok iyi bir örgütçü, taktisyen ve stratej değil aynı zamanda önemli bir teorisyen olduğunu da göstermiş bulunmaktadır. Ya da bu önermeyi şöyle ifade edelim: Öcalan Türkiye Sosyalist hareketinin çıkardığı, orijinal teorik görüşler geliştiren bir kaç teorisyenden biridir. Hatta daha da somut konuşalım. Bu orijinal teorisyenlerin biri Hikmet Kıvılcımlı diğeri de Abdullah Öcalan’dır[1].
Türkiye’de orijinal fikir geliştiren teorisyen hemen hemen hiç çıkmamıştır. Bu gerçekten incelenmeye değer bir konudur. Ve muhtemelen Oğuz boylarının tarihe giriş biçimleriyle olduğu kadar; modern Türk ulusunun yaratılış biçimiyle de ilgilidir[2].
Oğuzlar, ya da Anadolu’da yaşayan Türk boyları, büyük ölçüde göçebedirler. Yani uygarlık ve sınıflı toplum öncesinin damgasını taşırlar. Bu aynı zamanda yazısız kültürdür. En açık biçimi Alevililiğin kitapsızlığında ve şiirle sözlü bilgi aktarımında ifadesini bulur. Tarihsel bakımdan bu olumlu nitelikler, aynı zamanda yazısız bir kültür demektir. Ama yazısız kültür de, analitik düşüncenin gelişmemişliği; taşralılık; köyünün ötesini görememe anlamına gelir. Orijinal fikirler ise, büyük medeniyetlerin kültür ve bilim mirası bir şekilde özümlenerek, aşılma süreci içinde ortaya çıkarlar. Bu nedenle, Türklerin ya da daha doğrusu Oğuzların göçebeliği ve Aleviliği ile Türklerden orijinal teorisyen veya sanatçı çıkmaması arasında bir ilişki olsa gerektir.
Bu göçebelerin elbette uygarlığa adapte olanları; feth ettikleri uygarlık tarafından kültürel olarak feth edilenleri de olmuştur. Ama bunlar da, üretimle ilgisiz bir devlet sınıfları kastı olduklarından. Böyle bir yaratıcılığı besleyecek köklerden yoksundurlar. Belki, insanları köleleştirme; yıldırma, bin bir badireden devleti kurtarma alanında orijinal katkıları olmuştur ama bunlar da insanlık için, “olmaz olsun” denecek türden katkılar olsa gerektir.
Modern Türk ulusunun yaratılışında ise, Anadolu’nun Hıristiyan haklarının sürülmesi ve katli veya mübadelesi orijinal bir fikir geliştiriminin kültürel ve ekonomik temellerini yok etmiştir. Hıristiyan burjuvazinin tasfiyesi ekonomiyi geriletmekle kalmamış böylece  batı burjuva kültürü ile bağlar tümüyle koparılmış; buna karşılık, harf devrimleri ve batılılaşma çabalarıyla da binlerce yıllık uygarlıklar zincirinin kültürel mirasıyla bağlar koparılmıştır.
Böylece sıradanlık ve taşralılık Türkiye’nin bütün düşünsel ve kültürel hayatına da damgasını vurmuş, hafızasını yitirmiş ve şizofrenik olarak doğan bu Türk ulusunun, o aşağılık kompleksinin bir yansıması olarak, hor gördüğü Arap ülkeleri kadar olsun, bir tek orijinal teorisyen yetiştirememesi sonucu ortaya çıkmıştır.
Tek orijinal teorisyen Hikmet Kıvılcımlı’dır. O da Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, Osmanlı’nın aydınıdır. (Nazım Hikmet ve Hikmet kıvılcımlı, bu iki Hikmetler, olağanüstü Tarihsel koşulların bir araya gelmesiyle mümkün olmuş, Osmanlı’nın, ya da Osmanlı’yla  sonu gelmiş uygarlıklar zincirinin kuğu çığlığıdır. Ekim devriminin dünyayı sarsan rüzgarlarının ve bir imparatorluğun çöküşünün ürünüdürler.)
Biricik orijinal düşünür olan Kıvılcımlı, orijinalliğini, Türk ulusunun oluşumunun tamamen tersi bir evrim göstermesine borçludur. Türklük, batılılaşma namı altında bütün tarihi unutmaya ve unutturmaya çalışırken, o tamamiyle o unutulan tarihe yönelmiş, toplumu oradan hareketle anlamaya çalışmıştır. Türkiye Rum ve Ermeni burjuvazisini tasfiye ederek batı Burjuva uygarlığıyla bütün kültürel ve ekonomik bağları dinamitlerken, o Ekim Devrimi’nin ilhamı ve etkisiyle, burjuva kültürünün en ileri yanlarının mirasçısı Marksizm aracılığıyla bu Kültürün bozulmamış zirve ve kaynaklarını tanıyabilmiştir. Ancak bu temel sayesinde, Tarihsel Maddeciliğe katkı sayılabilecek orijinal bir teori geliştirebilmiştir.
Türkiye sosyalist hareketi de, içinden çıktığı ulusun bütün zaaflarını üzerinde taşımıştır, bu da çok normaldir. Elbette ürünü olduğu toplumun damgasını taşıyacaktır. Ama Kıvılcımlı gibi bir düşünürle Türk toplumunun ve onun sosyalist hareketinin oluşumlarının birbirine zıt bu niteliği, aradaki giderek açılan makas, Kıvılcımlı ile Türkiye Sosyalist hareketi arasında korkunç bir kopukluk ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Aslında Kıvılcımlı ile Sosyalist Hareket arasında gibi görülen bu kopukluk, teoriyle Türkiye sosyalistleri arasındaki kopukluğun özgül bir biçimi ve görünüşüdür. Türkiye’nin orijinal teorisyen yetişmesini engelleyen tarihsel ve toplumsal mekanizmaların bir ifadesidir.
*
Şimdi birden bire garip bir olay gerçekleşiyor. Abdullah Öcalan, AİHM’ye bir savunma hazırlıyor ve bu kitap olarak yayınlanıyor. Bu kitabı okuduğunuzda, eğer daha önce Kıvılcımlı’nın kitaplarını okumuş bir kimseyseniz, birden bire Öcalan’ın Kıvılcımlı gibi binlerce yıllık uygarlıklar zinciri, hatta onun gibi uygarlıklar öncesinin ilkel sosyalizmi ile meşgul olduğunu görürsünüz. Aynı konulara kafa yormaktadır. Hatta ilk bakışta Öcalan’ın Kıvılcımlı’yı okuyup da bu kitabı yazdığını bile düşünebilirsiniz[3].
Bu vesileyle yeri gelmişken Öcalan’ın Savunması ile Kıvılcımlı ilişkisine kısaca değinelim.
Öcalan bu savunmasından önce, bir de Urfa Davası ile ilgili savunmalarını yazmıştı. (Bu savunmalar kitabın sonunda, “Dicle-Fırat Havzasında Tarih, Kutsallık ve Lanetin Simgesi URFA” ve “Hz. İbrahim Geleneğini Güncelleştirmek Hangi Anlama Gelir” başlıklarıyla yer alıyor.)
Biz İnternette kitap yayınlanmadan aylar önce, tesadüfen bu savunmaya rastladık. Zaten Hazreti İbrahim’den söz eden adı, ilgimizi çekmeye yetti. Merakla okuduk. Ortada şaşkınlık verici bir durum vardı. Öcalan’ın bu savunması ile Hikmet Kıvılcımlı’nın son zamanlarda yayınlanmış ve İnternette şu adreste bulunan (http://www.comlink.de/demir/kivilcim/eserler/apkicin.htm ) “Allah Peygamber Kitap” başlıklı kitabıyla müthiş benzerlikler içeriyordu. Bunu çevremizdeki insanlara şöyle ifade ettik. “Ya Öcalan bu kitabı okumuş etkilenmiş, ya da okumamışsa çok benzer noktalara varmış. Keşke avukatları bu kitap ile Öcalan’ın savunması arasındaki paralelliği görüp, Kıvılcımlı’nın bu kitabını Öcalan’a götürseler” anlamında sözler söyledik.
Daha sonra tesadüfen, PKK çevrelerine yakın bir tanıdığımız, Kıvılcımlı’nın bu kitabını kendisinin de gördüğünü, Öcalan’ın ilgisini çekebilir diyerek, kendisine iletilmek üzere Öcalan’ın avukatlarına yolladığını; ama kendisine ulaşıp ulaşmadığını bilmediğini söyledi.
Öcalan’ın bu kitabı okuyup ondan etkilenerek mi, yoksa kendiliğinden böyle bir benzerliğin ortaya çıktığının, savunmanın değeri ve burada ele aldığımız Öcalan’ın orijinal bir teorisyen olması bakımından önemi yok.
Önemi yok, çünkü, eğer Öcalan, savunmasında Kıvılcımlı’nın bu kitabından etkilenerek o fikirleri savunuyorsa, bu onun, orijinal bir teorisyenin değerini bilip onun balını alabilme yeteneğinde olduğunu gösterir.
Kıvılcımlı’nın bu kitabı yıllardır İnternet sayfalarında duruyor. Epey bir süre önce de Türkiye’de yayınlanmış. Hiç bir Türk sosyalist  teorisyeninin, bırakılım bu çok önemli kitap üzerine bir tartışma açmasını, bir kitap tanıtması yazdığını gören var mı? Yok!.. Yoktur böyle bir şey. Tarihsel maddeci din teorisinde bir devrim denebilecek buluşlar içeren; dinler tarihine bambaşka bir görüş getiren bu kitabın, hem de bir Türkiyeli Marksist tarafından yazılmış bu kitabın, layık olduğu öneme vurgu yapan bir tek yazı çıktı mı sosyalist basında? Sosyalist Basını bir yana itelim, Türkiye’de genel olarak. Yok, yok, yok.[4]
Şimdi Türkiye sosyalistlerinin zerrece ilgilerini çekmeyen bu kitabı, eğer Öcalan almış, okumuş ve onun esinlendirdiği fikirlerden savunmasında yararlanmışsa, en azından, Öcalan’ın onun yayınlarını yakalayacak dalga boyunda olduğunu; aynı frekansta olduğunu gösterir. Yani Cevahirin kıymetini görüp, ondan yararlanacak durumdadır; buna karşılık Türk Sosyalistleri, ellerinin altındaki hazinenin değerini bilmek bir yana, ona düşmanca bir suskunluk içindedirler. Çünkü orada  tartışılanlar onların ufkunun dışındadır.
Yani, eğer Urfa Davası Savunması’ndaki fikirlerini Kıvılcımlı’nın bu kitabından almış olması halinde, bu yine Öcalan’ın ciddi bir orijinal teorisyen olduğunu gösterir. Orijinal fikirleri görmekte ve değerlendirebilmektedir.
Yok eğer Öcalan, Kıvılcımlı’nın bu kitabını bilmeden ve okumadan bu Urfa Davası Savunması’nı yazmışsa, bu onun aynı orijinal teorik yaklaşımlara ve sorulara bağımsızca ulaştığını gösterir. Özetle, her halükarda, yani Kıvılcımlı’nın tartıştıklarına bağımsızca varmak veya o tartışılanlardan yararlanabilmek, karşımızda orijinal bir teorisyen olduğunu göstermektedir.
Hukukçular bir “hukuk nosyonu”ndan söz etmeyi severler. Yani bir hukukçunun olaylara nasıl yaklaşması gerektiğine ilişkin bir ön bilgidir bu. Belki somut sorunlarda yanlış çözümleriniz olabilir, ama bu sizin bir hukukçu nosyonunuz olmadığı anlamına gelmez.
Öcalan’da da bir teori nosyonu var. İlerde görülecek, elindeki kavramsal araçlar son derece yetersizdir; olgulara ilişkin bilgileri sınırlıdır ama bütün bu eksikliklere rağmen kendi içinde bir tutarlılığı olan bir teorik sistem inşa edebilmektedir.
Teori her şeyden önce en ilgisiz gibi görünen olaylar arasındaki görünmez ilişkiyi bulmaktır. İşte Öcalan’da bu nosyon var. Çıkardığı sonucun veya o sonucu çıkarırken dayandığı bilgilerin doğru olup olmaması önemli değildir; olaylar arasında bu tür görünmez, derin ilişkilere kafa yorması; onları anlamaya çalışması önemlidir. Türkiye sosyalistlerinde olmayan ve Öcalan’da olan tam da budur.
Hazreti İbrahim, Urfa’nın Peygamberler Diyarı olması ve PKK Urfa davası ve bu günün politik görevleri arasında bir bağlantı kurmak ve bunu tutarlı bir mantık zinciriyle göstermek için, insanda bir teori nosyonu olması gerekir.
Peki, bu teori nosyonu nereden geliyor Öcalan’a? Çünkü Kürt Ulusal Hareketi, Türk geriliği ve gericiliğinin baskısı altında ortaya çıktığından, mücadele ettiğinin bütün olumsuz niteliklerinin aynadaki aksini üretme eğilimi de gösterir çoğu zaman. Gerçi Öcalan büyük ölçüde Türkiye Sosyalist Hareketinin ürünüdür; Kürdistan Demokrat Partisi, Hoybun gibi geleneklerden gelmez. Ama teori söz konusu olduğunda, yukarıda da gösterildiği gibi, Türkiye Sosyalist hareketinin sicili çok kötüdür. Hiç bir şey gökten zembille inmez, daima bir yerlerden bilinmeyen derinden işleyen bir damar olması gerekir.
Bu damarlardan biri, unutulmuş bir tortu halinde Türk sosyalist hareketinin tamamen tersi bir evrimin ifadesi olan Kıvılcımlı’dır. Öcalan’ın 70’li yıllarda Kıvılcımlı’nın eserleriyle tanışmamış olması; o zamanlardan kafasında bir tortu kalmaması düşünülemez. 70’li yılların sonunda, İhtiyat Kuvvet’in daha sonra PKK olacak, Apocularca yüzlerce alınıp okunduğunu biz biliyoruz.
Sanırız bunlar da yetmez. Bizzat Orta Doğu’nun peygamber geleneği ile bir bağlantısı da var gibi. Çocukluktan beri edinilen binlerce izlenimin birikiminin, edinilen kültürel mirasın yanı sıra; halk kitlelerinin derinliğinde yatan bu geleneğin, bizzat halk tarafından Öcalan’a öğretilmesi, aktarılması da söz konusudur kanımızca.
Öcalan zaman zaman, bu gelenekle, kendi kişiliği ve yaşamı arasında bağlantılar kurar. Kimi zaman Musa, kimi zaman İsa, kimi zaman İbrahim ile kendi yaşamı arasındaki paralelliklere dikkati çeker.
Öcalan’ın bu tür konuşmaları, çoğu kez hafızasını yitirmiş, şizofrenik, teorik düşünme yeteneği olmayan Türkler ve Türkiye Sosyalistleri tarafından, megalomanlık, aklını yitirmişlik; Ağca’nın şarlatanlıklarının bir benzeri olarak anlaşılır ve gösterilmeye çalışılır.
Aslında, bu Peygamberler ile kendi yaşamı ve mücadelesi arasında benzerlikler ve ortak yasalar arama ve gösterme bile Öcalan’ın teorik düşünme yeteneğinin ve orijinalitesinin bir kanıtıdır. Ama daha da önemlisi kanımca, bu yetenek ile o paralellikler kurulan gelenek arasında da bir bağın olduğudur. Öcalan, bir yanıyla da, Orta Doğu Peygamberler geleneğinin son mirasçısı gibidir.
Hazreti Muhammet kendisinin son peygamber olduğunu söylemiştir. Evet Öcalan bir peygamber değildir, olmayacaktır ve kendisinin de böyle bir iddiası yoktur. O modern bir ulusal hareketin örgütçüsüdür. Ama bu ulusal hareketin örgütçüsü ve bir ulusun yaratıcısı, aynı zamanda, birdenbire bu peygamberler diyarının birliği ve refahını öneren bir projeyle ortaya çıkıyor. Bu elbette modern toplumsal süreçlerle de açıklanabilir. Ama başka bir bakış açısından, o peygamberler geleneğinin bir devamı olarak da görülebilir.
Kürt ulusal hareketi, aynı zamanda, Kürt komününün parçalanışı ve uygarlığa girişi olarak da kavranabilir. Arap komününün medeniyete geçişi, Muhammet’i çıkarmıştır. Muhammet de kendini İbrahim’e bağlamıştır. İbrahim de Müslümandır. Burada aynı zamanda bir kaynağa dönüş de söz konusudur. Teorinin, yani o zamanki teori olan dinin, yozlaşmalardan arındırılmış öz haline bir dönüştür bu aynı zamanda. (Bu biz sosyalistlerin de ihtiyacı olan ve muhakkak yapmamız gereken bir görevdir. Yani biz sosyalistler de Marksizmin İbrahimlerine, Muhammetlerine dönmeliyiz, Muaviyelerin kirlettiği öğretiden kurtulmalıyız.)
Kürt ulusal hareketi, orta Doğu’nun, bu güne kadar komün geleneklerini yaşatmış  son halkının, yani Kürtlerin,  uygarlığa geçişi olarak da kavranabilir. Böylece bu bölgenin uygarlığa geçişlerinin peygamberler aracılığıyla gerçekleşmesi geleneği bir yanıyla hükmünü icra etmektedir. Bu geçişin “peygamberi” olarak da Öcalan ortaya çıkmaktadır.
Ama bu artık modern bir uygarlığa geçiştir. Peygamberlerin varlığına olanak vermez. Modern çağın dini olan ulusçuluğun peygamberleri olan, ulus kurucuların dönemidir. Ama bu modern çağın da öylesine geç bir döneminde; dil ve etniye dayanan ulusçuluğun tüm olumsuzluklarıyla ortaya çıktığı ve başarı için Kürt ulusçuluğunun bu klasik biçimi aşmak zorunda olduğu bir dönemde ve şu darma dağın olmuş binlerce yıllık peygamberler toprağında gerçekleştiği için; Kürt komünün uygarlığa geçişinde, peygamberler geleneğinin yeniden canlanması için bir uygun olanak ortaya çıkmaktadır.
Bu anlamda, Öcalan’ın kimi peygamberlerin hayatı ile kendi hayatı; dinler ile bu günkü hareket arasında kurduğu paralellikler bir megalomanın sayıklamaları değil, aksine Öcalan’ın bile sandığından daha derin ilişkilerin sezilişi; tam da ondaki teorik orijinallik yeteneğinin bir kanıtıdır.
21 Şubat 2002 Perşembe

Komün’den Uygarlığa Geçiş Olarak Kürt Ulusal Hareketi

Geçen yazıda Kürt Ulusal hareketinin Kürt Komününün çözülüşü olarak da ele alınabileceğini yazıyorduk.
Türkiye’de veya Dünyada Kürt hareketine böyle yaklaşanlara pek rastlanmaz. Rastlanmayacağı gibi, böyle bir yaklaşımı bir orijinalite olarak değerlendirebilecek kimse bulmak da olanaksızdır. Zaten bu yaklaşımın ve böyle bir yaklaşımı bir teorik orijinalite olarak değerlendirebileceklerin yokluğu, aynı olgunun iki farklı görünümüdür.
Burada Kürt Ulusal Hareketine Kürt Komününün uygarlığa geçişi olarak bakmanın Marksizm’le bağlantısı üzerine kısaca da olsa değinmek gerekiyor.
*
Tamamlanmamışlık, bütün büyük yaratıcıların eserlerine damgasını vurmuş gibidir. Onlar tam gizli hazinenin yerini söylerken ölen film kahramanlarına benzerler. Mozart’ın şaheseri Requiem tamamlanmamış bir eserdir. Marks’ın Kapital’i de gerçekte planlananın küçük bir bölümü ve tamamlanmamış bir eserdir. Tarihin sınıflar mücadelesi olduğunu söyleyen Marks, Sınıf’ın ne olduğu üzerine yazamadan ölür.
Kıvılcımlı da bu geleneği sürdürür. İki bin yılının başlarında Kıvılcımlı’nın bir eseri yayınlandı: Komün Gücü (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Komün Gücü, Tarih bilimi Kitapları, Şubat 2000). Bu kitap da, Mozart’ın Requiem’i veya Marks’ın Kapital’i gibi tamamlanmamış bir eserdir. (Biz bu eseri Kıvılcımlı Sempozyumu’na katılan bir katılımcının bize vermesiyle çok yakın zamanda ilk kez gördük.)
Bu kitap belli ki, hazırlanmakta olan bir eserin kendisi bile değil, ilk taslağı. Fikirlerin çoğu daha sonra işlenmek üzere, ham olarak, düşüncenin serbest akışı içinde, kaynak vs. gösterilmeden, zaman zaman konudan konuya atlayışlarla ifade ediliyor. Bir de bu el yazmalarını yayına hazırlayanın keyfi olarak kendi yorumlarını yer yer koyması işin tuzu biberi oluyor. Ama bütün bunlara rağmen, kitap, tıpkı bir Requiem, bir Kapital gibi, bu henüz taslak biçiminde bile, çarpıcı, alt üst edici, ufuk açıcı niteliğini sergiliyor.
Tarihsel Maddecilik doğarken, tarihin sınıflar mücadelesi olduğunu söylemişti. Kıvılcımlı, buna tarihin aynı zamanda, ilkel sosyalizm ile uygarlıklar; medeniyet ve barbarlar mücadelesi olduğunu eklemişti.
Bu son tamamlanmamış kitabında, Komün Gücü’nde ise, insanın ortaya çıkışından bu güne kadar, tüm insanlık tarihini, Komün’ün oluşumu ve uygarlığa geçişi ve değişimi tarihi olarak ele almaktadır. Kıvılcımlı’nın bu kitabındaki bakış açısından, Tarih komünden uygarlığa geçiş ve komün elemanlarının değişimi tarihidir denilebilir. Bu önerme de en azından Tarihin sınıflar mücadelesi tarihi olduğu kadar doğru bir önermedir. Onunla çelişmez, onun daha derin ve doğru olarak anlaşılmasını sağlar.
Tabii bütün bu yaklaşımlar, Marksizm diye Stalinizmin biçtiği deli gömleklerinden başka bir şey bilmeyenler veya otantik Marksizm geleneğine pek yabancı olmasalar da onu kutsal bir kitap gibi belleyen, Avrupa merkezci bir düşünce geleneğine hapis olmuş dogmatik Marksistler için anlaşılmaz kalmaya mahkum veya olsa olsa, öğretiden sapma olarak görülebilecek bir tarih ve topluma bakıştır.
Gerçek Marksizm’in, ya da Tarihsel maddeciliğin, ya da gerçek sosyolojinin gözlerden uzak bu evrimiyle bu gün ulaştığı yer şöyle bir analojiyle daha iyi anlaşılabilir.
Eskiden biricik bir astronomi vardı, görünen ışığın astronomisi, ister çıplak gözle, ister optik teleskoplarla bakılsın, evrenin resmi detaylarda netleşmeler gösterse bile esas olarak değişmiyordu. Ancak artık sadece insan gözünün algıladığı ışık alanıyla sınırlı optik teleskoplarla evrene bakılmıyor, evren başka ışıklar altında da görülebiliyor. Kızıl ötesi, mor ötesi, röngen, gamma, radyo vs. teleskopları ve astronomileri de var. Ve bunların her birinin verdiği evren resmi, görünür ışığın verdiğinden çok başka. Görünür ışıkla kapkaranlık birer boşluk gibi görünen yerler, birden bire muazzam radyo, rontgen veya gamma ışınları yayınlayan alanlar olarak görülmekte, görünür ışık alanı tüm önemini yitirmektedir.
İnsanlık tarihine de, tıpkı Astronomide evrenin tarihine bakıldığı gibi, başka ışıklar altında bakılabilir. Bu ışıkların her birinin altında tarih bize çok başka görünür. Kıvılcımlı’nın yaptığı tam da böyle bir başka ışıkla, başka dalga boyundan bakmadır.
Kıvılcımlı’nın Klasik eserlerinde Tarihin sınıflar mücadelesi olduğu anlayışını da içeren, ama onu aşan ve derinleştiren, barbarlıklar ve uygarlıklar savaşı ışığı altında bakılır tarihe. Ve bu tarih, radyo astronominin görünür ışığın astronomisinden çok farklı bir evren resmi vermesi gibi, insanlık tarihinin çok başka bir resmini sunar.
Ama Kıvılcımlı, Komün Gücü adlı eserinde, bir adım daha atmış, bu sefer tarihe, daha başka dalga boylarının ışığı altında bakmıştır. Tarih artık sadece sınıflar mücadelesi, sadece medeniyetler ve barbarlar güreşi değil aynı zamanda komünden uygarlığa geçişin tarihidir.
Bunu bizzat kendisi bu kitabında şöyle belirtiyor:
“Bu kaba çizgileriyle bile anlaşılabilir ki “Medeniyetler Tarihi” diye abartarak sansür ettiğimiz şey: içinden çıktığımız komün kabuğunu tekmeleyişimizdir: o zaman daima “ileriye bakış” ve “kaçış” insanlığa içine girip koşuşturduğu medeniyetin de ne anlama geldiğini  anlayamayış (bir manyetizmaya tutuluş) bönlüğünü kazandırmıştır. Demek komün çekirdeğimizi kanunlarıyla bilmek, büyük sansürümüze eş değer bir sosyal psikanalizin yerine de geçer.
“Medeniyetler tarihi denen şey gerçekte komünlerin sınıflı topluma geçişleri tarihidir: Tarihsel devrimlerin, medeniyetlerle komünlerin güreşi tarihidir.” (s.294)
*
Kıvılcımlı bu kitapta, Komün’ü değişmez bir öz olarak değil, aksine sürekli değişen, medeniyetlerle veya verili uygarlık düzeyiyle ilişki içinde farklı elemanları öne çıkan, farklılaşmış bu komünlerin farklı biçimlerde farklı uygarlıklarla ilişki içinde uygarlaşması ve komünün elemanların bu uygarlıklar içinde de dönüşerek varlığını sürdürmesi olarak ele almaktadır. Eğer bir benzetme yapmak gerekirse, Komün kavramı, olası bir birleşik alanlar kuramında olması gereken ve kendisi dört temel kuvveti oluşturan o henüz ne olduğu bilinmeyen kavramın işlevine benzer bir işleve sahiptir.
Kıvılcımlı’nın bilinen klasik kitaplarında, Komün nispeten değişmez olarak alınmaktadır. Bu, kendisinin değişimi üzerinde durulmadığı Komün’ün medeniyetle ilişkisi üzerinde durulur. Bu bağlamda daha ziyade “İlkel Sosyalizm” veya “Barbarlık” kavramı kullanılır. Bunlar Komün’ün medeniyet karşısındaki niteliklerini tanımlamaya yarayan kavramlardır. Komün’ün kendisini değil, onun unsurlarını, kimi niteliklerini öne çıkarır ve tanımlarlar ve bu nitelikler aşağı yukarı değişmezdir.
Ama komündeki değişimi ele aldığınızda bu kavramların sınırları ortaya çıkar. Bu noktada, komün kavramı, çok üst düzeyde bir soyutlama olarak, kendisi de bizzat değişen ve dönüşen bir öz olarak ortaya çıkar.
Bu kitapta, uygarlık bile komün olarak, onun elemanlarının öne çıkması ve dönüşümü olarak görünür. Kitabın alt üst edici yanı tam da bu noktadadır. (İlginçtir, benzer yaklaşımlar Öcalan’ın savunmasında da görülmektedir.)
Bu genel çerçeve içinde, Kıvılcımlı, komünün farklı uygarlıklara geçiş biçimlerinde, komünün farklı elemanlarının öne çıkmasını ele alır ve bu geçişleri bir sınıflama denemesi yaparken “Türk-Kürt-Kafkas-Moğol-Çin-Afrika Komün Elemanları” başlığı altında şu değinmelerde bulunuyor:
“1- Önce komünler vardı: Aşağı ve orta konak aşamasını yaşayıp çoğalıyorlardı.
2- Yukarı Barbar Kent aşamasına, Irak ortamında geçebildi.
3- Medeniyet: Kentlerin parçalanması ve federasyonu oldu. Yine ilkin ırak kentlerinde ve arasında...
4- Hz. Muhammed’in İslam medeniyetine (750’ye dek) beş-altı bin yıllık tarih, kentlerin medeniyete geçişi tarihi oldu.
5- Hunlarla 300-400’lü yıllardan başlayan ve Babür’ün Hint Kastlarında sönüşüyle (1525) biten 1000 yılı aşkın tarih, kent tabanının göçebe çoban komünlerle yeniden canlandırılmaları tarihi oldu.
Kabaca Türklerin-Moğolların-Cermenlerin-Hunların-Macarların-Frankların-Anglo –Saksonların-Vizigot-Ostrogot ve Vandalların-Slav ve Bulgarların- Daha kuzeyindeki Viking-Polon-Fin komünlerinin tarihi, son 1000 yıl içine giren kent tabanının yeniden canlandırılışı devrimde olup biter.
Kürtler ve Afrika komünleri, medeniyete bulaşsalar da, tarih öncesini fazlaca aşmış sayılmazlar. Hiç değilse bu birbirini tamamlayan iki büyük tarihsel devrimler çağında rol oynamış bulunmazlar.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Komün Gücü, s.289-290)
Yine aynı bölümün devamında şunları yazıyor:
Afrika-Kürt Komünleri, medeniyet güreşlerine bulaşmadıkça komüncül yapılarını kimi yerde korumuş kimi yerde yozlaştırıp gerilik içinde sömürge durumuna düşmüşlerdir. Bu emperyalizm ve sosyalizm arasında kanamak anlamında tarihe en geç gelişin örneklerini oluşturmaktadır.” (s. 291)
Kıvılcımlı bu satırları yazdığında henüz ortada ne PKK vardır ne de Kürt Ulusal Hareketi ve uyanışı. Bu nedenle Kıvılcımlı’da Kürt ulusal hareketini aynı zamanda Kürt komününün uygarlığa geçişi olarak bir değerlendirme bulunmaz. Ama Kürdistan’da Komün’ün yaşadığına vurgu çok açıktır. Afrika ve Kürt komününü birlikte anmaktadır.
*
Kıvılcımlı’nın bu kitabının veya benzer yazılarının varlığını bilmeden önce, Kürtler ve Kürdistan üzerine 1979 yılında yazdığımız ilk sistematik yazıda, Kürdistan’da Komün’ün yaşadığı ve Kürt Komününün Kürdistan’ın tarihiyle bağlantısı üzerine şunları yazıyorduk:
“Kürdistan tarih boyunca Antika Bezirgan Medeniyetleri arasında ticaret yollarının geçtiği bir bölge olmuştur. Onun dağlık yapısı Kürtlerin ilkel sosyalist üretim ilişkilerini sürdürmelerine olanak sağlamıştır. Bu nedenle Kürdistan Ön Asya medeniyetleri ortamında ilkel sosyalizm geleneklerini nispeten yaşatan bir yiğitlik ve hürriyet adası olarak kalmıştır.
(...)
Kürdistan'ın tarihi kaderini onun çevre medeniyetlere göre bu coğrafî konumu ve ilişkileri belirlemiş sayılabilir. Kürdistan'ın hayvancılığa (ve ona tekabül eden göçebeliğe ve ilkel sosyalizme) dayanan geri toplumsal yapısı, daima daha üst bir ekonomi ve kültür düzeyindeki çevre medeniyetlerin etkisi altında bulunmasına yol açmıştır.
Çevrede ise, binlerce yıl kökleşen tefeci-bezirgan sermaye buralarda modern kapitalist ilişkilerin doğmasına olanak sağlamamış; bu ülkeler kapitalist gelişime karşı bir bakıma şerbetli (bağışıklı) kalmışlardır.
20. yüzyılla birlikte kapitalizm emperyalizm aşamasına girmiş; eski medeniyetlerin antika tefeci-bezirgan sermayesi ile batı medeniyetinin Finans-Kapitali kader ortaklığına yönelmişler; ekonomi ve kültür bakımından etkisi altında olduğu çevre medeniyetlerle birlikte Kürdistan da, Batı emperyalizminin sömürgesi ya da yarı sömürgesi durumuna girmiştir.
Tabii bu gelişimle birlikte, Kürdistan'da da modern burjuva ilişkiler az da olsa filizlenmeye başlamış dolayısıyla burjuva fikirler de görülmeye başlamıştır. Ancak çevre medeniyetlere kapitalizmin geç ve güç girmesi; onların bir sömürgesi haline dönüşmeye başlayan Kürdistan'a, daha da geç ve güç girmesine yol açmış; dolayısıyla Kürdistan'da modern burjuva ulusal kurtuluşçu uyanışlar ve hareketler çok geç doğabilmiştir. Kürdistan'ın kapitalist ilişkilere ve dolayısıyla burjuva demokratik devrimler çağına bu son derece geç girişi, ona özgül niteliklerini de vermiştir.
Kürdistan'ın sömürgesi olduğu - ve kendileri de modern ilişkilere geç giren - çevre medeniyetler de birer yeni sömürge veya yarı sömürge oldukları ve onlar kendi burjuva devrimlerini yaparken, Kürdistan henüz onlara göre geri ilkel sosyalist ya da derebeyi ilişkileri egemenliği altında bulunduğu için; Kürdistan derebeyliği ya da aşiretçiliği Emperyalizm tarafından, egemen ülkelerin burjuva devrimlerine karşı da zaman zaman kullanılmaya çalışılmıştır.
Bu karşılıklı etkileşimler sonucu; Emperyalist metropoller yalnızca çevre egemen ulusların anti-emperyalist eğilimlerine karşı bir koz olarak kullanabilmek için, Kürt ulusunun Ulusal Kurtuluş özlemlerine zaman zaman ilgi gösterir gibi yapmış; ancak gerek petrole sahip; gerek sosyalizme hudut olmaları bakımından bu ülkelerin (zaten uluslararası finans-kapitalle uzlaşmaya hazır olan) egemen sınıflarıyla derhal uzlaşmış ve Kürt ulusal kurtuluş eğilimlerini; hareketlerini satmıştır.
Sosyalist ülkeler ve özellikle Sovyetler Birliği ise çarpık «Tek ülkede sosyalizm» formülasyonunun bir sonucu olarak, Kürdistan'ı egemenliği altında tutan ve Sovyetleri tecride yönelmiş emperyalist ülkeler karşısında nispeten tarafsız bir tutum takınan ülkelerle ittifak stratejisini gütmüş; bunlarla arayı daha fazla bozmamak için de Kürt ulusunun ulusal kurtuluş özlemlerine kuşkuyla yaklaşmış; Kürt ulusunun çektiklerine gözlerini kapamış; en azından görse bile sesini çıkarmamıştır.
Bu özgün durumun sonucu olarak Kürtler adeta "Avukatsız Bir Halk" durumunda kalmışlardır. Değişen dengelere göre, Sosyalist ya da emperyalist kimi ülkeler zaman zaman desteklese de, ilk fırsatta egemen ulusların hakim sınıflarıyla uzlaşmayı yeğleyip desteklerini çektiklerinden: "Kürde Kürt'ten başka dost olmaz" sözü adeta darbı meselleşmiştir.” (Sosyalist, sayı:83, 24. Temmuz.1979)
Burada önemli olan, Kürtler üzerine yazdığımız ilk yazıda, Kürt Komününün Kürt tarihinin şekillenmesindeki belirleyici rolüne dikkattir. Bir daha bu konuya ayrıntılı olarak dönme olanağı bulamadık. Ama bu yazıda dile getirilen fikirler kafamızı sürekli meşgul etti ve Kürt ulusal hareketinin aynı zamanda, Kürtlerin uygarlığa geçişi olarak da, hatta biraz modern çağda gerçekleşen bir “barbar aşısı” gibi görülebileceği yönündeki düşünceler ilk fırsatta üzerlerinde daha dikkatli durmak üzere bir kenarda durmaya devam etti.
Sonra birden, hemen hemen aynı günlerde, Kıvılcımlı’nın Komün Gücü ve Öcalan’ın Savunma’sında benzer yaklaşımların bulunduğunu görmek, bizim için büyük bir sürpriz oldu.
*
Şimdi, Öcalan’ın savunmasını okuyan, Öcalan’ın tam da yukarıda aktarılan yazıda dile getirilen ve tartışılan noktaları tartıştığı, benzer soruları sorduğu, benzer olgular üzerinde yoğunlaştığını görür. Öcalan “Kürt Olgusu”nu anlamak için Tarihin derinliklerine, ilk neolitik devrime kadar gitmek zorunda kalıyor.
Kendisi bunu bizzat şöyle yazıyor:
“Kürt olgusu üzerinde önemli bir tartışma yapılırken, şüphesiz sorunun bu aşamaya gelmesinde önemli pay sahibi olarak, kapsamlı, bilimsel ve çözümleyici bir yaklaşımı savunmanın temeli haline getirmek büyük önem taşımaktadır.
Dolayısıyla derinliğine olmasa da, ana hatlarıyla uygarlığın tarihsel çözümlemesini yapacağız ve eldeki sorunun kaynağına inmenin yanı sıra, sorunun çözümünü de bu çözümlemenin yol göstermesine bağlayacağız.” (s.13, cilt:1)
Bu yöntem tıpkı, Kıvılcımlı’nın hareket noktasına benzememekte midir? O da, “Türkiye’yi anlamak için onun içinden çıktığı, daha doğrusu bir türlü çıkamadığı Osmanlı’yı anlamak gerekiyordu, Osmanlı’yı anlamak için de, ta Sümerlerden beri gelen uygarlıklar zincirini; onların kuruluş ve yıkılışlarını anlamak gerekiyordu” diyerekten tüm bir antik tarihin çözümlemesine girişmişti.
Şimdi aynı şeyi Kürtler bağlamında Öcalan yapmak zorunda kalmakta, “Kürt olgusu”nu çözümlemek için, bölgenin tarihine girmekte, bu da onu, ister istemez, bölge aynı zamanda uygarlığın doğduğu yar olduğundan; bütün tek tanrılı dinlerin doğduğu yer olduğundan, Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin konusu olan Antik Tarih ile meşgul olmaya, tam da Kıvılcımlı’nın tartıştığı sorunları tartışmaya zorlamaktadır. Ve hayret verici bir biçimde, birçok konuda, Kıvılcımlı’dan habersizce, benzer sonuçlara ulaşmakta, benzer gözlemler yapmaktadır.
Elbette Öcalan ile Kıvılcımlı arasında kökten farklar vardır. Kıvılcımlı bir “Türk Tarihi” yaratma durumunda değildir; o toplumun genel yasalarını araştırmaktadır. Buna karşılık Öcalan, Kürt ulusal hareketinin önderi olarak, bir Kürt Tarihi yaratmaktadır.
Kıvılcımlı’nın kavramsal araçları büyük ölçüde otantik Marksizm’in gelişmiş kavramsal araçlarıdır; Öcalan ise, büyük ölçüde Stalinist geleneğin kavramlarına dayanmakta, bundan kurtulduğu noktalarda da burjuva sosyolojisinin kavramlarını kullanmaktadır.
Kıvılcımlı nispeten daha zengin ve derin bir olgular yığınını ele almakta; Öcalan ise, bizzat kendisinin de belirttiği gibi,  ikinci elden yüzeysel kaynaklarla yetinmektedir. Bu liste uzatılabilir.
Ama hayret verici olan, Öcalan’ın bütün bu dezavantajlara rağmen ulaştığı, birçok durumda Kıvılcımlı’nınkiyle büyük benzerlik ve paralellikler gösteren, görüşlerdir. Sorun Öcalan’ın bütün bu dezavantajlara rağmen bu benzerliğin ve orijinalliğin nasıl mümkün olabildiğidir.
Benzerlikler onlarca konuda sıralanabilir. Medeniyetin yaratıcılık efsanesinden, peygamberlerin işlev ve anlamlarına kadar. Bunları tek tek almak ne gerekli ne de mümkün. Merak eden bu eserleri okuyarak bunları kendisi bizzat görebilir. Biz bu paralelliği sadece Kürt Komünü bağlamında ele alalım.
Kürt Komünü’nü sadece geçmiş değil, bu gün yaşayan bir gerçeklik olarak ele almak ve bunu günün tarihini anlamak için kullanmak, her iki yaklaşımın da ortak noktasıdır. Öcalan’ın teorisyen özelliği de tam bu noktadadır. Hiç bir Türk veya Kürt sosyalisti bulamazsınız soruna böyle yaklaşan. Onlar için tarih, geçmişe aittir. Kıvılcımlı’da ve Öcalan’da ise o, şu an bizlerde yaşayandır. Bu sanıldığından çok daha derin ve olgun bir düşüncedir.
İnsanlar da genellikle, çocukluk ve gençliklerinde, geçmişlerine kafa yormazlar, aksine ondan kurtulmak ve uzaklaşmak isterler, ancak belli bir olgunluk düzeyine eriştikten sonra, çocukluklarının, aile ve çevre geleneklerinin kendileri üzerinde nasıl belirleyici etkilerde bulunduklarını, kendilerinin adeta o bir zamanlar unutulmaya ve kendisinden kopulmaya çalışılan geçmişin yaşayan hali olduklarını görürler. Bunları fark etmek bireylerin yaşamında bir olgunlaşmanın, bir derinleşmesinin ifadesidir. Benzer şekilde toplumun tarihinde de, bu günü yaşayan geçmiş olarak görmek; en sıradan ve olağan kabul edilene kafa yormak ve onun niçin öyle olduğunu düşünmek; tarih veya şeyler niçin oldukları gibidirler sorusunu sorabilmek, bu olgunlaşma ve derinliğin ifadesidir.
Buna verilen cevapların doğru ya da yanlış olmasının önemi yoktur; böyle bakabilmek, bu soruları sorabilmektir önemli olan. Öcalan’ın savunmasını önemli yapan da onun bu nitelikleridir, kimilerinin sandığı gibi, olgular, kavramlar veya çıkarsamalar düzeyindeki doğru ya da yanlışları değil.
*
Öcalan’ın savunması da, bir bakıma Kürt komününün değişimi ve Kürt olgusunun anlaşılmasındaki anahtar rolüyle ilgilidir. Öcalan, Kıvılcımlı’nın yukarıdaki alıntıda açıklanan yaklaşımını, “Kürt olgusunu” kavramak için temel metodolojik araç olarak kullanmaktadır. Ve muhtemelen bunu Kıvılcımlı’nın bu eserini bilmeden yapmaktadır.
Bunu bazı alıntılarla göstermeyi deneyelim:
Savunmaların ikinci cildinin başında “Kürt Tarihi İçin Bir Çerçeve” başlığı altında daha ilk satırlarda şunu yazıyor:
“Kürt tarihinin düğümü neolitik toplumdadır. Kavram olarak neolitik toplumun çözümlenmesi ve bu çağda Kürtlerin prototiplerinin belirlenmesi, tarihin aydınlatılmasında kilit rol oynayacaktır. Dikkatli bir gözlemci bu gün bile Kürtlerin yoğun bir biçimde neolitik toplum özelliklerini yaşadıklarını tespit etmekte güçlük çekmeyecektir” (s. 43, cilt: 2)
Burada Öcalan’ın “Neolitik Toplum” dediği, kelimesi kelimesine ilkel sosyalizmdir, komündür. Yani Komün, Kürt tarihinin anlaşılmasının düğümüdür. Bu tam da Kıvılcımlı’nın dediği ve yaptığı değil midir?
Yine bir başka örnek:
“Kürtler bütün güç ve enerjilerini bu çağdan alıp bu çağa vermişlerdir. Bu günkü Kürt zihniyet yapısının çok geri kalması da esas olarak neolitik çağda takılıp kalmalarından, adeta orada gönüllü bırakılmalarından ileri gelmektedir. Sanıldığının aksine, neolitik çağın etkileri halen dünyada küçümsenmeyecek ölçülerde varlığını sürdürmektedir. Köylülük, maddi yaşam ve zihniyet olarak neolitikten kalma bir toplumdur. Tarım kültürü başta gelen özelliklerini bu çağda edinmişti.”  (s.49, cilt:2)
Burada geçer ayak söylenmiş gibi görünen bu fikir, yani köyün hala yaşayan neolitik toplum olduğu görüşü, son derece önemli bir metodolojik yaklaşımdır ve aynen Dr. Hikmet Kıvılcımlı’da da vardır.
Örneğin “Kadın Sosyal Sınıfımız” adlı çalışmasında Kıvılcımlı kelimesi kelimesine  şöyle yazmaktadır:
“EN ALTTA: Köylülük katının ekonomi temeli, Barbarlık çağını bir türlü aşamamış toprak ekonomisidir. (...)” (Dr. H. Kıvılcımlı, Kadın Sosyal Sınıfımız, Kıvılcım, Temmuz-Ağustos 1978, s.121)
Bu toplumsal yapının kavranması için çok önemli bir yöntemsel yaklaşımdır.
Marks, Kapital’de saf bir kapitalizmi alır. Bu, Kapital’in bir yanıyla hep taze kalan niteliğini sağlar. Kapitalizm, geliştikçe, meta üretimi yaygınlaştıkça dünya daha fazla Kapital’de ele alınan kapitalizme benzeyecek, orada ele alınan yasalar daha güçlü bir biçimde etkilerini hissettirecektir. Onun tükenmez tazeliğinin nedeni budur.
Ama bu onu aynı zamanda, somut sınıf mücadeleleri ve yaşanılan somut gerçekliği tüm yönleriyle anlamak bakımından adeta kullanılmaz kılar. Gerçek kapitalizmde, ya da sermayenin gerçek tarihsel hareketinde durum farklıdır. Sermaye artık saf olarak yoktur ortada, bir kapitalizm öncesinin var olduğu dünyada hareket eder sermaye ve bu eski toplum biçimleri ile bir simbiyoz bir ilişkiye girer. Onları değiştirirken kendisi de değişir. Onları sadece tasfiye etmez, güçlendirir de. Zaten bütün modern Yeni Sosyal Hareketler bu sermayenin gerçek tarihsel hareketinin ürünü olarak ortaya çıkarlar.
Ama bu noktaya geliş, metodolojik bakımdan bir sıçramayı gerektirir. Geçmiş sadece geçmiş olarak değil, bu gün olarak, modern ilişkilerle simbiyoz ilişkisi içinde ele alınmalıdır.
Bunu şöyle ifade edelim. Bir an için deli gömleği niteliğini bir yana itelim. Tarihsel maddecilik kitaplarının klasik şemasını göz önüne getirelim. İlkel Toplum, Köleci Toplum, Feodal Toplum, Kapitalist Toplum, Sosyalist Toplum. Burada evrimsel bir çizgi vardır. Bunların her biri birbirini izler. Ama bir arada karşılıklı ilişkileri yoktur bu yaklaşımda. Tıpkı, tek hücreliler, yumuşakçalar, omurgalılar, memeliler, maymunlar, insan gibi bir çizgi söz konusudur.
Böyle bir sıralamayla yaşayan bir ekosistem, bir “hayat birliği” anlaşılamaz. Modern biyoloji ve paleantoloji artık bu zaman içinde birbirinden kopuk dizilemeyle yetinmiyor. Bu zaman içinde birbirini izleyenlerin, bir arada, aynı zaman ve mekan içindeki karşılıklı ilişkileriyle canlıları ve canlılar tarihini anlamaya çalışıyor.
Türkiye’deki bütün tarih, toplum ve strateji tartışmaları aslında bu zaman içinde birbirini izleyen bir üretim biçimleri anlayışıyla yapılmıştır. Bu günkü bütün sol örgütlerin program ve stratejilerini belirleyen altmışlı yılların strateji tartışmalarının temel metodolojik yanılgısı budur. Burada tek istisna, Kıvılcımlı’nın katkısıdır. O geçmişe ait olanı bu günkü kapitalizm ile ilişki içinde, bunların birbirini karşılıklı değiştirmesi ve o el kitaplarında öğrenilen şemaya hiç uymayan bir başka gerçekliğin ortaya çıkması ve bunun anlaşılması için kullanmıştır.
Finans-Kapital ve Tefeci Bezirgan kaynaşması kavramı bu tür yaklaşımın bir ürünüdür. Keza, yukarıdaki alıntının yapıldığı “Kadın Sosyal Sınıfımız” yazısı da bu anlamda Marksizm’e bu bağlamda büyük bir metodolojik katkıdır. Bu yazıda Köy, Kasaba ve Şehir, bir bakıma, tarihsel olarak birbirini izleyen, İlkel sosyalizm, antik medeniyet, modern kapitalizm olarak ama bir ve aynı zaman ve mekan içinde, bu farklı toplumların karşılıklı ilişkileri olarak, tıpkı bir ekosistem gibi, bir “hayat birliği” gibi, ele alınır.
İşte Öcalan da, Kürtlerin bu gün yaşayan neolitik bir toplum olduğunu söylerken, bu anlamda, ilkel sosyalizmi tarihe değil, bu güne getirmekte, bu ilkel sosyalizmin medeniyetlerle ilişki içinde, ama ilkel sosyalizm veya neolitik niteliğini koruyarak geçirdiği değişimi ve bu uygarlıklarla ilişki içinde değişmiş neolitiğin, modern sömürgeci ilişkilerle girdiği simbiyoz ilişkilerle Kürt gerçekliğini anlamaya çalışmaktadır. Kitabın özü bir yanıyla budur. Ama bu tam da kitabın yöntembilimsel olarak en orijinal yanını oluşturmaktadır.
Burada önemli olan şudur. Öcalan, bütün bunları, Stalinist kabuğu atarak başarmaktadır. Stalinistler veya dogmatik Marksistlerin (yani bu dogmatik Marksistler pek ala Troçkist veya başka bir şey de olabilir) bakış açısından, Öcalan’ın Marksizm’den uzaklaşması gibi görünen şey, aslında özüne dönmesi, Marksizm sandığı Stalinist kavramları terk etmesi, aydınlanmanın ideallerine yaklaşmasıdır. Ne demokrat ne de sosyalist olmaya olanak tanımayan bir ideolojinin kabuklarını kırıp bir devrimci demokrat haline gelmesi, özüne dönmesidir. Böylece aydınlanma idealleri bir yeniden doğuşa uğramaktadır.
Öcalan’ın kendisi de bu durumun bilincindedir ve bunu şöyle ifade etmektedir:
“PKK’nin çıkışı sırasında yeterince yapılamayan, reel sosyalizmin şematik yaklaşımlarının yanı sıra, Kürt ilkel milliyetçiliğinden duygusal etkilenmelerle daha sonraki çıkmazların, anlamsız kayıplar ve acıların temel nedeni olan ve hakkıyla yerine getirilemeyen bu çalışmayı yapmak, gecikmiş de olsa ve bu büyük acılar pahasına da gelse, herkesin gücü oranında yerine getirmesi gereken bir görevdir. Tabii ancak gücü ve sorumluluğu olanlar bu göreve hakkını vereceklerdir.
Kalın çizgileriyle uygarlık çözümlemesine girişmemin anlamı budur. Birçok halk veya toplum için bu netleşmiş olabilir. Onların çok kapsamlı tarihsel ve toplumsal çalışmaları bunu mümkün kılmıştır. Ama Kürt olgusu için bu gereklidir ve anlam kazandırmayı bekliyor. Bunu yaparken, yine tarihsellik esas alınmak durumundadır. Her ne kadar parlak ve kalın bir çizgide olmasa da, bir Kürt tarihi vardır. Bu tarihi aydınlatmadan, günümüzü görmek ve içinden çıkılmaz hale gelen bu gerçekliği teşhis ve tedavi etmek mümkün olmayacaktır. Tarihsel metot başarıldığında, eşsiz bir çözüm gücü ortaya çıkar ve aynı oranda ince bir kolaylığa yol açar.” (s.13, cilt:1)
*
İşte, ister Tarih ile, ister ekolojik bir sistem gibi, farklı aşamaların aynı zaman ve mekanda bir arada karşılıklı etkiler içinde bulunduğu günümüzle ilgilenin, bütün yolların Roma’ya çıkması gibi her yerde karşınıza, yaşayan bir gerçeklik olarak Kıvılcımlı’nın ifadesiyle Kürt Komünü, Öcalan’ın ifadesiyle Kürtlerde yaşayan neolitik toplum ile karşılaşırsınız.
Kürdistan, Anadolu, Mezopotamya, İran uygarlıklarının kesişme noktasında yaşamalarına rağmen, göçebeliği zorlayan dağlık yapı ve hayvancılık adeta onların tarih öncesini bu güne kadar yaşatmalarına neden oldu.
Medeniyete daha az bulaşmış, onunla doğrudan fazla bir ilişki içinde bulunmayan Dersim gibi alanlar, 1938’lere kadar pratik olarak medeniyetin etkilerinden muaf kaldı. Dersim İsyanı denen olay, aslında bir Kürt isyanı veya Zaza isyanı değil, devlet, askerlik hizmeti, vergi tanımayan ilkel sosyalist Dersim adasının, tıpkı Afrika’nın fethedilip sömürgeleştirilmesi gibi, fethedilmesi ve sömürgeleştirilmesi, oralara devletin, verginin, askerliğin, sınıfların yani uygarlığın sokulmasıdır.
Kürdistan’ın medeniyete çok az bulaşmış, otantik bölgelerinde Alevilik, yani sınıfsız toplumun, kitapsızlığın, sözlü kültürün, uygarlığa bulaşmamışlığın, Komünün dini egemen olurken; Kürdistan’ın Uygarlık etkilerine daha açık bölümlerinde, hem bu uygarlık etkilerinin sonucu, ham de uygarlaşmaya karşı bir savunma mekanizması olarak Şafiilik egemen oldu.
Şafiilik, bir yandan bir uygarlık dininin mezhebi olarak Kürt Komünü üzerindeki uygarlığın etkilerini yansıtır. Medeniyetlerle ilişki içinde güçlenmiş Komün’ün despotik elemanını yansıtır ve güçlendirir. Keza, kısa namazlarıyla, savaşçı ve göçebe bir toplumun ihtiyaçlarına da denk düşer.
Ama bunun yanı sıra, Şafiilik, İcma’da Hanefiliğin aksine yaygınlığı değil, eskiliği temel alarak, Komün geleneklerinin medeniyet etkileri karşısında korunmasına ve sürdürülmesine de olanak sağlamıştır. Bu bakımdan Türkler ve Kürtler arasında temel farklılık oluşmuştur. Normal göçebe, medeniyete bulaşmamış Türkmen ve Oğuz kabileler genel olarak benzer durumdaki Kürtler gibi alevi olarak kalırlarken, medeniyete bulaşan veya medeniyetten Müslümanlaşanlar, bölgenin çok farklı kültürleri iç içe barındırması ve bunun gerektirdiği tolerans nedeniyle, eskiliği değil yaygınlığı temel alan Hanefilik mezhebini benimsemiş ve onu güçlendirmişlerdir.
Hanefilik bir bakıma, medeniyet Rönesansı yapan fatihlerin mezhebidir. Birçok farklı gelenek ve adetleri aynı devlet bütünü içinde bir arada tutmayı sağlar. Bu eğilim Osmanlı’da örfi hukukun sınırlarının genişlemesi ve buna karşılık şeri hukukun daraltılması biçiminde de görülür. Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin şu Laikliği bile büyük ölçüde bu tarihsel geleneğin devamı olarak görülebilir.
Ancak, Şafiilik, Komün’ü koruyan bir işlev görmekle birlikte, bir uygarlık dininin mezhebidir. Dolayısıyla bu uygarlık dininin kültürel elemanlarını komünü yaşayan bir dünyaya aktarmanın da bir aracıdır. Böylece, orta doğu uygarlıklar geleneği ve bu geleneğinin kavramsal araçları bu komün tarafından kullanılabilir, bunlardan beslenebilir hale gelir. Her şeyden önce yazı ve yazılı kültür, buna bağlı olarak analitik düşünce gelişir, bir tarih bilinci gelişir. Böylece Uygarlığın kültürel silahlarına ve kavramlarına yabancı olmayan bir komün biçimi ortaya çıkar.
Zaten bölgede yaşayan Komün gelenekleri, Öcalan’ın Kitabında da dikkati çektiği gibi, uygarlıklar tarihi boyunca, despotların, Nemrutların köleciliğine karşı direnişi ve reform çabalarını ifade eden Peygamberlik geleneğini ve peygamberlerin ortaya çıkışını besleye gelmiştir.
Şimdi böyle bir arka planı olan Kürt Komünü, altmışlı ve yetmişli yıllarda artık karşı konulmaz bir biçimde modern toplumla ilişki içinde uygarlaşma sürecine giriyor. Ama bu uygarlaşma, aynı zamanda ezilen bir ulus, bir sömürge olma koşullarında gerçekleşiyor. Sömürgeliğe ve köleliğe karşı direniş, elbette hala yaşayan Komün geleneklerine dayanma durumunda kalacaktır.
Eski çağ peygamberleri de dinlerini tamamen aşiretlere dayanan toplumlardan oluşan bir dünyada yaymaya çalışırlardı. Onlar gelişmiş biçimlerinde aşiretleri bir araya getirmez, aşiret kardeşliği yerine din kardeşliği ile uygarlaşmanın ve medeniyette bir tazeleşmenin yolunu açarlardı.
Yirminci yüzyılda, bu din kardeşliğinin yerine, aşiret kardeşliğine üstün tutulacak kardeşlik Kürtlük oldu. Böylece Kürtlük, hem aşiret düzeninin çözülmesini sağlayan hem de onun yerine eskiden dinlerin gördüğü işlevi görebilen Komün geleneklerinin en azından bazılarını uygarlığın içine aktararak onu daha bir katlanılabilir kılan bir işlev yüklenmiştir.
Ne var ki, Kürt komününü uygarlığa geçişi, sadece Sömürge koşullarında köleleştirilmiş bir halk olma çerçevesinde değildir, aynı zamanda ulusun dil veya kültür veya etniye dayanan tanımının artık gelişmiş kapitalizmin şartlarına uymadığı bir dönemde; ulusun tıpkı kapitalizmin ilk doğduğu dönemlerdeki gibi, yurttaşlıkla tanımlanmasının bir eğilim ve ihtiyaç olarak ortaya çıktığı dönemde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, Kürt Ulusal Hareketi, hem Kürt ulusal hareketi olmak, hem de Kürt hareketi olmaktan çıkmak zorundadır. Bölgenin yapısı ve tarihi de bunu zorlar. Savunmanın yapmaya çalıştığı da budur.
12 Mart 2002 Salı





[1] İlginçtir, son zamanlarda İhsan Eliaçık da benzer sözleri etmektedir.
[2] Bugün ulaştığım gerek olgulara gerek teorik genellemelere ilişkin görüşlerle bu teorisyen yoksunluğunu, yine nakli kültürle ifade ederdik ama bunu orta Asya Oğuz boylarına bağlamazdık. Ünkü bu tamamen yanlış bir tarih Anadolu Aleviliği Orta asyadangelenlerle ilgili değil, binlerce yıllık yerleşik halkının komünal yaşamıyla ilgili. Tabii bunun yanı sıra, yazıda değinduğumuz Hıristiyanların katli de çok önemli bir neden bu teorisyen yokluğunda. Ancak neden ne olursa olsun teorisyen çıkmaması bir olgu.
[3] Aslında Öcalan’ın bu teorisyen özelliğinin ardında esas olarak Kıvılcımlı vardır kanımızca. Öcalan Ankara Cezaevinde yatarken, o sırada orada yatan ve Kıvılcımlı’nın kitaplarını basan,  Mehmet Filiz’e gelen Kıvılcımlı’nın kitaplarını yutarca okuduğunu biliyoruz. Ayrıca biz de 78’lerde Kıvılcımlı’nın, Kürt sorunuyla ilgili, “İhtiyat Kuvvet Milliyet (Şark)” adlı kitabını yayınladığımızda, bu kitabın iki baskısının neredeyse bir buçuğunu “Apocular” almış ve o zamanki bütün militanlarına okutmuşlardı. Bir de böyle bir etki vardı.
[4] Bu kitabın değerini de Sosyalistler anlamadı ve susuşa getirdi ama Müslüman İhsan Eliaçık anladı ve Kıvılcımlı Sempozyumuna sunduğu bildiride bu kitabı yazan Kıvılcımlı’nın bir Kuran müfessiri olduğu tezini ayrıntılı olarak işledi.

Hiç yorum yok: