Siyasal İslam’ın ne olduğunu
anlayabilmek, yaşanan tarihe yaşanabilecek başka tarihlerin aynasından bakmak;
onu olası başka tarihlerden biri olarak görmekle mümkündür. Bu yöntem modern Biyoloji
ve Fiziğin bugün var olan evreni anlayabilmesinin giderek olmazsa olmaz
yöntemlerinden biri olmaktadır ve başarıyla kullanılmaktadır.
Var olanın özüne ancak
onun dâhil olduğu daha geniş küme içinde, onu ayıranın ne olduğunu anlayarak
varabiliriz. Sınıflama ve tanım böyle işler. Tüm evrenin sınırlarına
vardığınızda onun ne olduğunu ancak matematik olarak hesaplanabilir başka evrenlerin
kıyaslamasıyla anlayabilirsiniz. Zaman ve uzay bu evrenle birlikte ortaya
çıktığından başka evrenlerin varlığı deneyle kanıtlanamaz ama matematik
modellerle tasavvur edilebilir.
“Şeyler veya evren niye
böyledir?” sorusunun cevabı, böyle olduğu için böyledir diye formüle
edilebilir.
İlk bakışta totoloji gibi
görünse de başka evrenlere göre bir kıyaslamadan başka bir şey değildir bu
formül.
Çünkü örneğin, dört temel
kuvvetten (elektromanyetik, gravitasyon, güçlü ve zayıf kuvvetler) her hangi birindeki en küçük bir değişim bambaşka
olası evrenler de demektir. Yani dört temel kuvvet farklı olsaydı, bu soru
sorulamazdı, çünkü başka evrende bu evrenin yasaları geçerli olamazdı.
Benzer şekilde, biyoloji
ve paleantoloji bugünkü evrimi ve yeryüzündeki canlı türlerini, bir gidişin
zorunlu sonucu olarak görmemekte olası evrim süreçlerinden sadece biri olarak
değerlendirmektedir. Memelilerin bugünkü egemenliği onların daha üstün canlılar
olduğu anlamına gelmez. Örneğin Memeliler aşağı yukarı dinozorlarla birlikte
ortaya çıkmışlardır ama 150 Milyon yıl boyunca Dinozorlar egemen olmuşlardır,
bir göktaşı çarpması sonucu yok olmasalardı belki hala yeryüzünde onların üstünlüğü
sürüyor olacaktı. Ya da Avustralya’da memeliler ve keseliler bir zamanlar
birlikte yaşıyorlardı ama sonra keseliler memelilere üstün gelmişlerdir, Avrasya
ve Afrika’dan farklı olarak.
Bu yöntemi sosyolojiye ve
toplumun tarihte de kullanmadan yaşadığımız tarihi ve bugünkü dünyayı
anlayamayız.
*
Politik İslam’ın ne
olduğunu anlayabilmek için de, yaşanan tarihi, yaşanması mümkün ve zorunlu
biricik tarih gibi ele almamak, onu olası
tarihlerden biri olarak görmek gerekir.
Peki, bu ne demek? Önce
bunu açıklayalım. Bu evrim kavrayışının kendisi ve özüyle ilişkilidir ve temel
bir metodolojik önemi vardır.
Örneğin her doğum normal
olmaz, bazı doğumlar aşılmaz komplikasyonlara ve ananın ve çocuğun ölümlerine
yol açabilir.
Normal olmayan bir
doğumun gidişine bakıp, olası tüm doğum süreçlerinin böyle olacağı sonucuna
ulaşmak nasıl yanılgılı sonuçlara yol açar ve doğum denen olguyu kavranılmaz
kılarsa; aynı şekilde normal bir doğumun genelleştirilmesi de benzer sonuçlara
yol açar ve ters gelen bir doğumu veya havsala darlığı nedeniyle olanaksız;
anne ve çocuğun ölümüne yol açacak bir doğumu ve tarihi anlaşılmayı olanaksız
kılar.
Marks, devrimi bir doğuma
benzetirdi. Zaten her doğum bir devrimdir. O güne kadar gelişimin içinde
gerçekleştiği koşullar onun önünde bir engel haline gelmişlerdir; o kabuğun
kırılması; çocuğun kendisini boğan ana karnından çıkmasıdır doğum da devrim de.
Benzetme ve kavrayış
yanlış değildi ama bu benzetmede Marks, hep normal doğumları göz önüne
getiriyordu. Üretici güçlerin, Kapitalist üretim ilişkileriyle en fazla çelişki
içinde bulunduğu yerlerde bir devrim beklentisi, son duruşmada normal bir doğum
beklentisinden başka bir şey değildi. Bir denklem olarak bu yanlış değildir,
ama somut tarihte bu denklemdeki değerler farklı olabilir ve eksi sonuçlara da
yol açabilirler.
“Normal” bir doğumun
tarihsel sonuçlarını göz önüne getirmeden bu gün yaşanılan tarihin ne olduğu
anlaşılamaz.
Bir an için ABD’de veya
Avrupa’da, yani Tarihsel Maddeciliğin temel önermesine uygun olarak, üretici güçlerin
en geliştiği, dolayısıyla kapitalist üretim ilişkileriyle en derin çelişki
içinde olduğu ülkelerde sosyalist devrim olduğunu veya Ekim Devrimi’nin bir
Alman devrimiyle desteklendiğini (ki bu pratik olarak bir dünya devrimi
anlamına gelirdi) düşünelim. Bu sosyalizmin normal bir doğumu olurdu. Bu
devrimin sancıları normal bir doğumun sancıları olurdu. Yani eğer insanın
doğumuyla bir benzetme yapacak olursak, sosyalizm çocuğu dünyaya başı önde
gelmiş gibidir. Olağan doğum sancıları ötesinde fazla bir komplikasyon yoktur.
Böyle bir dünyada,
faşizm, ikinci dünya savaşı, sömürgeciliğe karşı savaşlar, politik İslam,
Stalinizm, çevre felaketi, yabancılaşmanın bugünkü boyutları vs. hep bilinmez,
tasavvur bile edilemez şeyler olarak kalacaktı, tıpkı bizler için neredeyse
böyle bir tarihin de mümkün olduğu bilinmez ve tasavvur bile edilemez kalması
gibi.
Elbette Marks, bu kadar
yüzeysel de değildi, demokratik görevlerin kendi dinamikleriyle bir sosyalist
devrime dönüşme olasılığına, örneğin Almanya’da Köylü savaşının ikinci bir
baskısıyla desteklenen bir işçi devrimi olanağına gözlerini kapamıyordu. Bu durumda
bile, bunun Fransa ve İngiltere devrimlerinin başlangıcı olacağını düşünüyordu.
Marks, haklı olarak çok iyi biliyordu ki, (ki bu varsayım bu gün de bu
geçerliliğini sürdürmektedir) ileri ülkelerde devrim olmadan sosyalizme geçiş
olamaz. Bu gün de ABD ve Avrupa’da bir sosyalist devrim olmadığı sürece
insanlığın sosyalizme geçmesi mümkün değildir. Çünkü sosyalizm tanımı gereği
kapitalizmden daha yüksek bir üretkenlik
ve refah düzeyini var sayar.
Marks, Engels, Lenin,
Troçki vs. hepsi, haklı ve doğru olarak bu denklemden veya önermeden hareket
ediyorlardı. Ama hepsi, geri bir ülkede
devrim olduğu takdirde, bunun ilerlemişlerdeki devrimi olumlu etkileyeceği ve
onun yardıma geleceği noktasından hareket ediyorlardı.
Fakat hiç biri şunu
düşünmüyordu: Ya ileri ülkelerdeki devrim yardıma gelmezse?
Bunu konjonktürel olarak,
geçici olarak, olası gördüklerinde bile, bırakalım sosyalist devrimi,
demokratik bir devrime bile zerrece şans tanımıyorlardı. Onların bu unutulmuş
var sayımları ve akıl yürütmesi yanlış değildi ve hala geçerliliğini
sürdürmektedir. Bütün dünyadaki sol, bilerek veya bilmeyerek bu akıl yürütmeyi,
bu öncülleri terk etmiş bulunuyor. Çünkü eğer “ABD ve Avrupa’da devrim olmazsa ne olur, bunun anlamı nedir, bundan ne
sonuçlar çıkarmak gerekir?” gibi, hayati bir soruyu sormamayı mümkün
kılıyor.
Marks, Engels, Lenin,
Troçki’ler bu soruyu sormuyorlardı ama bu onların çağında anlaşılabilirdi.
Çünkü olayların gidişi, bu soruyu gerektirecek bir eğilim göstermiyordu. O
nedenle sosyalizmin dünyaya belki biraz komplikasyonlu ama normal bir doğumla
geleceği var sayımına dayanıyorlardı.
Nedir “biraz komplikasyonlu ama normal bir doğum”?
Devrim geri bir ülkede
olur. Burası normal olmayan bir doğumdur, tıpkı çocuğun ayakları önde gelmesi
gibidir. Bazı doğumlarda bebek ayakları önde gelir, erbabının diliyle “ters
gelir”. Bunu Troçki, tarihin yumağının tersinden çözülmesi imgesiyle de ifade
etmeye çalışır. Klasik Marksistlerin
tasavvuruna göre, nasıl tıbbi müdahale ile bu çocuk tekrar başı önde hale
getirilirse, İleri ülkelerdeki devrimler de benzer bir işlev görecekler ve
başlangıçta normal olmayan bir doğum, normal bir doğuma dönüşecekti. Bunu
bizzat geri ülkedeki devrimin yaratacağı
devrimci kabarışın mümkün kılacağını düşünüyorlardı. Lenin’ler Troçki’ler
hep bu umutla, bundan adeta emin olarak, geri bir ülkede sosyalist devrim için
cesaret etmişlerdi. Çünkü onlar böyle olmadığı takdirde devrimin yaşamayacağını
biliyorlardı. Engels daha yaşarken, bir devrimci için en büyük tehlikenin
tarihsel koşullar oluşmadan devrim yapmak durumunda kalmak olduğunu yazmıştı,
reddettiği her şeyi yapmak zorunda kalırdı.
O zamana kadarki tarih de
bu umut ve varsayımları destekler nitelikteydi. En ileri ülkeler krizden krize
gidiyor İşçi Partileri ve Sosyalizm hızla oralarda yükseliyordu. Aksi olasılığı
düşünmek için bir neden bulunmuyordu.
Ama bu olmadı. Neden?
Burada, düşünülmeyen
şuydu: normal olmayan doğum uzamasının
sonuçlarının normal bir doğuma dönüşmeyi engelleyici etkiler yaratması ve
artık giderek onun olanaksızlaşması. Yani, ayakları önde gelmenin uzaması,
örneğin Almanya’da yirmilerin ilk yarısında bir devrim olmaması, ayakları önde
gelme durumunun sürmesine ve bunun yarattığı komplikasyonlar da, ileri
ülkelerde devrimlerin engellenmesine yol açmıştır.
Örneğin, bu ayakları önde
gelişin uzamasının sonucu olan, Bürokrasinin güçlenmesi ve Sovyetlerde iktidarı
ele alması; bunun ifadesi olan Stalinizm, ileri ülkelerde tarihin gördüğü en
büyük buhran olan 1929 buhranında, işçilerin kendiliğinden içgüdüleriyle bir
devrim yapma olasılığını bile engellemiştir.
Faşizmin bu yükselişi,
ise Stalinizmi güçlendirmiş, Stalinizmin güçlenişi de faşizmin yükselişini
güçlendirmiştir. Yani karşı devrimci ve sonuçları kendini besleyen bir süreç
başlamıştır.
İşte biz böyle bir
tarihte yaşadık ve bu tarihin sonuçlarıdır üzerimize “bir kâbus gibi” çöken.
Sonuçta sosyalizm çocuğu
doğamadı. Öldü. Şimdi belki İnsanlık Ana da karnında ölen çocuğuyla birlikte
ölecek.
Veya ölmese bile insanlık
ikinci bir defa sosyalizme hamile kalır mı? Buna zamanı var mı? Bunu
hiçbir zaman kesin olarak bilemeyiz.
Varsa bile, bu sefer
veriler daha da kötü.
Birinci doğumun ölümle
sonuçlanması, dünya tarihsel bir demoralizasyonun yanı sıra, ekonomi
temelindeki dolaylı veya doğrudan sonuçlarıyla dünya proletaryasının korkunç
bir bölünmesine yol açmış bulunuyor. Zenginler ve fakir ülkeler ve bunların
işçileri arasındaki fark ve yoksul ülkelerdeki nüfus o kadar büyümüş bulunuyor
ki, dünya çapında eşitlikçi bir düzen, zengin ülkelerin emekçilerinin gelir
düzeyinde bir düşüşle birlikte olabilir. Bu nedenle artık zengin ülkelerin
işçisi yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir toplum isteyemez. Kimse de yaşam
seviyesini düşürmek için devrim yapmaz.
Bu, sadece ileri ve
zengin ülke işçisi Sosyalizm istemez değil aynı zamanda, geri bir ülkede
sosyalist devrime destek çıkmaz demektir. Yani devrim ileri ülkelere yayılmaz,
hatta bırakalım yayılmayı, aksine onları devrime karşı olmaya iter.
Bu ise şu demektir,
insanlığın sosyalizm çocuğuna yeniden bir hamile kalışının, normal bir doğuma,
ayakları önde gelişe, dönme şansı neredeyse yoktur.
Eğer Marks, Engel, Lenin,
Torçki’lerin, yani Tarihsel maddeciliğin öncüllerinden ve çıkarsamalarından
yola çıkarsak, her Marksist’in çıkarması gereken sonuç budur. (İşte politik
İslam karşısında batının sosyalistlerinin düşmanca tavrı, aslında bu sosyolojik
bölünmenin ifadesidir de. Bu da şu demektir, pratik olarak sosyalizm ve insanlık
için yaşama şansı yoktur.)
Ne yazık ki, dünyadaki
hiç bir Marksist bu sonuçla yüzleşmeyi göz önüne almamaktadır. Bu sonucu veri
kabul edip soru sorma yoluna gitmemektedir. Bizim bütün yazılarımız ise, bu
sonucu veri kabul edip, buradan hareketle ne yapılacağına ilişkindir. Yani
dünyadaki tüm diğer Marksistlerle aramızda bir uçurum bulunmaktadır.
Burada biz, klasik
Marksist öğretiyi ve onun mantıki sonuçlarını savunur durumdayızdır. Bu soruna
gözlerini kapayanlar ise, fiilen Tarihsel Materyalizmin ve Marksizm’in
öncüllerini fiili bir inkâr içinde bulunmaktadırlar, sözde bol bol Marksizm
sözü etmelerine rağmen.
İşte Tarihe ve günümüze
böyle bir bakış olmadan, Politik İslam anlaşılamaz. Politik İslam, normal
olmayan bir doğumun yarattığı komplikasyonlar sonucunda sosyalizm çocuğunun
ölmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Hatta bir bakıma, yeniden
hamile kalma çabası olarak bile görülebilir insanlığın. Ama bu haliyle gebeliğe
bile yol açamayacak bir çaba.
Politik İslam, normal bir
doğumun seyrini izleyecek bir tarihte var olamazdı.
Politik İslam da tıpkı
Ulusal kurtuluş savaşları gibi, son duruşmada, tarihin yumağının ters ucundan
çözül(eme)mesinin, diğer bir deyişle, sosyalizm çocuğunun ayakları önde geldiği
için doğamamasının sancılarının yol açtığı bir çığlıktır.
Tekrar şöyle bir tarihsel
gidiş tasavvur edelim. Eğer Ekim devrimi Avrupa’da bir Alman devrimi ile
desteklense, bu Sovyetlerde bir bürokratik kastın iktidara gelmesini engeller,
bu da devrimin hızla diğer Avrupa’ya ve ABD’ye yayılmasını getirir; genelleşmiş
meta üretiminin, yani kapitalizmin yasalarından kurtulmuş insanlık, demokratik
bir şekilde, el yordamıyla da olsa, her türlü baskı ve sömürüyü ortadan
kaldırma sürecine girebilirdi.
Veya Sovyetlerde
bürokratik kastın iktidara gelişi biraz daha gecikse, bu devrimin prestiji
üzerine oturmuş kastın, politik, ideolojik tahribatı daha gecikebilir, bu da
belki, kapitalizmin tarihinde gördüğü en derin buhran olan 1929 buhranında, dünyanın
en bilinçli ve örgütlü işçilerinin, yani Alman işçilerinin, Alman Komünist
Partisi’nin ve Üçüncü Enternasyonal’in intihar politikaları izlemesine yol
açmaz; Almanya’da Faşizme değil, bir işçi devrimine ve oradan da dünyanın
sosyalist oluşuna yol açabilirdi. Böyle bir dünyada, bir kaç kuşağın hayatını
belirleyen, faşizm, ulusal kurtuluş savaşları, politik İslam, ikinci dünya
savaşı gibi birçok fenomen var olamaz, onlar tıpkı maddenin başka var oluşlarına
dayanan olası başka evrenler; bambaşka türlerin ortaya çıkmasına yol açan olası
başka canlı evrimleri gibi, olası bir başka tarihsel gidiş olarak, üzerinde
kafa bile yorulmayacak, tasavvur edilemez olgular olarak kalırdı.
Diğer bir deyişle, İslam
dinine inanan toplumların modernleşmesi illaki kapitalizm çerçevesinde,
sömürgecilik koşullarında olacak diye bir zorunluluk yoktur tarihte. Bu ülkeler
pek ala, zengin ve ileri ülkelerde iktidarı almış, sömürme gibi bir derdi
olmayan, bilgisini ve zenginliğini bu yoksul ve geri ülkelerin refahını
yükseltmeye aktaran bir işçi sınıfının desteğiyle, kapitalist ya da sömürgeci
olmayan, bu yaşanan acıların hepsine yabancı, tıpkı normal bir doğumun olağan
sancılarıyla da modernleşebilirlerdi. Geri ve yoksul uluslar, hiç bir ulusal
baskıya uğramadan, hatta ulusal olanla politik olanın çakışması zorunluluğu
gibi bir kavrayışı bile tanımadan modern dünyanın eşit haklı, refahını eşit
olarak paylaşan, sınıfsız toplumunun insanları olabilirlerdi. Böyle bir
dünyada, sömürü, baskı olmayacağından, ne ulusal hareketler, ne de politik
İslam olmazdı.
Yaşanan tarihin
iğrençliği ve gerçek anlamı ancak hayallerin aynasında görülebilir, olası başka
tarihlerin hayali olmadan da yaşadığımız bu tarih ve ona has olgulardan biri
olan politik İslam anlaşılamaz.
Politik İslam’ın ve onun
temelindeki Müslüman Kardeşler’in, İşçi hareketinin devrimci geleneklerinin bir
bürokratik kastın terörüyle tümüyle silinip süpürüldüğü, işçi hareketinin peş
peşe tarihindeki en büyük Alman ve İspanyol yenilgilerini aldığı, otuzlu
yıllarda doğması bir rastlantı değildir.
*
Siyasal İslam da tıpkı
Ulusal kurtuluş savaşları gibi, son duruşmada, tarihin yumağının ters ucundan
çözül(eme)mesinin, diğer bir deyişle, sosyalizm çocuğunun ayakları önde geldiği
için doğamamasının sancılarının yol açtığı bir çığlıktır.
Müslüman Ülkelerde,
sömürgeciliğe karşı direniş önce Sosyalizm, o bayrağın işe yaramadığı ve
kirlendiği koşullarda İslam bayrağı ile yürütülmüştür. O halde, İslam, politik
bir mücadelenin, bir direnişin bayrağıdır, tıpkı sosyalizm gibi.
Bu direniş, Sosyalizm
bayrağıyla yapıldığında nasıl Sosyalist olduğu anlamına gelmiyorduysa; İslam
bayrağıyla yapıldığında da Müslüman olduğu anlamına gelmemektedir. Bu bayraklar
Sosyalizm de olsa, İslam da olsa sonunda birer ulusal hareketti, yani modern ve
modernleşme hareketiydi bu hareketler.
Politik İslam’ın ve onun
temelindeki Müslüman Kardeşler’in, İşçi hareketinin devrimci geleneklerinin bir
bürokratik kastın terörüyle tümüyle silinip süpürüldüğü, işçi hareketinin peş
peşe tarihindeki en büyük Alman ve İspanyol yenilgilerini aldığı, otuzlu
yıllarda doğması bir rastlantı değildir.
Ama bu bayraklar ister
istemez, dayandıkları gelenekler, kavram sistemleri ve paradigmalarıyla belli
sınırlar ortaya koyarlar veya belli gelişmelere açıktırlar.
Sosyalizm bayrağı,
aydınlanma ve onun demokratik gelenekleriyle bağlı olduğu ölçüde, daha
demokratik karakterli bir ulusçuluğa dayanan birer ulusal hareket olmaya
eğilimli iken, Stalinizmle özdeşleşmiş bir sosyalizm bayrağı ise bu devrimci
geleneklerin unutulmasını ve inkârını dolayısıyla daha gerici bir ulusçuluğa
eğilimlidir.
Benzer şekilde, İslam
bayrağı, doğuşundaki tüm demokratik gelenekleri unutmuş ve bastırılmış İslam’a
dayandığından, tabiri caiz ise, Stalinist bir sosyalizm bayrağı gibi
olduğundan, daha anti demokratik ve gerici bir ulusçuluğu temsil eder. Ve tam
da bu nedenle, aynı kolaylıkla, Stalinist bir sosyalizm bayrağını yükselten
ulusal kurtuluş hareketleri, kolayca işlevini yitirince onu atıp aynı
kolaylıkla İslam bayrağını yükseltebilmişlerdir.
*
Politik İslam, ilk
bakışta, sanki arkaik bir hareket gibi görülür. Üstelik kendisinin iddiası da budur.
Moderniteye ve onun sonuçlarına karşı olduğunu, geçmişteki, ideal bir İslam’a
dönme gerektiğini söyler. Televizyonlarda, hiç de modern giyinişli olmayan
entarili, şalvarlı, sarıklı, sakallı, kadınları örtülü oraya buraya saldıran
insan resimleri de bu ön yargıya çürütülmez kanıtlar sunar sanki.
Bu yargıyı yaratan her
şeyden önce, modernliğin parlamenter demokrasi, din ve devlet işlerinin
ayrılması, eski kurum ve adetlerden kurtulma biçimini alacağı yönündeki, Batı
modernleşmesini modernleşmenin biricik yolu ve tarihi düz ve aşamalı bir süreç
olarak gören vulgar evrimci, pozitivist bir tarih anlayışıdır.
Hâlbuki bu şema bile
gerçeğin çarpıtılmasıdır. Batı modernleşmesi bile, Fransız Devrimi veya Ekim
Devrimi’nin demokratik ve laik biçimlerini almadan önce, Kalvin, Luther’lerin
din bayraklı partilerinin açtığı yoldan, İngiltere’de Cromwell’in Püriten devrimi
olarak din bayrağıyla uzun bir yol almıştı. Sömürgelerdeki ulusal kurtuluş
savaşları bu filmi tersine doğur oynatırlar sanki Sosyalizm bayrağından İslam
bayrağına geçerek.
İslam, Antik
uygarlıklarda, Dünya ticaretinin bir gereklilik olarak ortaya çıkardığı; Aşiretlere (Putlara, Totemlere), Din adamlığına (Din adamlığı yoktur, “Oku!” diye başlayan Kuran, Bilgi ve Yazı
tekelini din adamlarından almaya çalışır) ve Kastlara karşı (Namazda
herkes aynı safa dizilir, Allah önünde herkes eşittir) niteliğiyle tüm
uygarlıkları bir düzende birleştirmek isteyen, bir Modern (kapitalizm) öncesi
evrensel düzen tasarımı, topluluk tanımlaması, yani dinidir.
Politik İslam ise, modern
toplumun ürünü bir hareket olduğu gibi aynı zamanda modernist bir harekettir. Her
şeyden önce ulusaldır ve ulusu İslam’la tanımlamayı amaçlar.
Aynı zamanda kültürel bir
boyutu vardır ve kültürel bir değişimin ifadesidir; yani kapitalizmin ihtiyacı
olan kültürel değişikliklerin de bir aracıdır. Başörtüsü bunun en çarpıcı
sembolüdür. Erkeklerce, Kadınların başını bağlamanın, onları ezmenin bir aracı olan
türban, onların sokağa çıkışının, modern şehir hayatına katılışının bir aracına
dönüşmüştür.
Müslümanlar, modernizme
karşı bir söylemle modernleşmektedirler. Politik İslam’ın taraftarlarının,
bizzat son ikiz kuleler saldırısında da görüldüğü gibi, modern toplumun ürünü,
modern topluma en iyi entegre olmuş, onun tekniğini, ilişkilerini, kurumlarını
en iyi tanıyan insanlar olması bir rastlantı değildir. Şehir modern toplumun
ürünüdür. Politik İslam şehirli bir harekettir. Yoksullaşan şehirli orta
sınıflar ve batı tekniğini bilen okumuşlar politik İslam’ın militanlarının
temel kaynağıdır.
Politik İslam, sosyalizm
bayraklı Çin’deki Mao’nun gerillalarından, hatta Kürt Ulusal hareketinin laik
ama yarı köylü gerillalarından bile daha şehirli ve modern bir harekettir. PKK
örneğin bu nedenle, yeterince modern ve şehirli olamadığı için şehirlerdeki
Kürtler arasında hiçbir zaman etkili bir güç olamamıştır
Gerek ulusal, gerek
sosyalist hareketler, kültür ve inancı kendi konuları olarak görmemelerine
rağmen, pratikte kültür ve inanç pratiklerinin bir aracı haline gelmektedirler.
Örneğin sol hareketlerin çoğunun dernekleri ve parti binaları, aslında şehre
göçmüş köylülerin buluşma yerleri, sosyal ihtiyaçlarını karşılama yerleri
olmaktan başka bir işlev görmezler nesnel olarak. Ancak böyle işlevler
gördükleri takdirde biraz kitlesel bir etkileri olabilir.
Politik İslam ise, daha
baştan bu alanı da kapsar. İnanç, gelenek, günlük yaşam ve politik faaliyet
ayrılmaz bir bütün olur. Geri ülkelerdeki sosyalist ve Ulusal hareketlerin,
olayların zorlamasıyla fiilen vardığı nokta, onda daha baştan kabul edilmiştir
ve ona önemli bir avantaj sağlar.
Bu bakımdan, politik
İslam’ın modern toplumdaki insanların günlük yaşam ve kültürlerine ilişkin sorunlarına
da cevap sunmak gibi bir fonksiyonu da vardır, tıpkı aynı noktaya olayların
zorlamasıyla varan sosyalist ve ulusal hareketler gibi.
*
Politik İslam ile şeriatı
devlet dini yapan devletler ile bunların maddi desteğiyle ayakta duran ve
toplumsal bir direniş hareketine tekabül etmeyen örgütleri karıştırmamak
gerekir. Pakistan’ın generalleri, Kaddafi, Suudi Krallığı gibi devlet ve
rejimler politik İslam’ı ifade etmezler. Bu gibi devletlerle, politik ve İslami
hareketler arasında kimi yakınlıklar desteklemeler olabilir. Bu tıpkı bir
zamanlar Üçüncü Dünya’daki ulusal kurtuluş hareketleri veya işçi
hareketlerinin, o dönemin “sosyalist” denen ülkelerindeki bürokratik kastlarla
ilişkilerine benzer. Bu bürokratik kastlarla bu hareketler nasıl hep
sosyalizmden söz etmelerine rağmen, birbirinden çok ayrı ve zıt toplumsal güçleri
ifade ediyorlardı ise, Politik İslam’ın da İslam’ı bayrak yapan rejimlerle
ilişkisi benzer bir karakter taşır. Bu rejimler bu hareketleri dış
politikalarının aracı olarak kullanmaya çalışırlar. Hatta zaman zaman
kullanırlar da. Örneğin Bin Laden’ın Talibanlarla ilişkisi, biraz aşiret
toplumunda sosyalizm kurduğunu iddia eden Enver Hoca’nın partisinin, Brezilya,
Türkiye veya Almanya’daki Arnavutluk çizgisindeki modern ve şehirli partilerle
ilişkisine benzer. Aynı kavram ve bayraklara sahip ama iki ayrı dünya, iki ayrı
toplumsal güç vardır ortada
*
Politik İslam, her şeyden
önce emperyalist sömürü ve baskıya, onların o ülkelerdeki işbirlikçilerine
direnişin partisi olarak ortaya çıkmıştır. Güçlenebilmesi için de ulusal
bayraklı ya da sosyalizm bayraklı ulusal direniş hareketlerinin sırasını
savması gerekmiştir. Dünün ulusal ya da kızıl bayraklarla yürüyenleri bu gün
İslam bayrağıyla yürümektedirler. Hatta bu sadece dayanılan toplumsal kesim bakımından
değil, bizzat kişiler düzeyinde de böyledir. Dünün ulusçu ya da sosyalistleri
bu günün politik Müslümanları olmuştur.
*
Modern toplumda her
şeyden önce, burjuvazi, küçük burjuvazi ve işçi sınıfı olmak üzere üç sınıf
vardır. İktisadi ve politik tavır alış bakımından, küçük burjuvazi, işçi sınıfı
ile burjuvazi arasında yer almakla birlikte, kültürel ve tarihi olarak
burjuvazinin altında yer alır. Sınıfların
ekonomik ve tarihsel konumlanışı özdeş değildir.
Küçük burjuvazi, geçmiş üretimin yadigârı veya
modern üretimin zorunlu sonucu olmayan tabakaları kapsar. Bu onların kültürel bakımdan, işçi sınıfına burjuvaziden bile daha uzak olması sonucuna yol açar.
Burjuvaziden bile daha geri bir dünyayı yansıtıyor olması, onun burjuvazinin
ufkunu aşan bir program geliştirmesini olanaksız kılar. Proletarya bağımsız bir
programla ve güç olarak çıkıp kendi arkasına takamadığı sürece, burjuvaziye
karşı muhalefetini, burjuvazinin ufku içinde ve en uzlaşmaz ve sert mücadele biçimleri altında ifade etmeye
çalışır.
Proletarya ise, genel ve tarihsel çıkarını
ifade eden bir program etrafında bağımsız
bir sınıf olarak ortaya çıkmadığı sürece hiç bir zaman modern toplumsal
mücadelelerde ayrı bir üçüncü toplumsal güç olarak yer almaz. Onun alt
tabakaları, küçük burjuva radikalliğe, üst tabakaları ise burjuva reformizmine
yönelir. Bu nedenle, modern toplumda iki temel eğilim bütün toplumsal
çatışmalara damgasını vurur: küçük burjuvazinin radikalizmi, burjuvazinin
reformizmi.
Politik İslam da, bu iki
temel eğilimden oluşur. Bir yanda ılımlı, daha ehli, diğer yanda daha radikal
ve keskin İslam akımları arasındaki savaş, aslında, burjuva reformizmi ile küçük
burjuva radikalizmi arasındaki savaştan başka bir şey değildir. Küçük
burjuva radikalizmi, ne kadar radikal ise, burjuvaziyle araya sınır çekmede o
kadar mücadele biçimlerine, sembollere ilişkin aşırı biçimlere ağırlık verir.
Böylece küçük burjuva ve burjuva sosyalizmlerinde de görülen tipik paradokslar
ortaya çıkar ve radikallik kendini yıkan bir saçmalığa varır.
*
Politik İslam burjuva ve
küçük burjuva tepkilerinin aracı olabilir ama, modern işçi sınıfının olamaz.
Modern işçi sınıfı, sendikalar, partiler, fikir özgürlüğü, seçilmiş organlar
olmadan var olup kendini ifade edemez. Bu nedenle politik İslam’ın yükselişi
ile işçi hareketinin demoralizasyonu ve çöküşü arasında kopmaz bir bağ vardır.
Politik İslam işçi hareketinin bütün savunma ve varoluş mekanizmalarını ret ve
imha eder. Bu nedenle, işçi hareketini atomlarına ayrıştırıcı, bir özelliği
vardır ve bu yanıyla faşizan bir karaktere de sahiptir.
Ama öte yandan işçi
sınıfı, kısmi reformist karakterdeki amaçları için Politik İslam içindeki
burjuva reformizmini destekleyebilir Türkiye’de AKP’yi desteklediği gibi.
*
Politik İslam, aynı
zamanda ezilenleri dinlere göre bölüp örgütleyerek, ezilenlerin direnişini de
daraltıcı ve bölücü bir nitelik göstermektedir. Bu niteliği, başka dinlerden
olanların genellikle ezen sınıflar veya uluslardan olması nedeniyle yeterince
açığa çıkmamış olmakla birlikte, Türkiye’de Alevi’lere karşı görüldüğü gibi,
kesinlikle baskıcı bir niteliğe sahiptir.
Böylece Politik İslam,
İşçiler, kadınlar, ezilen azınlıklar gibi, modern toplumda kendi konumuna
benzer bir konumda bulunan ve demokratikleşme bakımından büyük destek
olabilecek güçleri karşı tarafa iterek, sömürgeciliği ve baskı rejimlerini
güçlendirir.
*
Kaynağa, yani “gerçek
İslam’a dönüş” ideali, gerçekten sonuna kadar
gider, kendi sonuçlarından korkmaz, bu araştırmayı politik konumları
meşrulaştırmanın bir aracı olarak görmezse, sosyalizmle, Marksizm’le buluşma potansiyeli taşır. Hatta buna
buluşma bile denemez, kendisi onu yeniden yaratır, kendisi o olur. Yani mantık
sonuçlarına varmış Politik İslam, Marksizm ve Sosyalizm olmak zorundadır.
Çünkü İslam’ın bozulmamış halinin ne olduğu ve o
bozulmanın niye gerçekleştiğinin ve mekanizmalarının anlaşılması, sınıflar
savaşı ve tarihin maddeci kavranışıyla mümkün olabilir.
Bu nedenle, saf teorik bakımdan, gerçek İslam’a dönüş hedefi, o İslam ve
Tarihi tahrif edildiği için, politik İslam için potansiyel bir yıkıcılık taşır.
Bu nedenle, gerek
kadınlar, gerek sınıflar alanında İslam’daki tahrifatları gösterip, en
kaynağına giden Müslümanların, aynı zamanda Politik İslam’ın en büyük şiddetini
çekmeleri bir rastlantı değildir.
Ama bu mantık sonuçlarına
gitme ve sonuçlarından korkmama, ancak kaybedecek bir şeyi olmayanlar,
araştırmasının sonuçları kimi imtiyazlarını tehdit etmeyenler ya da bu
sonuçlarla ters düşecek imtiyazı olmayanlar başarabilir.
Bu nedenledir ki, gerçek
devrimcidir ve devrimci sınıf gerçeği aramak zorundadır.
Demir Küçükaydın
28 Eylül 2011 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder