15 Temmuz 2013 Pazartesi

Azınlıklar Sorunu, Demokrasi ve Gezi Hareketi

Birbirinden özden farklı iki azınlıklar sorunu vardır.
Matematik azınlıklar ile politik veya hukuki azınlıklar. Bunlar ayrı azınlıklar sorunlardır ve ayrı çözümler gerektirirler. Bu farkı biraz açıklayalım.
Matematik azınlıkların hukuki ve politik durumları çoğunluktan farklı değildir. Ortada matematik olarak azınlık olmaktan doğan, fiili yaşamda doğan sorunlar vardır.
Bu sorunların çözümünde, toplumun gücü ve zenginliği ölçüsünde bu azınlıkların fiili eşitsizliklerini dengeleyecek düzenlemeler yapması beklenir.
Kelimenin gerçek anlamıyla, demokratik bir ülkede azınlıklar tartışması bu düzeyde olur.
Şöyle bir örnek verelim. İdeal demokratik bir ülke düşünelim. Tüm yurttaşlar hiçbir dinsel, dilsel, kültürel vs. ayrımcılığa uğramıyorlar. Böyle bir ülkede bile, örneğin yollar, merdivenler, kapılar, tuvaletler vs. sağlam yurttaşları gözetilerek yapıldığından; özürlü yurttaşlar, diğer yurttaşlarla aynı haklara sahip olmalarına rağmen, fiili olarak bu hakları kullanamama durumunda olacaklardır. Örneğin herkesin istediği yere gitme, yerleşme, seyahat hakkı vardır. Ama yollar uygun değilse, felçli ve tekerlekli sandalyeye bağımlı bir yurttaş; bu hakkı hiçbir zaman kullanamayacak demektir.

O ülkede insanların çok büyük bir bölümünün felçli ve bacaksız olması durumunda, yollar vs. buna göre yapılırdı. O zaman felçliler dezavantajlı bir durumda olmayabilirlerdi. Ama azınlıkta olduklarından dolayı haklarını kullanamaz veya dezavantajlı durumda olurlar.
Bu durumda toplum bu azınlıklar karşısında iki türlü davranabilir.
Birincisi Türklerin çoğunluğu veya faşistler gibi , “evinde otursana, ne sokağa çıkıyorsun, sakatsan sakatlığını bil, kendini sağlam mı sanıyorsun, sağlamları engelliyorsun” diyebilir. (Bu yakıştırma değil, aynen böyle davranılıyor.)
Ya da vicdan sahibi ve demokrat ama azınlıktaki yurttaşlar gibi, “bizler insanız, bu durum hepimizin başına gelebilir; bir insan kardeşimiz bu durumdaysa ona destek olmak, onun da bizler gibi yaşayabilmesi için elimizden geleni yapmak zorundayız; toplumsal hâsılamızın bir bölümünü bu kardeşlerimiz için, özel eğimli yollar, tuvaletler, arabalar yapmakta kullanmalıyız. Bu kardeşlerimizin yaşamlarını hayatta bir parça olsun kolaylaştırmak için onlara ekstra imtiyazlar tanımalı, örneğin iş hayatında öncelikler ve kotalar uygulamalıyız.” diyebilir.
Birincisi matematik azınlıklar sorununun faşist “çözüm”üdür; ikincisi demokratik, vicdanlı ve insancıl çözümü.
Her iki çözüm de hukuki değil fiziki veya idari uygulamalarla gerçekleştirilebilir.
*
Ancak bir de matematik olmayan, devletin ve toplumun tanımlanmasına bağlı olarak, politik (veya hukuki) olarak yaratılmış azınlıklar vardır.
Bu azınlıklar yasalar tarafından yaratılırlar, politik azınlıklardır.
Bunlar insan haklarının alanının daraltılması veya insan (yurttaş) tanımının sınırlandırılmasıyla ortaya çıkarlar.
Örneğin çoğunluğun dili Türkçedir diye,  Türkçeyi resmi dil yapıp herkesin Türkçe öğrenmesini zorunlu kıldığınızda; okullarda “Türk Tarihi” okuttuğunuzda, ana dili başka olanları, Türk olmayan veya kendini Türk kabul etmeyenleri baskı altına almış; eşitsiz kılmış; bir azınlık durumuna düşürmüş olursunuz.
Örneğin nüfusun “yüzde doksan dokuzu Müslüman” deyip, sadece Müslümanlara hizmet eden binlerce memurluk diyanet işleri kurar ve herkesten alınan vergilerle bunu finanse ederseniz; okullarda din ve ahlak dersi diye, Sünni İslam’ı ve onun ahlakını anlatırsanız; Sizin İslam yorumunuza göre bir hayat tarzını başkalarına dayatırsanız, Müslüman olmayanları veya sizim İslam anlayışınıza katılmayanları baskı altına almış; eşitsiz kılmış ve politik olarak azınlık durumuna düşürmüş olursunuz.
Bu azınlıklar sorunu politik ve hukuki olarak yaratılmış olduğundan; yani ulusun, devletin, politik olanın nasıl tanımlandığına bağlı olarak ortaya çıktığından hukuken çözülebilirler ama hukuken çözülebilmeleri için önce o başka hukuku geçerli kılacak politik iktidar değişimini gerektirirler.
*
Bu “azınlıklar sorunu” da iki türlü çözülebilir.
Birinci “çözüm” anti demokratik ve bölücü çözümdür. Bu, azınlıkları politik olarak tanımaktır. Emperyalist ülkelerin önerdiği ve anti demokratik bütün rejimlerin istediği ve dayandığı bu “çözüm”dür.
İkinci çözüm demokratik ve birleştirici çözümdür. Bu, çoğunluğu yok ederek azınlıkları da yok etmektir. İşçilerin, ezilenlerin, demokratların istediği ve dayanabileceği çözüm budur.
*
Birinci “çözüm” azınlıkları “tanır”. Yani ulusun Türklükle veya Sünni Müslümanlıkla tanımlanmasını aynen korur, ama azınlık olanı, örneğin Kürtleri veya Alevileri veya Hıristiyanları “tanır”. Tanımanın derecesi, bireysel hak olarak tanımaktan kolektif ve eşit bir partner olarak tanımaya kadar güç ilişkilerine göre değişir (ve aslında sürekli bir çatışma konusu olarak kalır).
Örneğin son günlerde, Mahkemenin Kürdistan isminin çocuğa verilmesini kabul etmesi tipik azınlıkları tanımaya yönelik, anti demokratik, bölücü “çözüm”ün bir örneğidir.
Demokratik, çoğunluğu yok ederek azınlığı kok eden; çoğunluğu da tanımayan çözümde ise, mahkemelerin veya her hangi bir kimsenin çocuğuna istediği adı verme hakkı vardır. Mahkemelerin bu konuda konuşma hakkı yoktur. Mahkemeler ancak bu hakkın ihlaline karşı onu savunmak için vardırlar.

Kürtlere mahkemede Kürtçe savunma hakkı verilmesinden; Kürdistan’ın Kürtlerin yaşadığı bölge olarak tanınması ve orada Kürtçenin çoğunluk dili olduğundan resmi dil olduğu; okullarda çocuklara Kürt tarihi okutulmasına; Kürtlerin kendi otonom idarelerini oluşturmalarına; hatta ayrı bir devlet olarak tanınmalarına kadar geniş bir yelpaze bu “tanıma” çerçevesinde çözümlerdir.
Bunların hepsi anti demokratik ve gerici çözümlerdir. Bu çözümde mücadele hep bu tanınacak şeyin sınırları üzerinde olur ve hiçbir zaman da bitmez.
Örneğin şimdi Türkiye’de “Kürt Sorunu”nda olduğu gibi, devlet, Ulusun Türklükle tanımlanmasını koruyarak, “bireysel haklar” bağlamında bir çözümden, Kürtlerin çoğunluğu da Kürtlerin otonom idaresi veya ayrı devlet “çözüm”lerinden yanadırlar. Hangi biçimde çözülürse çözülsün, bu çözümlerin hepsi anti demokratik ve ezilenleri bölücüdürler. Özellikle son yüz elli yılın tarihi gösterdiği gibi, hepsi ilk büyük krizde kanlı çatışmalara evrilmeye, yani “Lübnanlaşma”ya eğilimlidirler.
*
Ama bur de demokratik ve birleştirici; ezilenlerin savunduğu çözümde çoğunluk yok edilerek azınlık yok edilir. Yani sorun Kürtlüğü tanıyarak değil, Türklüğü de tanımayarak çözülür.
Örneğin, herkesin ana dilinde eğitimi temel bir insan hakkı olur. Bu durumda hiçbir dil, imtiyazlı olmaz. Tüm diller eşit olur. Yani Diller politik olanın tanımlanmasından dışlanırlar; dilin politik bir anlamı olmaz. Tıpkı, göz veya kaş rengi veya ayak numarası gibi apolitik, hiçbir imtiyaz veya ezilmeye yol açmayan bir özellik olur.
Aynı şekilde, okullarda ne Türk, ne de Kürt tarihi okutulur. Örneğin her dilden, dinden, kültürden eşit sayıda tarihçinin yazdığı ortak tarih okutulur. Bu tarihi elbet herkes kendi ana dilinde okur.
Ama okuldan çıkınca isteyen istediği tarihi okuyabilir, böyle tarihler yazacak dernekler kurabilir. Ama bunlar kişilerin özel tercihleri olur. Tıpkı bir takım taraftarlığından farksız olurlar.
Böyle bir rejimde ve ülkede hukuki olarak çoğunluk diye bir şey olmadığından azınlık da olmaz. Türkler diyelim ki, ülkenin bütününde çoğunluk olabilirler ama bu çoğunluk olmaları onlara hiçbir hukuki veya siyasi imtiyaz bahşetmez, herkesle aynı durumda olurlar. Aynı şekilde Kürtler de diyelim ki Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde aynı durumda olurlar. Kürtlük veya Türklüğün politik bir anlamı olmaz. Politik anlamı olan tek şey: insanların ana dillerinde eğitim hakkı olur. (Elbet yukarıda değinilen matematik azınlıklar sorunu bu durumda da ortaya çıkabilir. Diyelim ki, İstanbul’da ana dili Ladino olan 500 ailenin çocukları için matematik azınlık olmaktan doğan bir sorun olacaktır.)
Yani Türklük ve Kürtlük kişilerin özel sorunu olur; politik anlamını yitirir. Kürtlüğün ve Türklüğün kişilerin özel sorunu olması; politik olanı Kürtlük veya Türklükle tanımlama karşısında elbette politik bir farklılıktır ve bölünmedir. O zaman toplum Kürtler ve Türkler olarak değil; Kürtlüğü ve Türklüğü politik olarak tanımlayanlarla; böyle tanımlamayı reddedenler olarak bölünmüş olur. Bu bölünme, ezilenleri birleştirir ve kimsenin dilinden dolayı ezilmemesine yol açmaz. Dolayısıyla nüfusun ezici çoğunluğunun çıkarınadır.
Aynı mantık din alanına da aktarılabilir.
*
Dikkat edilirse, bu çözüm aynı zamanda haklar sorunuyla ilgilidir. Haklar konusu politik olanın (ulusun) nasıl tanımlanacağına ilişkindir.
Haklar, azınlık ve çoğunluk ilişkisinin dışındadır. Çoğunluk, haklar konusunda, “ben çoğunluğum o halde azınlık bana uymak zorundadır; demokrasi de azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden rejimdir; bunu istemek ve azınlığı çoğunluğa uymaya zorlamak son derece demokratiktir” diyemez.
Eğer bunu diyorsa, sorun demokrasi sorunu değil; demokrasi sorununu tartışıyormuş gibi yapıp, ulusun nasıl tanımlanacağını belirliyor demektir.
Ülkenin çoğunluğu Müslüman, o halde Müslüman olmayanlar da Müslümanlar gibi yaşamalıdır dendiğinde (ki burada aslında İslam de değil, kendi İslam anlayışıdır dayatılan) sorunu azınlık çoğunluk ilişkisi olarak tartışmak yanlıştır.
Burada, Ulusun nasıl tanımlanacağı; haklar tartışılmaktadır.
Rejim tartışması ile ulusun nasıl tanımlanacağı ve haklar tartışması tamamen farklı tartışmalardır.
Rejim tartışması aynı ulusta yaşamayı kabullenmiş; aynı ulus tanımında anlaşmış insanların yürütebileceği bir tartışmadır.
Ulusun nasıl tanımlanacağına ilişkin tartışma ise, ayını ulusta yaşayamayacakların birbirine iradelerini zorla dayatacakları ve birinin diğerini tasfiye etmek zorunda olduğu bir tartışmadır.
Hem Allah’a inanıp hem putlara tapamazsınız. Bunlar birbirini dışlarlar. Hem ulusu Türklükle tanımlayıp; hem Türklükle tanımlamaya karşı tanımlayamazsınız. Bunlar da birbirini dışlarlar ve aslında İslam’ın “Allah’a şirk koşmak” dediğinden farksızdır.
Yani hangi dinden olunacağı tartışmasıdır.
Ancak aynı dinden olanlar, hangi rejimde yaşayacaklarını tartışabilirler. Hangi dinden olunacağı ise, çok temel, kimlerin hangi dinde rejim tartışması yapabileceğine ilişkin bir tartışmadır. Birincisi farklı iken ortada böyle bir fark yokmuş gibi tartışmak aslında o dini zımnen olumlamak, ondan yana tavır almaktır.
Bu tartışmayı azınlık ve çoğunluk tartışması olarak; demokrasi veya darbe tartışması veya rejim tartışması olarak koymak, ezilenlerin gözüne kül atmak; onları egemen sınıfların problematiklerine hapsetmek demektir.
(Örneğin Doğan Tarkan Mısırdaki Darbe üzerine yazdığı yazıların hepsinde, aslında kendisinin ve partisinin bütün tavırlarında, ulusun nasıl tanımlanacağı sorununu gündemden düşürerek ver olan statükoyu yeniden üretmektedir. Yanlış sorulara doru cevaplar verilemez.)
Bir toplumun çoğunluğu anti demokratik ise, o anti demokratik çoğunluğa demokrasiyi savunan azınlığın her şeyle direnmesi haktır. Ortadaki sorun, aynı bütünün kendini yönetmesi değil; bütünün nasıl ve neyle tanımlanacağıdır.
Örneğin, Nazi Almanya'sında Hitler nüfusun çoğunluğunun kararı, desteği ve görmezden gelmesiyle Yahudileri öldürme kararı alıyorsa, yapılacak şey, çoğunluğa saygı göstermek değildir. O çoğunluğa karşı savaşmak, direnmektir.
Türkler biz çoğunluğuz, herkes Türkçe öğrenmeli, Türk tarihi okumalı diyorsa, bu karara karşı direnmek hak ve görevdir.
Nasıl direnileceği hangisinin başarı şansı sunduğu burada taktik bir sorun olur. Pek ala bu direnişi legal biçimler içinde yapma; seçim olanağını kullanma kararı alabilir direnenler. Ama bu direnme hakkını ortadan kaldırmaz, bu noktada sorun, bu hakkın nasıl kullanılacağı sorunudur.
*
Mısır’a gelince ki tartışılan Türkiye’dir, “Çoğunluk Müslüman’dır, eh Müslümanlar da çoğunluksa, kendi yaşam tarzını ve felsefesini azınlığa dayatabilir” mi yoksa istediği gibi giyinmek veya giyinmemenin bir hak olduğu; devletin tek görevinin de bu hakkı savunmak olduğu mudur?
Türkiye’nin Laikçileri de, AKP ve Erdoğan da bu hakkı tanımamaktadır. İkisi de demokrat olmadığından tanımaz ama ayrılıkları bu hakkın nasıl sınırlandırılacağı noktasındadır.
Birisi ilerleme, çağdaşlık diyerek; diğeri çoğunluk demokrasi diyerek bu anti demokratik sınırlamasını meşru göstermeye çalışmaktadır.
Mısır’daki Darbe miydi değil miydi tartışmaları, aynı gerici kayıkçı dövüşünün yeni bir versiyonudur.
Sorun darbe mi değil mi değildir? Örneğin, insanların istedikleri gibi giyinmek temel hakları mıdır değil midir sorunudur? Çoğunluğun bu hakkı sınırlamaya hakkı var mıdır sorunudur. Sorun hak değil güç sorunudur. Tartışma hukuki değil siyasidir.
Yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Gezi hareketi, bu ikisine de karşı insanların istediği gibi giyinme veya giyinmeme haklarını savunmalıdır. Şimdiye kadar bu mesajı başarıyla verdi.
Ama aynı şeyi, diller ve ulusun tanımında da yapmalıdır.
Türklükle veya Kürtlükle tanımlanmış bir ulusa ve ulusçuluğa karşı Türklük veya Kürtlükle tanımlamayı reddeden demokratik bir ulusçuluğu ve ulusu savunmalıdır.
Bayrağı Türk bayrağı veya Kürt bayrağı; Atatürk veya Öcalan olamaz, ama örneğin bunların kişilerin özel tercihi olarak bir alt köşesinde kendine yer bulabileceği beyaz bir bayrak olabilir.
Bayrağın ne olacağı bu hareketin kaderini belirleyecektir.
Çoğunluğu yok ederek azınlıkları da yok eden bir ulus mu, Azınlıkları da tanıyan bir ulus mu?
Demokratik bir ulus mu? Yoksa bur Türk ve/veya Kürt ulusu mu?

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Hiç yorum yok: